“Devlet Tiyatrosu” Aylık Sanat Dergisi
1 Ekim 1952
Sayı: 5
Cevad Memduh Altar
Kıymetli arkadaşımız Nurullah’ı kaybettik. Onun ziyaı [kaybı], memleket için yalnız bir sanatkâr kaybı demek değildir. Nurullah, bir öğretmen, bir muganni [şarkıcı], bir opera sanatkârı, şan mütehassısı [uzmanı] ve nihayet bir sanat inkılapçısı idi. Onu, bütün bu hizmetlerin başında titizlikle gördük. Nurullah’ın, ilkokul öğretmenliğinden müzik sanatkârlığına intikali [geçmesi] bir tesadüf değildi. İstanbul Muallim Mektebi’nde geçen öğrenme yılları boyunca, müzik sahasında gösterdiği faaliyet, onun durumunu, sınıf arkadaşlarının çoğundan tefrik eden [ayıran] bir hususiyetle muttasıf [nitelenmiş] kılıyordu. Bu hususiyet, musiki gibi bir terbiye vasıtasından da faydalanabilen bir mürebbi [eğitimci] olma mazhariyeti idi. Nitekim de öyle oldu.
Nurullah, ilkokul öğretmenliği yaparken, bir yandan memleketimizin o zamanki musiki zevkine oldukça aykırı bir metodla teganni ediyor [şarkı söylüyor], bir yandan yine aynı metodun enstrüman icracılığında paraleli olan diğer bir hizmeti başarıyor ve flütistlikte de ilerliyordu. Zamanın musiki anlayışına tezat teşkil eden bu metod, kelimenin en kati mânâsıyla günün icap ettirdiği milletlerarası tekniğe dayanan bir metottu. Demek, “Sanatın en millî olanı, en milletlerarası değerde olanıdır!” prensibini daha o yaşlarda (1914-1916) benimseyen Nurullah, yine aynı yaşlarda şuurlu [bilinçli] bir inkılapçılığa doğru istihale ediyordu [dönüşüyordu].
Vakıa [Gerçi] bu özlenen inkılap, o tarihlerde henüz “millî-modern” repertuvar diye vasıflandırılabilecek değerde eserlerden mahrumdu. Fakat bu nevi eserleri memleket sanatına kazandıracak örnekler de yok değildi! Rönesans’tan bu tarafa, son 5 asrın milletlerarası değerdeki millî muhalledatı [varlığı], mahallî renklerin ve hususiyetlerin, müşterek metod ve teknikten faydalanmak suretiyle işlenip sanat eseri haline konmasını mümkün kılmıyor muydu? Sanatta günün teknik icaplarından doğan, tarihî olduğu kadar da tabii olan bir hamle ile tekâmüle kavuşan [ilerleyen] bütün millî topluluklara ilim, fen ve hattâ millî muhtevalarıyla [içerikleriyle] dünya piyasasına intikal etmiş büyük eserler örnek olmamış mıydı? Ve nihayet sanatta inkılap yapmış milletler, ancak millî hususiyetlere sımsıkı bağlı olarak yurt için olduğu kadar, yurt dışını da fetheden eserlerle medeniyet tarihinde ebedileşmiyorlar mıydı? O halde, bütün bu prensiplerin bizde de tatbikini vakit vakit önleyen ve geciktiren Tanzimat ikiliği, 16 yaşındaki Nurullah’ı da sanat inkılapçılığına tahrik etmişti [özendirmişti]. Onun için Nurullah, yalnız kendini tatmin için değil, muhitini, hattâ bütün bir gençliği bu intibaha [uyanışa] yaklaştırmak için üzerine aldığı misyonun önemini, genç yaşlarda bile bir mücahit salabetiyle idrak etti [savaşçı metanetiyle yerine getirdi].
