Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİKONFERANSLAR

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

Ankara Doğumevi’ndeki
Hemşire Kursunda
verdiğim konferansın metnidir.
16.III.1953, Pazartesi
Saat: 15.00

MUSİKİ VE AHLÂK

Cevad Memduh Altar

            Bir ses oyunu olarak vasıflandırılan musiki sanatında, daha başka vasıflarla da karşılaşmak mümkün müdür? Bu sualin cevabını birtakım misal ve müeyyidelerle [yaptırımlarla] ispata kalkmaktansa, sözü bir an için Hind şairi Rabindranath Tagor’a vermenin daha doğru olacağı kanaatindeyim. Tagor diyor ki: “…bu musikinin [Batı müziğinin] ruhuna nüfuz edebildiğimi iddia edemem, fakat onu, dış görünüşü ile de olsa anlama yolunda elde ettiğim basit neticeler bile, beni bütün şiddetiyle bu musikiye bağladı… Bununla ne demek istediğimi anlatabilmem de kolay değil. Bu takdirde açıklamak istediğim tesir, tenevvü [çeşitlilik] dolu bir görünüş; hayat denizinin sonu olmayan gölge-ışık tezahürleri arasında bitmez tükenmez bir hareketle inip çıkan dalgaların görünüşü. Bütün bunların yanında aksine bir görünüş de var –dümdüz bir âlemin, sakin ve masmavi bir göğün görünüşü; uzak ufuklarda bütün sessizliğiyle ebediyeti anlatan bir halin görünüşü.  Başkaları ne derse desin, maksadımı tam olarak ifade edemesem bile, gene tekrarlayacağım şey şudur: Ne zaman onun (Batı müziğinin) tesiri altında kalsam, kendi kendime hep şöyle derim… bu sanatta fani hayatın bizzat kendisi bir musiki olmuş… Bizim nağmelerimiz (Hint musikisi), yıldızlı gecelere ve seherin ilk nuruna bir ses katar; bulutların koyu gölgesine gizlenen, gökleri karartan bir ıstıraptan, ormanları saran baharın tam bir mest oluş içinde geçen o sessiz neşesinden bahseder”.

            Görülüyor ki Tagor, musikide hayat denizinin bitmez tükenmez dalgalarını, dümdüz bir âlemin, masmavi bir göğün sükûnetini seziyor; musikinin, yıldızlı gecelere ve seher vaktinin ilk nuruna kendi sesini de nasıl kattığından, gökleri karartan ıstırapları nasıl ifade ettiğinden, baharın mütevazı neşesine nasıl ayak uydurduğundan bahsediyor. Yani sadece bir ses oyunu olma vasfından çok daha ileri giderek, musikiye, bütün iniş ve çıkışlarıyla bir hayat vasfı atfetmekten geri kalmıyor.

            Şimdi de Tagor’un bu sözlerine, büyük bestekâr Beethoven’in musiki hakkındaki hükümlerini ekleyelim. Beethoven de şöyle diyor: “…Musikiyi bütün cevheriyle kavramak, ruhî bir ritme bağlıdır. O, insana seziş verir, ulvî bilgilerden doğan bir ilham verir ve ruha ihsas ettiği [hissettirdiği] şey ise, ruhî bir ilmin vücududur… Ruh, gıdasını ondan aldıkça, onunla mesut bir münasebet tesis eder… Her sanatta olduğu gibi musikinin de esası ahlâktır ve bütün hakiki ibdalar [yaratışlar], ahlâki bir tekâmülün [gelişimin] ifadesidir… Binaenaleyh sanat, ulûhiyetin timsalidir… Sanatın bize kazandırdığı her şey ilâhidir ve sanatta erişilen her nokta, ilâhi bir ilhamdır… Musiki ruhu âhenge yaklaştırır. O halde musikide her fikrin, bütün bir âhenk ile karabeti [yakınlığı] vardır…”.

            Anlaşılıyor ki Beethoven de, Tagor gibi, dışarıdan değil, sanatı içeriden gören bir bestekâr olarak, musikiden çok şeyler bekliyor; musikinin insana seziş verdiğini, ruhî bir ilim ve esasının ahlâk olduğunu, ulûhiyeti temsil ettiğini söylüyor. Bu fikirlere benzeyen daha nice söylenmiş sözler, verilmiş hükümler vardır ki, bunlar da çok kere musikiyi insanlara, insanları da musikiye birtakım vazife ve hizmetlerle borçlu kılar. Fakat bütün bu hükümler, musiki ve ritmin, beşer [insan] ruhu üzerindeki müessiriyeti [etkili oluşu] ile ilgili hususların tahlilinden [irdelenmesinden] elde edilen manevi neticeleri açıklamaktan ibarettir.

