Sanat ve Edebiyat Gazetesi
Sayı:4
25 Ocak 1947
Cevad Memduh Altar
Müzik dünyasının büyük şeflerinden Dr. Hermann Scherchen’in 18 Ocak 1947 Cumartesi günü Devlet Konservatuvarı salonunda Cumhurbaşkanlığı Orkestrasıyla verdiği konseri dinledim. Sabırsızlıkla beklediğimiz bu konser, her şeyden önce bir resital manzarası arz ediyordu. Sanki orkestramız, şefin elinde bir tek müzik âleti halin gelmiş, şef de o âletin virtüozu olmuştu. Böylece ne değneğe, ne de partisyona ihtiyaç duyan Hermann Sherchen, Bach ve Beethoven gibi insanlığın kültür tarihine mal olmuş iki sanat dâhisinin yaratmalarına yeniden can veriyordu. Bu arada, iki güzel elin yoğurduğu çamurdan meydana gelen figürler, bu sanatın en mistik, en metafizik anlarını bile vakit vakit maddeleştirmeye yetiyordu.
Konserin devamı boyunca, hayalimde, antik mitolojinin kahramanlarıyla, tanrılarıyla, tanrıçalarıyla karşılaştım. Gözümün önünden Lackoon’lar, Herkül’ler, Samotras Tanrıçaları, Athene’ler, Niobe’ler, Zeus’lar, birer birer gelip geçtiler. Kendimi, bu ses sanatının tarife sığmayan sihrine kaptırıvermiştim. Uyandığım zaman, Beethoven’in Bettine Brentano’ya söylediği bir sözü kafamda mütemadiyen tekrar edip duruyordum: “Ben insanları, fikir ve idrak sarhoşu eden Bacchus’üm!”.
Hermann Scherchen gibi bir sanat adamının elinde, Johann Sebastian Bach’ın flüt ve yaylı sazlar orkestrası için yazdığı si-minör süiti ne hale gelmişti! Büyük şef bu esere, bünyesinin gerektirdiği dinamizmi ne derece nisabında [ölçüsünde] sağlıyordu; Bach polifonisinin icap ettirdiği kaynaşma, eserin çeşitli partileri arasında ne mesut münasebetler içinde meydana geliyordu. Süit, başından sonuna kadar, açık ve mütecanis [homojen] bir tempo içinde akıp gidiyordu.
Bach’ın, 18. yüzyılın halk raksları [dansları] üzerine kurulmuş olan bu içli süitleri, şu ciheti yeniden açıklamakta idi: “Öz sanat, ancak halkın ruhundan beslenen sanattır; halk müziği veya halk ruhu üzerine kurulmamış olan sanat müziği, daima dumura uğramaya mahkûm bir müziktir”.
Beethoven’in, Op.55 mi-bemol majör “Kahramanlık Senfonisi”ne gelince: Bu büyük eseri dinlerken, artık Beethoven eserlerini çalabilecek bir orkestra ile karşılaşmış oluyorduk. Hayatı boyunca insanlığı kurtaracak bir kahramanın hasretini çekmiş olan Beethoven, bu eşsiz eserinde ne asil duyguların etkisi altında bizlere hitap ediyordu. Bu senfoninin bütün kısımları, hele o Matem Marşı üslûbunda meydana getirilmiş olan ikinci kısmı (Marcia funebre) insanoğlunun neşesine de, kederine de ne tarifsiz bir ifade içinde vücut vermişti. Beethoven gibi, her şeye iyimser kalmış bir sanat büyüğünün, bu eserin son kısmında (Finale-Allegro molto) bütün idealleri ile göğe ermiş olduğunu görüyorduk. Nitekim bu güzel eserin ikinci kısmına hakim olan “ölüm” ve “ahret” düşünceleri, eserin bilhassa son kısmında “yaşama” ve “zafere ulaşma” mefhumlarına istihale ediverdi [dönüştü]. İşte bu ölüm ve ahret hülyasından birdenbire hayata dönüşü Dr. Hermann Scherchen ne kuvvetli bir tezat estetiği içinde ifade etti. Şurasını da söylemek lazım gelir ki, orkestramızın, bu kadar ince, bu kadar derin duyguları şefin istediği gibi açıklayabilmiş olması, ayrıca sevinilecek bir şeydi.
Bu konser, şu cihetleri bir kere daha belirtiyordu: Bugünün müziği, her yerde sevilen, her tarafta icra edilebilen bir müziktir. Bugünün müzik âleti, her yerde aynı metodla, aynı teknikle çalınabilen bir âlettir. Bugünün müzisyeni, dünyanın her yerinde sanatını geçirebilen bir müzisyendir. Bugünün sanatında değişik kalması gereken biricik şey, ifade ve duyuşta, mahallî özellikleri sağlayabilecek olan unsurdur, ve sanatın millî olan tarafı da işte bu tarafıdır. O halde sanat, bir yerde değil, her yerde anlaşıldığı zaman bir kıymet ifade eder. Dil ile anlaşamayan insanlar sanat yoluyla her zaman anlaşabilirler. Yoksa Hermann Scherchen’in yaşadığı muhitten çok uzak bir ülkede ve müzikten başka bir sahada düşündüklerini bu derece vuzuhla anlatabilmesi mümkün olur muydu? Bu da gösteriyor ki: “Sanatın en millî olanı en milletlerarası olanıdır” sözü doğrudur.