Cevad Memduh ALTAR
(Cevad Memduh Altar’ın, Ankara Devlet Konservatuvarı’nın 25. yıldönümü vesilesiyle 14 Mayıs 1961 günü düzenlenen klavsen-keman ve yaylı sazlar orkestrası konseri programı çevçevesinde, Wanda Landowska’nın anısına yaptığı konuşmanın metni.)
Devlet Konservatuvarı kuruldu ve üzerinden 25 yıl geçti. Bu süre içinde, kurumun eksiklerini tamamlama yolunda harcanan çaba, hemen her alanda olumlu sonuçlar verdi. Daha başlangıçta, açılan bölümlerle ilgili bütün ihtisas kollarının eksiksiz kurulabilmesi için ne kadar uğraşılmıştı. Nitekim klavyeli enstrümanların öğretildiği ihtisas kolunun da iki önemli eksiği vardı: bunlardan biri org, öteki de klavsen öğretimiydi.
Kurum, yirmi beş yıllık çalışma süresi içinde birçok kıymetli piyanist yetiştirmiş, fakat org ve klavsen literatürünü orijinal enstrümanları üzerinde icra ettirmek imkânını elde edememişti. Gerçi bu her iki enstrüman ile bunların kendi literatürlerine bağlı teknik ve estetik özellikleri bize az çok tanıtacak imkânlar memlekette büsbütün yok değildi, çünkü bir yandan org literatürünün orkestraya veya piyanoya yapılan transkripsiyonları, öte yandan eski klavsen literatürünün, 18. yüzyıldan sonra, bu enstrümanın yerini alan piyanoya geçmesi, eserleri bambaşka bir renk ve teknikle de olsa çalma imkânını piyaniste veriyor, bu durum, dinleyeni de aynı oranda tatmin ediyordu.. Ortada hiç ihmal edilmeyecek bir imkân daha vardı ki, o da plağa alınmış klavsen ve org eserleriydi, çünkü org ve klavseni orijinal renginde ve tekniğinde plaktan dinlemek mümkündü, ancak meraklısını dolaylı yoldan tatmin eden bu imkânın, ciddi bir eğitim ve öğretim kurumundaki açığı kapama ve icracı sanatçı yetiştirme bakımından yararı yoktu. O halde yapılacak şey, bizim konservatuvarımızda da bu iki bölümü açmaktı.
Konservatuvarın kuruluşundaki gaye, yaratıcı ve icra edici sanatçıyı yetiştirme, yetişmenin hedefi ise her şeyden önce müzik uygulamasını gereği gibi sağlama olduğuna göre, organist ve klavsenist, bizim sanat çalışmalarımızda hangi eksiği karşılayacaktı? Batıda organist bir bakıma daha çok din faaliyetine yönelmekte, klavsenist ise en çok 17. ve 18. yüzyıllara özgü Barok müziği konserleri vermekte ve bu tür oda müziği konserlerine katılmakta olduğundan, bu aletlerin bize göre kullanılış amaçları ne olabilirdi? Bu önemli soruların cevabı kısaca şundan ibaretti: Batıda olduğu gibi bizde de, standart eğitim ve öğretimin gerektirdiği meslek kollarını bütün özellikleriyle geliştirmek ve çoksesli Türk sanat müziği yaratıcılığına ve icracılığına yeni renk, teknik ve ifade katabilmek imkânlarını sağlama yolundaki araştırmalara devam etmek! Onun içindir ki, org sanatı yalnız dine yönelmemiş, müzik sanatında tamamen din dışı bir org literatürü de meydana gelmişti.