            Bir de aynı unsurların eşya üzerindeki fizik tesirleri incelenecek olursa, musikinin esas malzemesi olan ses ile ritimden doğan maddi neticeler kendiliğinden anlaşılır. Nitekim herhangi bir musiki âletinin çıkardığı bir tonla müsavi [eşit] sese ve frekansa malik olan kristal kadehlerin, sesin enstrümanda gitgide daha kuvvetli olarak çalınmaya devamı halinde, kendiliklerinden aynı sesi gittikçe yükselerek çıkarmaya başlamaları ve bu şiddetli ihtizaza [titreşime] tahammül edemeyerek nihayet çatlayıp dağıldıkları bir hakikattir. Hattâ günün birinde, Avrupa’nın herhangi bir şehrinde, çelik bir asma köprü üzerinde muntazam yürüyüşle ilerleyen askerî bir kıtanın muttarit [tekdüze] adımlarından meydana gelen ihtizaz, köprüdeki çeliğin ihtizaz nisbeti ile müsavi seviyeye geldiği ve bu müsavi ihtizazın devamlı bir şiddetle çoğalmaya başladığı anda, öyle feci bir durum hasıl olmuş ki, yaklaşan felaketi vaktinde sezen subaylar, ancak süratli bir müdahale ile muntazam yürüyüşü adi yürüyüşe çevirerek köprünün çatlayıp göçmesi tehlikesini önleyebilmişler. Sesin ve dolayısıyla ritmin maddi ve manevi tesirlerini belirtmek maksadıyla zikrettiğim [dile getirdiğim] bu bir iki misal bile, kendisinden çok şeyler beklediğimiz musikinin beşer ruhu üzerindeki tesirini inceleme yolunda biraz daha sabırlı olmamız lazım geldiğini açıklıyor.

            Musiki, söylendiği gibi sırf bir ses oyunu değil, aynı zamanda bir ifade, yani bir lisandır. Yalnız, bu ifadenin dilinden anlamak, bazı kayıt ve şartlara tabidir [koşullara bağlıdır]. Musikinin, insanlar arasında anlaşmaya vasıta olan lisanlar kadar, her hususta vazıh [açık] ve belirli bir ifade olmaması, onu anlamaya niyetli insanların seziş kabiliyetine bağlıdır. Muhakkak olan bir şey varsa o da, birbirinden ayrı dillere de temel olan sesin, müzik dilinin esas unsurunu teşkil etmesi ve bu iptidai malzeme ile meydana getirilen müzikal mimarinin, çeşitli dillere malik olan insan cemiyetlerini bedii [estetik] heyecan etrafında toplayan biricik müşterek dil olmasıdır. O halde her dile mal olan folklorik bünye gibi, onun da mahallî, halkî olan tarafları vardır. Her dile mal olan edebî ibdalar [yaratışlar] gibi, onun da folklor hududunu aşıp milletlerarası piyasaya ulaşan yüksek bir ifade ve beyanı vardır. Hattâ her lisanın edebî bünyesinde karşılaşılan seviye farklarıyla, musiki edebiyatında da karşılaşılır. Yani iyi musiki olduğu gibi, fena musiki de vardır. Bu itibarla musiki sanatı da, dinleyenin ruhunda –tıpkı edebî metinlerde olduğu gibi– birtakım his ve hayalleri harekete geçirir. İnsan ruhunda tam bir vuzuhla şekillenebilen bedii hisler ve hayaller, er geç moral bir bünyeye ihtihale etmekte [dönüşmekte] gecikmez. Bu takdirde hakikaten ahlâki muhtevaya [içeriğe] dayanan bir musiki ile, bunun tamamen aksine olan bir musikinin mevcut olduğu kendiliğinden anlaşılır.

            O halde orijinal bir musiki eserinin kendine göre bir fizyonomisi vardır; ve bu çehreyi okumasını bilen her insan, yalnız dinlediği müziğin mânâ ve mahiyetini anlamakla kalmaz; hattâ o eseri yaratan bestekârın sert bir mizaca mı, yoksa yumuşak ve santimantal [duygusal] bir karaktere mi, ahlâki salabete [sağlamlığa] mi, yoksa hafif ve dönek bir ruha mı malik olduğunu tespitte de güçlük çekmez. Bu arada sağlam bir estetik terbiyeye ulaşan bir insan için, dinlediği eserin bestekârını da yanılmadan teşhis edebilmek güç bir şey değildir. Çünkü bütün sanatlarda, yaratıcısını teşhise medar [tanımaya yardımcı] olan “üslûp”, musiki sanatı için de aynen varittir [geçerlidir]; ve “üslûbu beyan ayniyle insandır” prensibidir ki, seviyeli bir dinleyene, eserin Bach’dan mı, Beethoven’den mi, Haydn’dan mı, yoksaMozart’tan mı olduğunu tespitte güçlük çektirmez.

