Cevad Memduh ALTAR
(Meydan dergisi, Aralık 1980, Sayı: 588-70)
Arşiv araştırmalarının çok değişik amaçlara ışık tuttuğu bir gerçektir. Bu tür incelemelerde, geçmişin en uzak, en kuytu köşelerine uzanabilme yolunda harcanan emek, hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar zahmetlidir. Bazı araştırmacılar, ulusların gelişim yolculuğunda arkaya attıkları binlerce yılın yorumunu yapabilmenin gayreti içindedir; bazıları dinlerin, felsefelerin oluşum ve gelişimini açıklayıp anlatabilmeyi amaç bilir; bazıları insanlığın toplumsal ve ekonomik çabasına biçim veren nedenlerin peşine düşer; bazıları özgürlük ve bağımsızlık uğrunda katlanılan özverinin dayandığı akılsal ve ruhsal potansiyeli ölçebilmenin hevesine kapılır; bazıları dev güçlerin egemen olma yolunda başvurdukları acımasız önlem ve başarıların içyüzünü açıklayabilme inancıyla kaleme sarılır. Bazıları da bilim, kültür ve sanatın geçmişten bu yana insanoğlunu mutlu kılma yolunda oluşturduğu parlak sonuçların tarihini yazabilmenin çabasını sürdürür. Ve bütün bu inisiyatiflerin, olayları dünden bugüne gerçek nitelikleriyle yansıtabilmesi ise, olup bitenlerin nedenini ve niçinini en doğru şekilde saptayıp yorumlayan “Tarih Bilimi” ve “Tarih Felsefesi”, hattâ “Tarih Yöntemi” gibi uzmanlık kollarının meydana gelmesine olanak sağlar. Öte yandan, insanoğlunun araştırma tutkusunun çeşidini ve sınırlarını saptamak da olanaksızdır.
Seignobos’un yanılgısı
Ne gariptir ki, güçlü kalem sahiplerinden bazıları, geçmişe değer vermeyi, geriye dönüşün, yani gericiliğin bir türü sayarak, tarihe el atmanın, yaşanan günü ve geleceği yıkmak demek olduğu tezini savunurlar. Bunların çoğunun pek iyi bilip de bilmezlikten geldikleri şey, geleceğin biçimlenmesine geniş ölçüde katkıda bulunan, “güven”, “inanç” ve “ibret” türünden psikolojik faktörlerdir; görev bildikleri şey ise, bir ulusu ulus yapmada olağanüstü rolü olan bu tür faktörleri yok etmektir.
Hiç unutmam, Batının ünlü bir tiyatro yazarı, bundan yıllarca önce seyrettiğim bir piyesinde, yanılmıyorsam tarihi, bir ailenin yeni doğan, ama vücudu durmadan büyüyen çocuğuna benzetiyordu ve doktorların elbirliğiyle önüne geçemedikleri bu büyüme hastalığı, eninde sonunda çocuğun içinde yaşadığı evi bile, durmadan irileşen vücudun sürekli baskısı altında yıkıp harabeye çevirmişti! Eserin o zaman bende bıraktığı izlenime göre, “çocuk” tarihti, yıkılan “ev” ise dünyamızdı.
Bu güçlü ama olumsuz kalemler ne derlerse desinler, ünlü Fransız tarihçisi Charles Seignobos’a (1854-1942) bir bakıma hak vermemeye imkân yok. Nitekim Seignobos, çapraşık felsefeleriyle insanları kolaylıkla güvençsizliğe sürükleyen bilgisizliği dogmatik eğilimleriyle değerlendirmede başarılı olan bu yazarların oluşturdukları tehlikeli sonuçlardan da ne derece bezmiş olacak ki, tarihe neredeyse yalnız cehlin [bilgisizliğin] egemen olduğu kanısını benimsemiş ve, “Tarihin temeli cehalettir; büyüklüğünün ve sevgiden yoksunluğunun nedeni budur!” demekten kendini alamamıştır. Şurasını unutmamak gerekir ki, Seignobos’un, temelinde cehaletin yuvalandığını kesinlikle kanıtlamaya çalıştığı tarihe ibretle el atanı gericilikle itham edenlerin en başında, yukarıda değindiğim güçlü kalemler yer almaktadır.