Diğer yandan Batıda klavsen müziği, sırf 17. Ve 18. yüzyılların sanatı içinde tükenmeye mahkûm edilmemiş, tam tersine, modern sanatın önderlerinden Manuel de Falla ve Poulenc gibi besteciler, klavsen literatürünü yenileme imkânını büyük bir başarıyla sağlamışlardı, çünkü klavsen, son 50 yıl içinde, sadece Wanda Landowska (1789-1959) gibi enerjik bir sanatçının gayretiyle Rönensansını idrak etmiş ve Fransa’daki Pleyel firması başta olmak üzere, bazı piyano fabrikalarında yeniden yapılan modern klavsenlere, renk çeşitliliği ve teknik kapasite bakımından hiçbir devirle kıyaslanamayacak bir icra ve ifade özelliği verilmişti. Bu durum, son 30 yıl içinde yalnız klavsen imal eden fabrikaların da kurulmasına vesile olmuştu. O halde org ve klavsen eğitimini bizde de Devlet Konservatuvarı’nın piyano bölümünde süratle sağlayacak, piyano mezunlarından bazılarına ayrıca bu enstrümanlarda da ihtisas yaptırabilecek, müzik sanatının bu iki ayrı literatürüne ait eserlerin orijinal renk ve teknikleriyle çalınıp dinlenebilmelerini mümkün kılacak, böylece Türk bestecilerine çoksesli çağdaş müziği zenginleştirecek daha başka renk ve teknikten faydalanma imkânını verecek tedbirlerin bir an önce alınması gerekmektedir.
Unutmamalıdır ki Couperin, Bach ve Vivaldi gibi preklasik bestecilerin eserleri ancak bugünkü piyanoda çalınmakta, piyano ise, klavsenin tekniği ve estetiğiyle hiçbir zaman bağdaştırılamayacak bir enstrüman olma niteliğini taşımaktadır. Yukarıda açıklanan nedenler bakımından, öteden beri kurulması düşünülen klavsen sınıfı için, 1954 yılında, Wanda Landowska ile Amerika’da şahsen temas edip bazı sonuçlara varmış ve bu hususta gereken bütün girişimlerin vaktinde yapılmasını sağlamıştım. Nihayet ilk Türk klavsenisti olacak Ayşe Savaşır’ı, Amerika’da Wanda Landowska’nın yanında, dört buçuk yıl süreyle, Millî Eğitim Bakanlığının öğrencisi olarak yetiştirmek, Paris’teki Pleyel fabrikasına, Landowska’nın direktifi altında, Devlet Konservatuvarı için iki modern konser klavseni imal ettirmek suretiyle, bu yıl konservatuvarda ilk klavsen bölümü “Landowska Sınıfı” adıyla kurulabildi.
Devlet Konservatuvarı’nın piyano bölümünden 1954 yılında sayın Fuat Turkay’ın öğrencisi olarak mezun olan Ayşe Savaşır’ın, Amerika’dan tahsilden döndükten sonra, 7 Ocak 1961 tarihinde Devlet Konservatuvarı salonunda büyük bir başarıyla verdiği klavsen konseri, yıllardan beri titizlikle gerçekleştirmeye çalıştığımız yeni bir eğitim ve öğretim girişiminden beklenen ilk meyveyi gereği gibi almamıza imkân sağlamış oldu. Böylece Türk müzik tarihinin 1 numaralı klavsenisti yetiştirilmiş ve memlekette 1 numaralı klavsen konserini düzenleme imkânı da yaratılmıştı. Bu olumlu sonuç karşısında, İzmir’deki Belçikalı Giraud ailesinin, bundan iki yıl önce Ankara Devlet Konservatuvarı’na hibe ettiği, 25 bin İngiliz altını değerindeki bir Alman orgunun da, yerinden sökülüp Ankara’ya nakledilmesi ve konservatuvarda uygun bir yere yeniden kurulması sorununun ortaya koyduğu büyük güçlüklerin de günün birinde gereği gibi çözüleceğine ve gene Devlet Konservatuvarı mezunu bir piyanistimizin, bu enstrümanın üzerinde yeni ve eski org literatürünü icra ederek, sanat çalışmalarımızı zenginleştireceğine inanıyorum.