            Biraz da musikide hakikaten ahlâki unsurların mevcut olup olmadığı meselesini inceleyelim: Bundan iki asır kadar önce, İngiltere Kralı II. George’a “Messias” adlı eserini ilk olarak dinleten büyük bestekâr Händel, Kralın hayranlık dolu ifadesine aynen şu cevabı vermişti: “Haşmetmeap, maksadım hayran bırakmak değil, ıslah etmektir!” Unutmayalım ki, musikiyi bir ahlâk kemali [olgunluğu] olarak vasıflandıran Beethoven, Königsbergli filozof Kant’ın şu meşhur ahlâk düsturunu hâtıra defterine bizzat kaydetmiş ve bütün ibdalarında Kant’ın aynı düsturunu kendine rehber ittihaz etmiştir [olarak almıştır]: “İçimizde ahlâk kanunu, üstümüzde yıldızlı gök”. İşte onun için biliyoruz ki, Beethoven, bütün senfonilerinde ve daha çok üçüncü ve beşinci senfonilerinde, bedii [estetik] ifadeyi ahlâki müeyyidelerin [yargıların] bile fevkine [ötesine] ulaştırmakla, Kant düsturuna olan bağlılığını ispat etmiştir.

            Musikide ahlâk duygularının insan ruhuna ne nispette müessir [etkili] olabildiği keyfiyetine gelince: Musikiyi zinhar [asla] bir pedagog, bir mürebbi [terbiyeci] veya bir ahlâk vaızı telâkki etmemek kayıt ve şartıyla, onun ahlâki müeyyidesini ancak ve ancak hazırlıklı, telkine müsait bir ruh üzerinde müşahede etmek [gözlemlemek] her zaman için mümkündür. Yani derunî bir mizaca malik bulunan insanlarda henüz şekillenmemiş olan moral telâkkiler, güzel sanatlar ve bilhassa müzikal telkin sayesinde çabucak yeşerip feyizlenebilir. Hattâ zamanla ahlâki icraata da müncer olabilir [yol açabilir]. Yoksa musikinin, esasen ahlâki zaafları olan bir kimseye hemen iyi bir ahlâk, merhametsize şefkat, cimriye sahavet [cömertlik] teminine vasıta olabileceğini düşünmek, biraz da safdillik olur.

            Diğer taraftan bestekârın “musikime ille ahlâki bir bünye kazandıracağım” diye, ifadede sun’iyete [yapaylığa] gitmesi de yanlıştır; ve misaller ile de sabit olduğu gibi, bu nevi musikiler hayatiyetten mahrum, tek taraflı bir eser olmaya mahkûm musikilerdir. Şair Schiller’in de söylediği veçhile [gibi], sırf öğretici ve ıslah edici bir mahiyet arz eden somut eserler, ruhu daha çok belirli bir temayüle çekmeleri bakımından, güzellik mefhumu [kavramı] ile telif edilemeyen eserlerdir. O halde musiki eserlerinde de, ahlâki unsurların bedii gayeye hükmetmemesi, ahlâki ve bedii muhtevanın az çok muvazene halinde olması şarttır. Nitekim filozof Schopenhauer’ın dediği gibi, hayatı bütün yükseliş ve alçalışıyla objektif olarak aksettiren musiki eserleri, tek temayüllü ibdalara [eğilimli eserlere] nazaran daha kuvvetli moral bünyeye malik olan eserlerdir. Bu neviden bir musiki, sırf sathi [yüzeysel] bir zevkin mahsûlü olan hisleri önler. Ölçüsüz heyecana itidal verir. İradeyi iyiye ve doğruya yöneltir, fazilete musallat olan maddi temayülleri asil ve nezih temayüllere kalb eder [dönüştürür] ki, bu türlü bir ruh olgunluğu, insanı aynı zamanda nizama, âhenge ve kemale de ulaştırır. Böyle bir sanatın insan tarafından aranıp bulunmasından ziyade, insana sunulması gerekir. Çünkü bazı sanatların, hattâ bazı musiki nevierinin kastettikleri mânâ ve mefhumlara, insanoğlunun daha ziyade kendi arzu ve iradesiyle ulaşması lazımdır. İşte böyle bir arzu ve irade iledir ki, insanın güzelliğe müteveccih temayülü [yönelme eğilimi] artar, iç yaşayışın gelişip zenginlemesini sağlayacak estetik bir faaliyete de yol açılmış olur.

