(Cevad Memduh Altar’ın, 28 Ocak 1966 günü Ankara’da Türk-Belçika Dostluk ve Kültür Cemiyeti’nde verdiÄŸi konferansın metnidir.)
           18. yüzyılın büyük sanatçısı Mozart’ın çok kısa bir ömür içinde meydana getirdiÄŸi sayısız eserlerin bazılarında, Türk müziÄŸini yaratma esprisine ve Türk geleneklerine dayanan insancıl duyuÅŸlara da yer vermesi, Avusturya’nın eski komÅŸusu olan Türklerin er geç dikkatini çekmekte gecikmemiÅŸtir. Hiç şüphe yok ki Türklerin Mozart sanatına olan ilgisi, daha çok 1839 Tanzimat reformuyla birlikte baÅŸlamıştı. Gerçi Türkler, Tanzimat’tan önce de Avusturya müzik sanatını yakından tanımışlar, kendi müziklerini de Avusturyalılara yakından tanıtmışlardı. Özellikle karşılıklı elçi göndermeleri her iki tarafa da bu fırsatı gereÄŸi gibi saÄŸlamıştı. Nitekim çok eski tarihlerden beri elçi deÄŸiÅŸimi için oluÅŸturulan heyetlere, düzenlenen törenlere, Osmanlı ve Avusturya askerî müzik birliklerinin de katılması, zamanla gelenek halini almıştı.
           Her yerde olduÄŸu gibi Türkiye’de de yabancı bir sanatı dinlemek veya görmek, aynı zamanda o sanatı icra edebilmek isteÄŸinin doÄŸmasını gerektirmiÅŸti; bu ise, zamanla sanat alanında bilimsel ve teknik bir çaba ve uygulamaya da yol açtı. Nitekim Türkiye’de, Batıdan gelerek az zamanda tutunup benimsenen perspektifli resim de böyle baÅŸlamıştı. Durum müzik için de aynıydı; ÅŸu farkla ki, müzik sanatı, resme göre, toplumun her bireyine inip yerleÅŸen ve gerçek anlamda kapalı (soyut) bir sanat çeÅŸidi olduÄŸu için, çoksesliliÄŸe doÄŸru geliÅŸimi, bizde de çok uzun vadeli bir çabayı gerektirdi. Bu yolda ulaşılan aÅŸamaların gereÄŸi gibi sindirimi ise geç ve güç oluyordu. Hele müzik sanatında uluslararası planda eÅŸit hak ve düzeye ulaÅŸabilme çabasında, bütün toplumların kullandıkları uluslararası deÄŸerdeki ortak bilim, teknik ve estetik kurallarından yararlanmak zorunluluÄŸu, en baÅŸka gelen bir prensip olmanın önemini taşıyordu. Onun içindir ki Türkiye’de 1828 yılında II. Mahmut’un çaÄŸrısıyla Ä°stanbul’a gelen Giuseppe Donizetti’nin sarayda ilk Bando-Mızıka’yı kurmasından sonra, Türkiye’de kullanılmaya baÅŸlayan uluslararası deÄŸerdeki standart müzik aletleri sayesinde, Türk icracısı da, Türk dinleyicisi de, bütün uygar toplumların benimsediÄŸi Mozart sanatını gereÄŸi gibi dinleyip benimsemiÅŸ ve bu sanatı uluslararası deÄŸerdeki enstrümanlarla icra edebilme isteÄŸini yenememiÅŸti. Bir bakıma, Türkiye için jeopolitik zorunluluÄŸa baÄŸlı olan bu durum, aynı zamanda doÄŸal bir geliÅŸimin de sonucuydu.
           Yine aynı tarihlerde, Osmanlı ordusu birliklerinde kurulan Bando-Mızıka’larda, Batı sanatının uluslararası deÄŸerdeki klasik repertuarından alınmış eserlerin icrasına da doÄŸal olarak yer verildi. Geçenlerde özel bir arÅŸivden elde ettiÄŸim, II. Mahmut dönemine ait, 1847 tarihli ve Tanzimat’tan 8 yıl sonra kurulmuÅŸ askerî bir bando-mızıka birliÄŸinin programında, ilk olarak Viyana klasiklerinden Joseph Haydn’ın bir eserinin de yer almış olduÄŸunu gördüm. Oysa 16. yüzyıldan beri, daha çok Türklerin Yeniçeri Mızıka Birliklerini (Mehterhane) ordularına katmış olan bazı Batılı devletler, böylelikle Osmanlı Mehterhanelerinde kullanılan yerel aletlerin bir kısmını olduÄŸu gibi kendi birliklerine de alıp geliÅŸtirmiÅŸler ve böylece, baÅŸlangıçta Türk Mızıka sistemini benimsemiÅŸlerdi. Buna karşılık Osmanlı Türkleri de, 19. yüzyıldan itibaren, Batının bando-mızıka birliklerinde kullanılıp zamanla geliÅŸerek uluslararası deÄŸerdeki standart tipleri oluÅŸturmuÅŸ olan aletleri alıp kullanmayı seçmiÅŸlerdi, ki bu aletlerden bir kısmının vaktiyle Türklerden Avrupalılara geçip, oralarda kısmen deÄŸiÅŸmiÅŸ ve yeni ÅŸekillere dönüşmüş, kısmen de biçimini aynen korumuÅŸ Türk çalgıları olduÄŸu öteden beri bilinen bir gerçektir.