Klavsen, bazılarının iddia ettiği gibi, bugünkü piyanonun atası değildir. 19. yüzyıl başında, yeni bir mekanikle, yeni bir amaç için imal edilen piyanonun birdenbire geniş çevrelere yayılması karşısında, klavsen ortadan kalkmış ve yerini piyanoya terk etmişti. Klavsenin, çeşitli müzik enstrümanlarının ses rengine bağlı nüanslar üzerinde geliştirilmiş bir alet olmasına karşılık, yeni enstrüman piyano, yalnız kendine özgü tek rengiyle geliştiriliyor, buna karşılık, icra edilen herhangi bir eserin “crescendo-decrescendo” nüanslarıyla yükselip alçalmasını sağlayacak özel bir pedal mekanizmasının etkisi altında elde edilen “gölge-ışık” kontrastları ise, icrada yepyeni bir ifadeye ulaşma imkânını sağlıyordu. Bundan dolayıdır ki, bu yeni alete, aslında İtalyancada “hafif” ve “kuvvetli” anlamların içeren “pianoforte” adı verilmişti. Zamanla yalnız “piyano” olarak anılan bu önemli enstrüman, 18. yüzyılın başında, hele Chopin gibi bir bestecinin elinde, sırf kendine özgü bir literatüre de kavuşmuş, piano ve forte nüanslarıyla ilgisi olmayıp sadece renk esasına dayanan klavsen ise, 19. yüzyılın başından 1900 yıllarına kadar tamamen tarihe karışmıştır.
Aslen Polonyalı olan ve 16 Ağustos 1959’da Birleşik Amerika’da, Connecticut eyaletinin Lakeville şehrinde 80 yaşında hayata gözlerini yuman Wanda Landowska, son 50 yıl içinde klavsene yeniden can vermiş, gene renk nüansları üzerinde modern bir mekaniğe kavuşan bu alete özgü icracılık hızla gelişmeye başlamış ve Landowska’nın öğrencileri arasında, Gusta Goldschmit, Aimée van de Wiele, Rafael Puyano, Ruggero Gerlin gibi ünlü klavsen virtüozları yetişmiştir.
Landowska’nın, 1912 yılında, kendi teknik direktifi altında, J.S. Bach’ın vaktiyle Silbermann orglarına tatbik ettiği, 16 ayaklık borulara özgü kalın sesleri, “jeu grave” tekniği adıyla Pleyel klavsenlerine de tatbik ettirmiştir. Klavsendeki Kitare, Teorbe (bas-kitare), Block Flüt v.s. türünden enstrümanlara özgü renkleri en orijinal şekliyle veren çeşitli mekanizma arasına, kendine özgü bir teknikle bu yeni renk mekanizmasının da ilave edilmesi, klavsen eserlerine gerektiğinde org rengine bağlı derinliği de sağlamış ve eskiden “ev orgu” diye de anılan bu alete, neredeyse bir oda orkestrası halinde gelişmeye devam imkânını sağlamıştır. Evvelce olduğu gibi şimdi de, daha çok klavsenistin isteğine bağlı olarak, icra sırasında çeşitli pedalların manivela etkisiyle tek başına veya bir arada harekete geçirilen gerekli mekanizma, gereğinde her iki klavyenin aynı zamanda çalınabilmesini sağladığı gibi, sağ el ve sol elle yapılacak melodi, pasaj ve figürlerin de çeşitli müzik aletlerine özgü seslerle çalınabilmesini mümkün kılmaktadır. Bundan dolayı klavsen, aynı eserin, her zaman değişik enstrüman renkleriyle icrasına imkân vermekte ve böylelikle virtüozun her seferinde bambaşka bir atmosfer yaratabilmesi mümkün olmaktadır.
Hayatının son altı yılında bu enstrüman ile literatürünü Türkiye’ye kazandırma ve ilk Türk klavsenistini yetiştirme yolunda memleketimize büyük bir ilgiyle hizmet etmiş olan ünlü sanatçı Wanda Landowska’nın aziz hatırasına bu naçiz konuşmamı ithaf ederken, Ayşe Savaşır’ı da, klavsen icracılığını Landowska’dan öğrenebilmiş olma ayrıcalığından dolayı candan tebrik eder, memleket sanatına hayırlı hizmetlerde bulunmasını dilerim.
Konuşmama, Landowska’nın ölümünden çok kısa bir zaman önce gönderdiği mektuptaki şu cümleyle son veriyorum: “…Türkiye’de klavsenin nasıl tanıtılması gerektiğini uzun uzun düşündüm. Bu olay, Türk müzik hayatı için eşsiz bir olaydır ve bunun önemini açıklamak yerinde bir hareket olur…”.