            Musiki sanatının insan ruhu üzerindeki yapıcı ve ıslah edici tesiri hakkında asırlar boyunca ne derece müspet [olumlu] kanaatler elde edilmiş olacak ki, tababetin [tıbbın] çeşitli kollarında da bu sanattan istifade edilmesi imkânları sağlanmıştır. Umumiyetle psişik problemlerin ihdas ettiği [ortaya çıkardığı] bazı marazların [hastalıkların] tedavisinde musikinin sihirli kudretinden istifade edilmesi hususu çok eski zamanlardan beri ihmal edilmemiştir. Bu takdirde tedavide faydalanılacak musiki nevinin intihabı [seçimi] hususu da ayrı bir ihtisasa [uzmanlığa] dayanır. Çünkü öyle musiki nevileri vardır ki, bunlar haddizatında [aslında] yüksek ve asil muhtevalarıyla ancak sağlam bir ruh ve bünye üzerinde müspet ve yapıcı bir tesir icra etmesine karşılık, hazırlıksız ve mariz bir ruh üzerinde yıkıcı, hattâ imha edici bir tesir icra edebilirler. Bu türlü musiki nevileri arasında, çok asil ve çok kaliteli muhtevasıyla, bilhassa Richard Wagner’in eserleri gösterilebilir. Hattâ tarihte, Richard Wagner’in meclubu [hayranı] ve büyük sanatkârın en büyük hamisi olarak gösterilen Bavyera Kralı II. Ludwig’in intiharı sebepleri, sırf Wagner sanatının asil olduğu kadar da asap yıpratıcı tesirinde aranmıştır. Bununla beraber "Wagner sanatı dinlenmesin!" nevinden bir mütalâa da bahis mevzuu olamaz. Çünkü insanların kendi ruhi temayüllerine sanatta en uygun istikametleri arayıp bulmaları mümkün olabileceği gibi, musiki ile ruh tedavilerinde kullanılacak eser nevilerinin de icabı gibi seçilmeleri lazımdır. Nihayet hayatta maddi ve manevi bütün münasebetlerimizin tanzim ve idamesinde [düzenlenmesi ve sürdürülmesinde] büyük rolü olan ölçü ve dozun estetik faaliyetlerimizin tanziminde de büyük rolü olacağı muhakkaktır. Bütün mesele dozu aşırmamaktadır!

            Musiki ve ritmin yalnız psikoz tedavilerinde değil, bazı memleketlerde fizik ve fizyolojik tedaviyi icap ettiren hususlarda da faydalı olduğu görülmüştür. Nitekim İtalya’da "Tarantella" denilen bir halk raksı vardır ki, bu raks bidayette [önceleri] Tarantella adlı çok zehirli bir örümcek tarafından sokulan insanın ölümden kurtulması için muttarit [tekdüze] bir ritimle muayyen bir müddet tepinmesi mecburiyetinden doğmuştur. Bugün artık İtalya’nın her yerinden örümcek sokmadan da Tarantella dansı zevkle ve sevilerek yapılmaktadır. Büyük şair Schiller, 18. asrın sonlarında, kendi estetiğine temel olan kanun ve nizamları vazederken, sanatın fizik ve psişik tesirinden ne yolda istifade edilmesi lazım geldiğine bilhassa işaret etmiş ve bu hususta çok sağlam bir prensip vazetmiştir. Schiller bu prensibinde kısaca şöyle demektedir: Şuuru muhtel [bozuk] bir kimsenin yaklaşmakta olan proksizmi hisseder etmez, kendini hekime, ilaca, hattâ bağlara ve zincirlere bilerek ve isteyerek terk etmesi, biraz sonra kendinden sadır olacak [gelecek] fenalığı önleme yolunda nasıl bir iradi tedbir ise, normal insanların, ne türlü neticeler doğuracağı bilinmeyen moralitelerini önceden tanzim yolunda, sanatın terbiyetkâr tesirinden faydalanmaları zarureti de aynı neviden bir tedbirdir.

            Görülüyor ki, şair Schiller de sanatın, hattâ fert ve cemiyet [birey ve toplum] ahlâkına daha mütekâsif bir tesir icra edecek [yoğun bir etki yapacak] kudrette olan musikinin, yapıcı ve ıslah edici tesirini sağlam bir düstura bağlamış, böylelikle insanın, estetik zevk ve terbiyeden hiçbir zaman mahrum kalmaması lazım geldiğine bütün insanlığı inandırmıştır.