Seignobos’un, aşırı pozitivist bir düşünür olmasına rağmen, tarihin temelini oluşturmada sevgiyle dolup taşan geniş bir bilgi potansiyelinin büyük rolü olduğunu bilemeyecek kadar karamsar olabileceğini hiç sanmıyorum. Ne var ki, bu ünlü tarihçinin, Galileo Galilei’nin (1564-1642), “Dünyada felaketlerin en büyüğü bile, cehlin getirdiği felaket kadar korkunç olamaz!” demesinden de geniş ölçüde etkilenmiş olduğu düşünülebilir, çünkü yalnız Galilei’nin başından geçenler bile Seignobos’a ne de olsa hak verdirecek korkunç bir cehil örneği olmanın niteliğini taşımaktadır ve tarihin temelinde Galilei olayı da yatmaktadır.
Venedik Devlet Arşivinde neler buldum?
Yirmi yıl kadar oluyor, çalışmalarımı daha çok kültürün yolunda yapabileceğim araştırma ve incelemelere yöneltebilmenin gayretine düştüm ve bu uğurda yerli ve yabancı bazı kurumlarla devlet arşivlerinin kapısını aşındırdım. Kaldı ki, tarihimiz boyunca, ülkemizle yabancı ülkeler arasında, sadece kültür ve sanat alanlarında vakit vakit meydana gelmiş bulunan karşılıklı alışverişler, beni yakından ilgilendiriyordu. Bunun sonucu olarak da Topkapı Sarayı ile Başbakanlık Devlet Arşivi’nde ve bazı kitaplıklarımızda, ayrıca Avusturya, Venedik, Napoli, Varşova Devlet Arşivlerinde, Avusturya Ulusal Kitaplığı Yazmalar Bölümünde, Paris Ulusal Kitaplığında, Vatikan, Dubrovnik (Ragüsa) ve Saraybosna Arşivlerinde araştırma ve incelemeler yapabilme olanağını elde ettim. Bu yabancı arşiv ve kurumlar arasında, özellikle tarihimiz bakımından büyük önem taşıyanların, Venedik ve Avusturya Devlet Arşivleri ile Avusturya Ulusal Kitaplığı Yazmalar Bölümü olduğu kanısına vardım.
Yukarıda belirtilen arşiv, kitaplık ve kurumlarda yaptığım çalışmalar sonunda, ilk olarak 1974 yılında Ankara’da, Sanat ve Edebiyat Araştırma Dergisi’nde (SED) basılan (Haziran 1974-1) bir incelememi, başlangıçta bir “deneme” olarak nitelemiş ve “Doğu-Batı Kültür Akışımları Üstünde Bir Deneme” başlığıyla yayımlamıştım. Aradan geçen altı yıl içindeki çalışmalarım ve bu yıl Venedik ve Napoli Devlet Arşivlerinde yaptığım yeni araştırmalar sonunda, söz konusu denemeyi monografik bir incelemeye dönüştürmüş bulunuyorum ki bu metin de yakında, “Onbeşinci Yüzyıldan Bu yana Türk ve Batı Kültürlerinin Karşılıklı Etkileme Güçleri Üstünde Bir İnceleme” başlığı altında yayımlanacaktır.
Ünlü ressam Gentile Bellini
Gelelim bu yıl Venedik Devlet Arşivinde karşılaştığım çok önemli bir belgeye:
Son on yıl içinde bu arşivde yapmış olduğum araştırmalara bu yıl üçüncüsünü de katmış bulunuyorum. Ne var ki, incelemelerim Doğu ile Batı arasında oluşmuş kültür ve sanat alışverişleriyle sınırlı olduğu için, karşılaştığım belgeler, hemen hemen yüzde sekseni aşan bir yoğunlukla, barış, savaş, istila, işgal ya da ticarî ilişkiler türünden konuları aşıp da bir türlü kültür ve sanat araştırmalarına dönüşememektedir. Kültür ve sanatla ilgili olarak elde edebildiğim sonuçlar ise son derecede sınırlıdır. Bunun böyle olacağını pek iyi bilmeme rağmen, kültür ve sanat konularından elimi çekmemekte ısrar etmem de, bilmediğimiz ya da gözümüzden kaçmış olabilecek bazı önemli olayların mutlaka bulunup gün ışığına çıkarılabilecekleri umududur. Yukarıda başlığını açıkladığım son monografik incelemem de, bendeki bu tutkunun ortaya koyduğu kültürel alışverişler ile oluşturulmuş bir incelemeden başka bir şey değildir.
