Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİMAKALELER

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

26.II.1944
Ulus gazetesi

YERİNDE BİR BULUŞ

Cevat Memduh Altar

            Sanat tarihinin mezarları bile unutulmuş kahramanları az değildir. Güzel sanatların muhtelif sahalarına hizmetleri dokunmuş olan bu büyükler arasında öyle dâhiler vardır ki, bunların bir kısmı, zamanlarında anlaşılmadıklarından maada, etrafın kayıtsızlığı yüzünden binbir acı içinde kıvranmışlar, tam seslerini duyuracakları bir anda talihin kötü bir cilvesine kurban gitmişlerdir. Gene bir kısım sanat dâhileri vardır ki, zamanlarında anlaşılmamışlardır; tam anlaşılacakları zamana ise ömürleri vefa etmemiştir. Fakat ölümlerinden çok sonra bunları kutlamaya yeltenen insanlık, onların ya mezarlarını bulamamıştır, ya şehir arşivlerinde yapılan esaslı araştırmalardan sonra meydana çıkarılmış olan bir iskelet, herhangi bir faninin hayatında aklından bile geçiremeyeceği bir büyüğe atfedilmiştir. Velhasıl sahibine ait olan veya olmayan bir sürü kemik parçası, bir sürü kafatası, laboratuarlarda tetkik mevzuu olmuştur. Gene bu neviden kemikler, müzelerden, kasalardan çalınmıştır. Şunun bunun elinde birtakım maddi menfaatlere âlet olup durmuşlardır.

            Romantizmin büyük üstatlarından Robert Schumann, Leipzig’de geçirdiği yılların birinde, sanat dünyasının kaybolmuş bir mezarını aramaya çıkmıştı. Bu ateşli bestekâr, Orta Avrupa müzik büyüklerinden birkaçını yetiştirmiş olan Leipzig’de, müzik sanatının en büyük üstadının mezarını bulmayı kafasına koymuştu.

            Bir gün geç vakitlere kadar şehrin tanınmış bir kabristanında okumadık mezar taşı bırakmayan Schumann, üzerine aldığı bu mühim vazifenin, içinde bulunduğu asrın ancak son yıllarında muvaffakiyetle başarılacağını hatırından bile geçirmeden, evine dönmek ve hattâ bu muvaffakiyetsizliğinin verdiği ıstırapla, günün birinde şu satırları karalamak zorunda kaldı: “Bir akşamüstü Leipzig kabristanına büyük bir adamın mezarını aramaya gitmiştim; saatlerce orada burada arandım durdum, hiçbir yerde “J.S.Bach”ı bulamadım… Bu işi mezar bekçisine söyleyince, sorduğum adamın kendisi için meçhul bir insan olmasından dolayı başını salladı ve “Bach çok!” diye cevap verdi. Eve dönerken kendi kendime şöyle diyordum: “Bu işe ne şairane bir tesadüf hakim! Şu fani zerreleri düşünmeyelim diye, şu adi ölüm hakkında bir fikir yürütmeyelim diye (büyük üstat) külünü bile etrafa savurmuş (yok etmiş); o halde onu hep orgunun başında, o kibar kıyafetiyle dimdik otururken düşünmekten başka çare yok”.

            Leipzig’deki mezar bekçisinin, üstatların üstadı Bach’a sonsuz bir aşkla bağlı olan Schumann’a adedini çok olarak gösterdiği Bach, çoğu Leipzig’de geçen 65 yıllık mütevazı bir hayattan sonra 1750 yılında ölen ve ölümünden yirmi yıl sonra eserleriyle beraber unutulan Bach, yani sanat tarihinin biricik Johann Sebastian Bach’ı idi.

            1650 seneleri, bütün garba [Batıya] hakim olan Barok sanatının Orta Avrupa’da, bilhassa müzik sahasında, kendini Fransız ve İtalyan Barokundan alabildiğine ayırt ettirdiği bir devirdi. 1685 senelerine doğru, Thüring eyaletinin Eisenach kasabasında dünyaya gelen J.S.Bach, gençlik çağlarına ulaştığı sıralarda, org için, klavsen için, sair âletler veya koro için yazdığı eserlerle, bütün müzik büyüklerine hocalık ettiğinin, preklasikler devrinin koruyucusu olduğunun, o eşsiz sanatıyla Haydn’lara, Mozart’lara, Beethoven’lere, Wagner’lere bile rehberlik edecek kudrette bir sanat büyüğü olduğunun, daha doğrusu –kelimenin en kati manasıyla-, müzik sanatını zaman mefhumundan çekip koparan biricik üstadın kendisi olduğunun farkında bile değildi.

            Leipzig’de Thomas kilisesinde uzun yıllar kantorluk [müzik hocalığı] ve organistlik etmiş olan, iki defa evlenip yirmi evlat dünyaya getirmek gibi medeni faziletlerin en güzelini göstermiş olan sanat dâhisi Bach’ın bütün eserlerinde fikir, enerji, vuzuh ve hakikat gibi manevi hasletlerin en mühimleri bir araya gelmiş bulunuyordu.

