Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİARAŞTIRMA YAZILARI

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

TÜRKİYE’DE GÜZEL SANAT REFORMLARI

            Millî sanat millî varlığa anıttır
            Türkler hem sanatsever, hem de sanatçıdırlar. Yalnız Anadolu toprakları üzerinde bin yıla yaklaşan Türk hükümranlığı, yurt sathını âdeta devamlı bir sanat sergisi haline getirmiştir. Türbeler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, darüşşifalar, mektepler ve daha neler ve neler! Bütün bu eserler, açıkladıkları üslûp özellikleri bakımından sanat tarihimizin belirli dönemlerini karakterize ederler. Böylelikle Selçuk ve Osmanlı hakimiyetleri boyunca meydana gelen mimarlık anıtları, ilgili bilim ve sanat kurumlarımızda bağımsız birer kürsü işgal edecek derecede estetik ve teknik zenginliğe sahiptirler.

            Batılı bilginler arasında, Türk sanatının kendine özgü özelliğini ilk olarak açıklayan Heinrich von Gluck, hayatının sonuna kadar bu alanda bağımsız bir kürsü idare etmiştir. Gluck’un bu konuda yazdığı eser, Türk sanatını Arap ve İran sanatıyla karıştıranlara önemli bir ders olmuştur. Öte yandan uzun yıllar memleketimizde çalışmış olan ünlü Fransız bilgini Gabriel’in meydana getirdiği eserler de, Türk sanatının özelliğini bilimsel prensipler ışığında inceleyen referans kitapları olmanın önemini taşırlar.

            Atatürk devrimleriyle birlikte memleketimizde Türk sanatları konusuna da gereği gibi el konulmuştur. İlk olarak Güzel Sanatlar Akademisi’nde Türk mimarisi eserlerinin rölevelerine başlanmış, İstanbul ve Ankara Üniversiteleriyle Teknik Üniversitenin ilgili fakültelerinde gerekli kürsüler açılmış, hele son yıllarda yayımlanan kitaplar, İstanbul Resin Heykel Müzesi’nin duvarlarında yer alan büyük ölçüdeki röleve resim ve planları, bu alanda gerekli eğitim ve öğretim araçlarının çoğalmasını ve yıllardır beklenen meslek ve dokümantasyon kitaplığının bir an önce meydana gelmesini sağlamıştır. Öte yandan tarihî eserlerimizin onarılıp kullanılmalarına da büyük önem verilmekte, gerek Millî Eğitim Bakanlığı, gerek Vakıflar İdaresi ve ilgili kurullarca yapılan restorasyonlardan verimli sonuçlar elde edilmektedir.

            Anadolu’ya beraberinde getirdiklerini, yerel sanatlardan da yararlanarak özgün şekil ve boyutlara ulaştıran Türklerin, sanatta en büyük özelliği, gerek fikir, gerek uygulama sentezlerindeki hoşgörüsüdür. Türk sanatçısı, güzeli ve güzelliği yaratacak yerli ya da yabancı bütün imkânlardan gereği gibi yararlanmakta ustadır. Kesin olan bir şey varsa o da, elde edilen her sentezin, Türk zevkine özgü özellikleri en ince ayrıntısına kadar gösterecek değerde yaratılmış olmasıdır. Yalnız mimarlıkta değil, güzel sanatların her kolunda aynı prensipten yararlanılmış ve geçmişteki özlü geleneklerden alınan hızla çağdaş Türk zevkine ulaşabilme imkânları elde edilmiştir, çünkü kültür geleneklerini günün gereklerine göre yenileyip tazeleme anlayışı, öteden beri Türk sanatçısının esas şiarı olmuştur. Ondan dolayı her zaman yeşerip feyizlenmeye hazır olan Türk sanat yaratıcılığına devlet elini uzatmış ve devletin önderliği, bütün sanatların hızla kalkınmalarını mümkün kılmıştır. Bu alanda göze çarpan en büyük hareket, Tanzimat reformudur. Nitekim bütün güzel sanatlarımızın, uluslararası değerdeki ortak bilim ve teknikten yararlanarak çağdaş bir kimliği elde edebilmesi de daha çok Tanzimat’tan sonra ve son yüz yıllık tarihimiz boyunca devletin gösterdiği ilgi oranında mümkün olabilmiştir. Memleketimizde, her işte olduğu gibi sanat ve kültür işlerinde de ilk inisiyatifi devletin alması zorunludur. Bu sistem, Türk toplumunun kuruluşundaki özellik bakımından, daha uzun yıllar, reformu sağlayan esas faktör olma niteliğini koruyacaktır.