51 yaşında onu hayata yüz çevirmek mecburiyetinde bırakan hastalığın zebunu olduğu [güçsüz bıraktığı] son yıllarda, icracılık faaliyetine bizzat iştirak edememesi ıstırabını, vaktiyle alemdarlığını yaptığı sanat hamlelerinin bir çeyrek asır içinde tamamen tahakkuk etmesi keyfiyeti dindirebiliyordu. Nitekim Nurullah ve Nurullah’la beraber musiki reformumuzun tahakkukuna hizmet eden idealistlerin emekleri heba olmadı ve bugün Devlet Konservatuvarı, Devlet Operası, modern-millî bestekârlarımızın dünya repertuvarına intikal eden eserleri, memleket dışına davet edilen müzisyen ve opera mugannilerimiz [şancılarımız], vaktiyle atılmış adımların boşuna atılmadığını açıklamaya vesile olmuşlardı. İşte onun için Nurullah’ı bir sanat mücahidi olarak tanımak, onu hakiki vasfıyla anlatmaktan başka bir şey değildi.
Nurullah’ın Berlin’deki Stern Konservatuvarı’nda geçen tahsil yılları, intihap edeceği [seçeceği] mücadele veçhesinin [yönünün] tayini bakımından, hayatında ikinci bir dönüm noktası olan yıllardı. Çünkü senelerdir büyük bir titizlik ve hassasiyetle üflenen flüt, uzun bir tereddüt devresi sonunda Berlin’de tam bir istirahate terk edilmiş, dahası resmî faaliyet planı gereğince tespit edilen müzik pedagojisi tahsili de zamanla ikinci plana alınmış, hattâ kadro dışı edilmiş, sanatkârın bütün dikkat ve alâkası tek bir noktaya yönelmişti: “opera icracılığı”! Bu, onun için Berlin’de doğmuş yeni bir heves değil, İstanbul’da verdiği amatör şan konserlerinden beri tercihte tereddüt ettiği bir sanat nevi idi. Bu itibarla Berlin yılları ancak kesin bir karar devresi oldu; teganni ve opera artistliği üzerinde kat’i karara Berlin’de varıldı. Artık tereddüt yılları sona ermiş, büyük idealin tahakkukuna vasıta olacak yol seçilmişti.
Nurullah, Berlin’de çok iyi hocalardan, daha ziyade Orta Avrupa operası ile “Lied” sanatı ve tekniğini, modern bir solfej sistemi olan Tonika-Do metodunu öğrendi. Fakat bunlar kâfi değildi. Nitekim operanın beşiği olan İtalya’ya da gidilecek, orada da dünya opera sanatının temel eserleri tetkik edilecekti.
1933 yılında, günün musiki sanatının gerektirdiği teknik bilgi ve metod ile yurda dönen Nurullah’a faaliyetini kıymetlendirecek imkânların da sağlanması lazımdı. Evvela sırf sağlık durumu bakımından, Ankara ile İstanbul arasında tercihi gerektiren tereddüt anları baş gösterdi. Fakat bu çabucak halloldu. 1933’te, Atatürk’ün emirleriyle Millî Eğitim Bakanlığında yapılan toplantıda, bir Devlet Konservatuvarının kurulmasına ve bu millî sanat müessesesinde her şeyden önce günün estetik anlayışının icap ettirdiği ilim ve metodların tedrisine [öğretilmesine] karar verildi ve bu suretle musiki sanatı memleketimizde de akademik bir formasyona tabi tutulmaya başlanmıştı.
İşte bu yolu takip eden yıllarda (1935) tahakkukuna geçilebilen Devlet Konservatuvarı ile ilgili olarak, Prof. Paul Hindemith, Dr. Ernst Praetorius ve Prof. Carl Ebert’in Ankara’ya davet ve tevzif edildikleri [görevlendirildikleri] yıllarda (1935-1936) Nurullah’ın büsbütün Ankara’ya gelmesi hususu da katileşti. Nurullah, Devlet Konservatuvarı Opera Bölümüne şef ve şan hocası olarak tayin edildi. Halen tatbik edilmekte olan Konservatuvar Talimatnamesinin hazırlanmasına memur edilen Nurullah, bu talimatnamenin projesini tek başına ve büyük bir muvaffakiyetle hazırladı.