            Büyük sanatçıların ülûhiyete içten bağlı bir insan olması yüzünden, tekmil yaratmalarının dinî veya dindışı gayeleri hedef bilen eserler olması keyfiyeti üzerinde iki asırdır uzun uzadıya münakaşalar yapılmış, güzellik ve zarafet gibi hasletleri de ihtiva eden bu eserler, her şeyden önce insan hasretini anlatan birer sanat abidesi olarak tanınmışlardır. Hattâ bütün bu eserler öyle bir hasretin, aynı zamanda öyle bir enerjinin ifadesidir ki, modern bir münekkidin [eleştirmenin] söylediği gibi, uzun müddet Bach sanatıyla meşgul olan bir insan, günün birinde kendini karla örtülü yüksek bir dağın zirvesinde bulur; ve bütün dağı kaplayan kesif bir sis tabakası bu zirvenin ancak kaidesine ulaşmış olan diğer sanat dehalarının başlarını olsun, bu Bach sanatıyla mest olan insana göstermek fırsatını vermez; zaten tehlikenin büyüğü de bu noktaya ulaşmaktır; çünkü dağın bu zirvesine ulaşanların birçoğunda, Beethoven’e bile dönememek takatsizliği baş gösterir ki, artık buna takatsizlik değil, haksızlık demek daha doğru olur; Beethoven, Bach’ın temadisidir [devamıdır], çünkü Beethoven’e ulaşamamak, Bach’ta yarı kalmak demektir.

            Beethoven ile Wagner’in sanatı, esas itibariyle, insana teveccüh etmiş bir sanattır; buna mukabil biraz evvel büyük bir hasretin ifadesi olarak vasıflandırdığımız Bach sanatı ise, insanoğlunun “bilinmeyen büyüğe” olan hasretinden başka bir şey değildir. O halde kendini Bach ve Beethoven sanatına vermek demek, insanın kendi benliğine, kendi hasretine, kendi derdine dönmesi demektir.

            Müzik sanatının her sahasında eser yaratmış olan büyük dâhi Bach, sanat tarihinin –mezarıyla birlikte– unutulmuş dâhilerinden biri idi. İnsanlığa hizmet arzusuyla onun mezarını Schumann aradı, bulamadı. Mendelssohn, eserleri yoluyla ona yeniden hayat verdi; fakat geçen asırların sonlarına doğru bu büyük adamın eşsiz yaratmalarını meydana çıkarmak maksadıyla, milletlerarası bir teşekkül olarak kurulan “Bach Cemiyeti”i, kırk yıldır bu uğurda yaptığı esaslı araştırmalarla, her yıl neşredilen sayısız yazılarla, Bach gibi bir Sanat Tanrısı’nın kim olduğunu insanlığa anlattı; Bach’ı sevenler artık onun mezarını da meydana çıkarma zamanının gelmiş olduğu fikri üzerinde birleştiler.

            Geçen asrın sonlarına kadar, Bach’ın Leipzig’deki Thomas kilisesinin kabristanına defnedilmiş olduğu biliniyordu. 1894 yılında yapılan esaslı tetkiklerden sonra sanatçının, kilisenin cenup [güney] kapısından itibaren altı adım ilerde hazırlanmış bir mezara defnedildiği tesbit edildi. Halbuki kabristan, yıllarca evvel umumi bir bahçe haline getirilmiş bulunuyordu. Gene bu yılda, bugünkü Thomas kilisesinin yerinde bulunan eski kilisenin yıkılarak, yerine yeni bir kilise yapılması kararlaştırılmıştı. Günün birinde evvelce Bach’ın gömüldüğü yer olarak tesbit edilen mahallin bir heyet önünde kazılması esnasında, üç mezar meydana çıktı. Bunlardan birisi, genç bir kadının iskeletini ihtiva ediyordu; ikinci mezarda, kafası dağılmış bir iskelet bulunuyordu; üçüncü mezarda ise, yaşlı, orta boylu, sağlam yapılı bir insan iskeleti vardı. İşte bu iskeletteki başın daha ilk tetkikinde, Bach’ın evvelce bulunmuş yağlıboya portrelerindeki karakteristik hatlar derhal görüldü. Fakat büsbütün emin olmak için, aynı iskelete ait başın alçıdan bir kopyası meydana getirildi ve Leipzig’in tanınmış bir heykeltıraşı olan Seffner’in, ihtiyar insanların kafalarına yüz adalelerinin nasıl intibak etmekte olduğunu uzun uzadıya araştırdıktan sonra, elde mevcut alçı kafatasına nazaran yaptığı bir büst, yalnız Bach’ın malûm olan iki portresine aynen benzemekle kalmamış, hattâ aynı büst, mana ve ifade bakımından, Bach’ın tanınmış portrelerini bir hayli geride bırakmıştı.

            Tanınmış Bach biyografı Albert Schweitzer’in de dediği gibi, heykeltıraş Seffner’in uzun tetkikler sonunda meydana getirdiği Bach büstü, sanatkâra hayatının son yıllarında, her gün bir dert, bir üzüntü veren Thomas mektebinin kapısına sanki ayak bastığı andaki haleti ruhiyesini [ruhsal durumunu] gösteren bir büst idi. Fakat her şeye rağmen insanlık, vazifesini yapmıştı; çünkü vaktiyle büyük sanatkâr Schumann’ın yapamadığı bir keşfi, günün birinde, adedi inanılamayacak kadar çoğalmış olan Bach-severler pekâlâ başarabildiler.