Bu kültürel alışverişlerin arasında en önemlisi, 1481’e kadar bir yıl süreyle Topkapı Sarayı’nda Fatih Sultan Mehmet’in misafiri olarak yaşamış bulunan Venedikli ünlü ressam Gentile Bellini’nin (1429-1507), 15. yüzyıl İstanbul’unun geleneksel kültüründen etkilenip, Venedik’e döndükten sonra, bu kültürel alışverişle, zamanın büyük İtalyan ressamlarından Bernardino Pinturicchio’yu (1454-1513) da etkilemiş olmasıdır. Fatih Sultan Mehmet’in halen Londra’daki National Gallery’de bulunan portresini de yapmış olan Gentile Bellini’nin etkisiyle, İstanbul’da Doğu-Batı karışımı bir minyatür türünün izleriyle karşılaşıldığı da bir gerçektir.
Venedik Devlet Arşivinde geçen Temmuz ayında yaptığım araştırmalarda beni az çok ilgilendiren bazı belgelerle karşılaşmıştım, ama bunların hiçbiri, Kıbrıs ile olağanüstü nitelikte ilgili olarak bu kez oraya çıkan bir belge kadar önem taşımamaktaydı! Bu belge, Kıbrıs Fatihi II. Selim’in (1524-1574), 1569’da Venedik Cumhuriyeti’ne gönderdiği bir uyarı mektubu, hattâ kesin bir hükümdar buyruğu olmanın önemini taşımaktadır. Kültür ve sanatla hiç ilişkisi olmadığı halde, baştan aşağı okuyup çözmeye çalıştığım bu metinle bir Türk olarak ilgilenmemem olanaksızdı. II. Selim, bir “ferman” karakteri taşıyan bu buyruğunda, dostluğu ve iki devlet arasındaki barışı zedeleyen davranışlardan ötürü sert bir dille kınamakta olduğu Venedik Cumhuriyeti’ne, “Adayı bana ya barışla verirsin, ya da ben gazilerimle gelir alırım” demekte ve böylesine bir fethin âdeta daha başka fetihlere de başlangıç olabileceğine açıkça değinmektedir.
Sultan II. Selim’in mektubu
Kıbrıs’ın fethinden (1570-71) bu yana, adayla ilgili tüm olay ve ilişkilerin, hattâ günümüzde olup biten eylemlerin bir numaralı belgesi olmanın niteliğini taşıyan bu “ferman” karakterli mektup, Venedik Devlet Arşivinde nasıl oldu da karşıma çıktı, şimdi onu anlatayım.
Geçen Temmuz ayının ilk haftası içinde söz konusu Devlet Arşivindeki araştırmalarıma yeniden başlamıştım. Belgeler hakkındaki açıklamaları da kapsayan kataloglara göre depolardan getirttiğim Türk Dokümanları’nı (Documenti Turchi) içine alan karton kutulardaki Türkçe evrakı birer birer inceliyordum. Zamanında İstanbul’dan gönderilmiş bulunan bu Türk belgelerinin her birinin konusu, Napoli Üniversitesi’nin uzun yıllar Türkoloji kürsüsünü yönetmiş olan ünlü Türkiyyat uzmanı Prof. Bombaci tarafından İtalyanca olarak ayrı kâğıtlarda özetlenmişti. Şahsen çok iyi tanıdım ve kısa bir süre önce vefat etmiş olduğunu üzüntüyle öğrendiğim Bombaci’nin bu yolda yıllardır harcadığı emek cidden büyüktü ve Venedik Devlet Arşivinde sayıları pek çok olan Türk belgelerinin hemen hepsinin içinde Bombaci’nin büyük bir titizlikle ve çok doğru olarak yapmış olduğu açıklama metinleri de bulunuyordu.
Arşivde çalıştığım günlerden birinde, başka bir Türk araştırmacı ile karşılaştım. Bu genç tarihçi ile