Nihayet Prof. Carl Ebert, zamanın Millî Eğitim Bakanı rahmetli Saffet Arıkan’a verdiği sözü tutmuş ve Nurullah ile diğer Avrupalı şan hocalarının geceli gündüzlü çalışmalarıyla yetişen Türk opera muganni ve muganniyelerinin [şancılarının], beşinci tedris yılının içinde kurulan (1941) Tatbikat Sahnesi’nin Opera Stüdyosu’nda dünya repertuvarının belli başlı operalarını –İngiltere ve Amerika’nın aksine olarak, yazıldıkları dillerde değil de– güzel Türkçemizle oynamaları imkânı hasıl olmuştu. İşte yalnız bu karar, Nurullah’ın yıllarca mücadelesini yaptığı bir idealin tahakkukuna doğru atılan ilk esaslı adımdı. Vakıa [Gerçi] İran Şehinşahı’nın 1934 yılında Ankara’yı ziyaretlerinde Adnan Saygun’un Özsoy ve yine aynı yıl içinde Atatürk’ün Ankara’ya ilk olarak ayak bastıkları günün kutlanması münasebeti ile tertip edilen törende Adnan Saygun’un Taşbebek ve aynı akşam Necil Kâzım Akses’in Bayönder operalarında Nurullah, diğer Türk arkadaşlarıyla birlikte, millî operamız icracılığının ilk müjdecisi olma bahtiyarlığına ermişti. Fakat o zaman ne Devlet Konservatuvarı, ne akademik tahsil yapmış, opera şubesinden mezun olmuş ses sanatkârlarımız ile rejisörlerimiz mevcuttu. Hiç şüphesiz büyük ehemmiyeti haiz olan bu ilk opera hareketini, ancak profesyonellikle amatörlük arasında yer alan, mutavassıt [vasat] bir şekilde vasıflandırmak mümkündü.
Nurullah, milletlerarası teknik ve estetik anlayışın icap ettirdiği esas ve ölçülere göre, Tatbikat Sahnesi Opera Stüdyosu’nda 1941-1945 yılları arasında sahneye konan repertuvarın temel eserlerinde, bu arada Tosca operasının ikinci perdesinde Baron Scarpia, Madam Butterfly operasında Japon rahibi Bonza Amca, Satılmış Nişanlı operasında evlenme kılavuzu Ketsal ve nihayet Fidelio operasında komutan Don Pizarro rollerinde talebeleriyle yan yana ve omuz omuza sahneye çıkmış, bütün seyircileri teganni üslûbu ve aktörlüğü bakımından hayran bırakmıştı. Bu suretle bir sanat mücahidinin ideali, mücadelesi pahasına tahakkuk ederken, hem kendisi hem de bizler bahtiyarlığın son kademesine ulaşmış oluyorduk.
Güzel Türkçemize mal edildiği, Türk dili, Türk artistleri ve kendi mizaç ve tamperamanımıza göre oynandığı için bir bakıma millî operamıza da intikal etmiş olan eserlerin mutlaka kendi dilimizde oynanması hususunda Nurullah’ın gösterdiği titizlik bizleri ne kadar mütehassis ediyordu [duygulandırıyordu]. Bizzat kudretli bir bas-bariton olduğu için teganni tekniğini ve kelimelerin bu teknikle bir arada işlenip müzik cümlesine prozodik intibakını şayanı hayret bir incelik ve suhuletle [kolaylıkla] kavramış olan Nurullah, bu türlü adaptasyonlarda fevkalâde muvaffak oluyordu. Nurullah, bu cümleden olmak üzere, Batı şan edebiyatının en önemli eserlerinden birçok “Lied”i ve opera eserlerinden bazılarını büyük bir başarı ile dilimize çevirdi. Palyaço operası ile Haydn’ın Mevsimler Oratoryosu’nu ve Beethoven’in 9. Senfoni’sinin sonundaki Schiller’in “Neşeye İlahi” şiirinden alınan koro metnini onunla beraber dilimize çevirmiş ve Nurullah’ın prozodi tatbikatındaki buluşlarına hayran olmuştum.