 

            Millî sanatta “fizyo-etnik-folklorik” temel
Her şeyden önce halk kaynaklarından beslenen Güzel Sanatlar, bir bakıma fizyolojik gerçeklere de dayanırlar. Halktan gelen bütün sanatlar, zamanla uluslararası değerdeki klasik sanat şekline geçtikten sonra da, fizyolojik bir soyaçekiş özelliğini vücut yapılarında saklamaya devam ederler. İşte çeşitli toplumlar arasındaki milliyet faktörleri, güzel sanatlarda da hep bu “fizyo-etnik-folklorik” gelişimin ortaya koyduğu ayrılıklarda kendilerini gösterirler. Bu gerçek olaydır ki, insan topluluklarını, gelişim kanununun doğal etkisi altında ulaştırdığı her noktaya, güzel sanatları da yerel özellikleriyle birlikte götürür ve böylece varılan her merhalede, halk kaynaklarından elde edilen malzeme, herkesin, hattâ her milletin anlayabileceği yeni ve taze bir kimlikle kendini gösterir.

            Sanatta geleneğin, yaşamaya ve gelişmeye devam eden bir organ olduğunu ortaya koyan bu değişmez gerçeği, açık örneklerle de incelemek mümkündür. Ses ve sözden yararlanan müzik sanatı ile edebî sanatlar, zamanın akışı içinde, fizyolojik bünyeden beslenen dil geleneğinin etkisi altında, folklor müziği şekillerini, bu şekiller de, ileri sanat bünyesine doğru geliştikçe de, bilimin ortak tekniğinden yararlanarak, millî benliği uluslararası değere ulaştıran sanat-müziği çeşitlerini meydana getirirler. Ahmet Adnan Saygun’un “Kerem” operası ya da “Yunus Emre Oratoryosu”, memleketimizde de halk kaynaklarından beslenen ses ile sözün, günün birinde uluslararası değerdeki bir senteze nasıl dönüşmüş olduğuna açık birer örnek olarak gösterilebilir.

            Durum, resim ve heykel gibi plastik sanatlar da hemen hemen aynıdır. Müzik sanatında sesin temeli, hattâ ilk hücresi demek olan dilin, insan bedeninde bizzat ver olmasına karşılık, resme malzeme veren doğada gözle görülen her şey, sırf bölge özelliğine temel olan doğa fizyolojisinden beslenmektedir. İşte gene bu gerçek durumdur ki resim sanatında da, yerel ve görünür bir atmosferden (doğa fizyolojisinden) ilham alan sanatçıyı, figüratif, non-figüratif, geometrik, soyut ya da somut motif, desen veya yaşanışlardan herhangi birini seçmeye mecbur kılar. O halde müzik veya edebiyatta millî ruh, bir bakıma toplumun dil yoluyla organik varlığına temel olan fizyolojik bir gelişmeye dayanırken, resim yaratışları, daha çok gözle görünen dünyaya hükmeden doğanın fizyolojisine yönelmektedir.

            Millî kültürlerin, insanın ruh ve fizik yapısından beslenerek ve tarih boyunca birikmiş kültürlerden de yararlanarak hangi noktaya kadar ulaşmış olduklarının araştırılması, dikkate değer sonuçlara yol açmaktadır. Ne gariptir ki, gene böyle bir noktadan başlamak üzere, bizde daha çok devlet gücüyle gerçekleştirilmeye çalışılan Tanzimat hareketini, yabancılar çok kere Türklerin Batılılaşma isteği diye nitelendirmektedirler. Oysa bu hareket, gerçek anlamıyla Batılılaşma ya da Avrupalılaşma değil, Batıda insan haklarına, dolayısıyla hürriyete yeniden doğuşun zaferi demek olan Rönesans’a yönelme isteğinden başka bir şey değildir.