Nurullah’ın 1941 yılının Nisan ayında Tosca operasının yalnız ikinci perdesinin temsilindeki Baron Scarpia ile başlayan faaliyeti, yine aynı yılın Mayıs ayında oynanan Madam Butterfly’daki Bonza Amca, 1942 yılının Şubat ayında oynanan Fidelio’daki Don Pizarrro, 1943 yılının Şubat ayında sahneye konan Satılmış Nişanlı’daki Ketsal, yine aynı yılın 2 Mayıs ile 18 Haziran tarihleri arasına isabet eden Devlet Konservatuvarı Temsil Bayramı’ndaki Bonzo Amca ve Don Pizarro ve nihayet 1945 yılı Ağustosunun 20’sinden 21 Eylüle kadar devam eden Tatbikat Sahnesi İzmir Fuarı temsillerindeki Don Pizarro, Ketsal ve Bonzo rolleriyle nihayete erer. Tatbikat Sahnesinin bu beş yılı, millî tiyatro ve operamızın kuruluşunu sağlayan “temel yıllar” diye anılmaya değer yıllardan olduğu kadar, sanat inkılabımızın dünya ölçüsünde tanınmasına da vesile olan yıllardır. Nitekim o tarihlerde bir filiz tazeliği ile süren ve yeşeren millî operamıza, Nurullah gibi yetişmiş bir sanat adamının iştiraki [katılması] büsbütün kuvvet vermiş ve bu hal ilk temsillerin bile büyük başarı ile neticelenmesini mucip olmuştur.
Üç senelik parlak ve başarılı bir çalışma ile hayli tecrübe edinmiş olan Tatbikat Sahnesi, 1943 senesinde, Prof. Carl Ebert’in idaresi altında, dördüncü opera olarak Halil Bedi Yönetken arkadaşımızın doğrudan doğruya Çekceden dilimize çevirdiği Satılmış Nişanlı operasının hazırlıklarına başlamıştı. Nitekim eser Şubat ayında muvaffakiyetle sahneye konmuş, Ketsal rolündeki Nurullah, hepimizi kendine hayran bırakmıştı. Onun tegannideki parlaklığı kadar aktörlüğü de herkesi teshir etmişti [büyülemişti]. Bu harikulade temsilin dünya ölçüsünde akisler yaratmış olduğunun bidayette [başlangıçta] farkına varamamıştık. Fakat Hariciye Vekaletimizin [Dışişleri Bakanlığımızın] 17 Nisan 1943 tarih ve 6114 sayılı yazısına bağlı İngilizce bir mektup, bizleri son derece sevindirdi. Bu mektup, o zaman işgal altında bulunan Çekoslovakya devletini Londra’da temsil eden Cumhurbaşkanı Dr. F. Beneş’in mektubu idi. Çünkü Satılmış Nişanlı’nın temsili, genç operamızın repertuvarına yeni bir eser kazandırmakla kalmamış, istila görmüş bir memleketin, istiklal uğrunda ölüm dirim savaşına girmiş evlatlarını da sevindirmiş ve onların millî gururunu okşamıştı. Dr. F. Beneş, bu mektubunda kısaca şöyle diyordu: “… Millî operamız Satılmış Nişanlı 11 Şubat tarihinde Ankara’da temsil edilmiş… Malum şartlar içinde bu operanın meydana getirilmiş olması, görüşümüze göre Türkiye için bütün Çekoslovak milleti tarafından son derece takdir edilecek bir jesttir. Çekler, bilhassa bugünkü durumlarında, hareket ve muamelelerinden dolayı Türk milletine son derece minnettar kalacaklardır…”. Memleket dışında bile akisler yaratan Satılmış Nişanlı operasındaki başarı, şüphesiz temsil edilen diğer operalarda olduğu gibi, oyunlarda vazife alan bütün genç artistlerimizin müşterek bir başarısı idi; fakat Nurullah’ın boyuyla bosuyla, sesi, bilgisi, velhasıl her şeyi ile bu temsillere verdiği bir hususiyet vardı ki, işte o eserleri Avrupa sahnelerindeki temsillerinden farksız yapıyordu. Onun içindir ki, Tatbikat Sahnesinin en parlak temsillerinden biri olan Satılmış Nişanlı operasının oynandığı günlerle ilgili hangi hatıra aklıma gelse, muhakkak Ketsal rolünde Nurulah Şevket Taşkıran ile mustarip Dr. Beneş de hatırıma gelir.
15 Ağustos 1952 tarihinde Nurullah’ı kaybettik. Türk sanat dünyasının kaybı şüphesiz çok büyüktür; fakat sanat önderi ve inkılapçısı Nurullah’ın meydana getirdiği eserler de büyüktür. Onun içindir ki, her memlekette olduğu gibi, bizde de “Millî Musiki Akademisi” halinde gelişecek olan operamızın bundan böyle yapacağı her hamlede Nurullah sembolü yaşayacak ve ebedileşecektir.