 

            Doğu-Batı savaşı ve bizde durum
Avrupalıların, bizdeki yenilenme hareketlerini “Batılılaşma” terimiyle karşıladıkları bir gerçektir. Biz de Batılılaşmayı, millî benliğimizle Rönesans’a yönelmemizi açıklayan jeo-kültürel bir terim olarak kabul edebiliriz ki, bu takdirde aynı şeyi yapan Amerika’nın Rönesans’a yönelişini “Doğululaşma”, İngiltere’ninkini de “Güneylileşme” olarak nitelendirmek gerekmez mi?! Bununla beraber “Doğululuk” ve “Batılılık” gibi fazla popüler olmuş terimlerle, Herodot’un Küçükasya’da yaptığı yolculuğu anlatan kitapta da karşılaşılmaktadır. Bu da gösteriyor ki, “Doğululuk”, “Batılılık” ya da “Batılılaşma” türünden anlamlar, binlerce yıllık bir geçmişi olan Doğu-Batı karşılaşmasının yarattığı terimlerdir. Uzun zamandan beri Doğu ile Batı arasında üstünlük savaşına yol açan böylesine bir görüştür ki bir yandan da Batı Türklerinin Rönesans’a yönelme yolundaki doğal geçişini “Batılılaşma” olarak nitelendirmiştir. Oysa hür düşünüşe temel olan Aristoteles felsefesini bir aralık tamamen kaybetmiş olan Avrupa’ya, bu felsefeyi yeniden tanıtanların Araplar olduğunu unutmamak gerekir.

            13. yüzyılda Cengiz Han’ın Doğudan sonra Batıya de yönelip az zamanda Moğolların Dinyeper’den Pasifik Okyanusu’na kadar hükmetmesi, Doğu ile Batı arasında serbest bir karşılaşmanın kurulmasını sağlamış, böylelikle gene Moğol yayılışı, Batıda coğrafya araştırmalarına yol açmıştır. Hattâ bir yandan Türk ve Arap ırklarına mensup milletlerin uyandırdığı ilgi, öte yandan Yunan klasiklerinin yeniden meydana çıkarılmasıyla, 13. ve 16 yüzyıllar arasında, Avrupa’da yaşayan arî ırk topluluklarının Latin geleneğinden sıyrılıp, Avrupa’nın maddi ve manevi yükselmesiyle ilgili hareketlere önderlik edebilmeleri imkânı sağlanmıştır (H.G. Wells).

            Yukarıda belirtilen noktalar da gösteriyor ki, Doğu ile Batının aynı oranda ilgilendiği Küçükasya ve Atika düşünüş tarzı, Ortaçağ’ın unutturduğu Antik temele yeniden yönelmek gerektiğini günün birinde insanlığa hatırlatmış ve bu hatırlatış, dünyanın çeşitli bölgelerinde yer alan etnik toplulukların hep beraber Rönesans’a yönelmelerini gerektirmiştir. Bu yöneliş, herhangi bir taklit ya da tekrara dayanmadan, geleneksel esprinin, insan hak ve hürriyetinin ortaklaşa feyzinden eşitlikle yararlanmasını sağlamıştır. O halde biz Batı Türklerinin de Anadolu’dan Rönesans’a yönelişimizin esas amacı, Batılılaşma ya da Avrupalılaşma değil, millî geleneklerimize de Rönesans’dan doğan özgür espri içinde yeniden can vermek, böylelikle aynı yolda gelişen diğer topluluklar arasında layık olduğumuz yeri bir an önce alabilmektir. Nitekim büyük düşünürümüz Ziya Gökalp de şöyle dememiş miydi?: “Her biri bağımsız ve mutlak olan kaideler, oturdukları yerlerde oldukları gibi kalırlar, bir gelecek yaratmazlar. Gelenek ise, yaratma ve gelişme demektir, çünkü gelenek, çeşitli anları birbiriyle kaynaşmış bir geçmişe, arkadan iten bir kuvvet gibi ileri götüren tabii bir akıma sahiptir ki, sürekli olarak yeni gelişmeler, yeni eğilimler doğurur. Gelenek, kendi başına doğurucu ve yaratıcı olmakla beraber, ona aşılanan yabancı yeniliklerde, damarlarındaki besi suyundan feyiz alarak canlanır v