           GüneydoÄŸu Avrupa Türklerinin, 19. yüzyıl baÅŸlarında, Batının Bando-Mızıka sistemini kabul etmesi gerçeÄŸine gelince: Bu hareket bir bakıma jeopolitik geliÅŸimin gereÄŸi olma durumundadır, çünkü Batıda 15. yüzyılda baÅŸlayıp 17. yüzyıla kadar geliÅŸimini tamamlamış olan Rönesans, Batılılık vasfını, her alanda, belirli ölçü ve standarda ulaÅŸtırmıştı; ve Rönesans’ın doÄŸduÄŸu bölgeye yakın ülkelerin jeopolitik zorunlulukları ise, toplumların etnik, folklorik ve kültürel özelliklerinin geliÅŸiminde, Rönesans’ın ortaklaÅŸa veriminden yararlanabilme imkânını da saÄŸlamıştı, çünkü 15. yüzyılda Rönesans’ı yaparak Batı uygarlığının gerçek kiÅŸiliÄŸini kesin olarak saptamış olan Eski Dünya, aynı zamanda dogmatik ve yalnızlık yanlısı dünya görüşüne de son vermiÅŸ ve skolastik zaafı, Batılı anlayışın ortak akıl ve ruh potansiyelinde eritip yepyeni bir düzeye götürebilmenin mutluluÄŸuna da ermiÅŸti. Ä°ÅŸte bu sonuç toplumlara, ulusal özelliklerden beslenen güzel sanat dallarında da Batılı anlamda geliÅŸebilme gücünü saÄŸlamış oldu.
           O halde güneydoğu Avrupa Türklerini bir araya toplamış olan Osmanlı İmparatorluğu, doğal bir gelişim zorunluluğuna uyduğu oranda, jeopolitik yapının gerektirdiği Batı anlamındaki reformu da benimsemiş, Batı kültürünü etkilediği oranda, Batı sanatı ve Batının büyük sanatçılarının eserleriyle olduğu kadar, Mozart eserlerinin teknik ve estetik içerikleriyle de yakından ilgilenmeyi elbette ihmal edememiştir. Yukarıda değindiğim gibi, durum Mozart için de hemen hemen aynıdır. Nitekim Mozart da Türk müziğinden, Türk gelenek ve halkbiliminden etkilenmiş ve bazı eserlerinin kuruluş ve gelişiminde Türk sanat ve geleneğine bağlı yabancı güzelliklerin yeşermesine seve seve yer vermiştir.
           Büyük Türk düşünürü Ziya Gökalp de şöyle dememiÅŸ miydi?: “…gelenek… yaratma ve geliÅŸme demektir… çünkü gelenek, çeÅŸitli anları birbiriyle kaynaÅŸmış bir geçmiÅŸe, hareket ettiren bir güç gibi arkadan ileri doÄŸru iten bir akıma sahiptir ki, sürekli olarak yeni geliÅŸmeler, yeni yöneliÅŸler doÄŸurur. Gelenek, yalnız başına verimli ve yaratıcı olmakla beraber, kendisine aşılanan yabancı yeniliklerle, damarlarındaki besisuyundan feyiz alarak canlanır ve bayağı taklitte olduÄŸu gibi çürüyüp düşmez”. Görülüyor ki, Türk ve Avusturya toplumlarının yüzyıllar boyunca sürüp gitmiÅŸ olan komÅŸulukları, her iki tarafın karşılıklı kültür alışveriÅŸine yol açmış, dolayısıyla yeniden feyizlenip yeÅŸermiÅŸ ve Gökalp’in dediÄŸi gibi her iki tarafın ulusal geleneklerinde, yabancı yeniliklerin etkisiyle, yeni geliÅŸmeler, yeni yöneliÅŸler meydana gelmiÅŸtir. Bu arada iÅŸ, yukarıda da belirtildiÄŸi üzere yalnızca karşılıklı enstrüman alışveriÅŸiyle kalmamıştır. ÖrneÄŸin Mozart, insanlığın ortak ilkesi olan “aÅŸk” ve “hürriyet” konularını sanatında iÅŸlerken, Osmanlı Türklerinin musikisinden, millî geleneklerinden yararlanmayı da ihmal etmemiÅŸtir. Nitekim Avusturyalı ünlü müzikolog Prof. Bernhard Paumgartner’in de söylediÄŸi gibi (1945), Mozart “gerçek kardeÅŸlik idealine ilk olarak Türk konulu ‘Saraydan Kız Kaçırma’ operasında yaklaÅŸmıştır”.
           Tarihteki Osmanlı-Avusturya iliÅŸkilerinin yanı başında sessizce geliÅŸmeye devam etmiÅŸ olan kültür alışveriÅŸinin özü ve nedenleri, uzun süre kimseyi yakından ilgilendirmemiÅŸti. Acaba Mozart’ı Türklere, Türkleri de Mozart’a yönelten nedenlerin gerçek yönü neydi? Bütün bunları araÅŸtırırken görüyoruz ki, 18. yüzyıl boyunca sürüp gitmiÅŸ olan Osmanlı-Avusturya iliÅŸkileri, olumlu ve olumsuz görünümleriyle de olsa, vakit vakit önemli kültür karşılaÅŸmalarının meydana gelmesine yol açmıştır.
           Avrupa kıtasında, 16. yüzyıldan başlayıp Mozart sanatına kadar gelmiş olan Türk etkisine ait son coğrafya sınırı Alpler ve Karpat dağları olduğuna göre, bu etkinin en çok orta Avrupa ve güneydoğu Avrupa gibi iki bölgeye yönelmiş olduğu kendiliğinden anlaşılır. Öte yandan bu bölgeler içindeki Türk sanatı etkisinin, aşağıda açıklanan şu iki ayrı yönden incelenmesi gerekmektedir: 1)Yerel olarak meydana gelen doğrudan ve sürekli etkiler; 2) Savaşların ve kuşatmaların yarattığı geçici ve periyodik etkiler.
           Öte yandan, Osmanlı Türkleri ile Avusturyalılar arasındaki temasların ışığında sistemleştirmeye çalıştığım kültürel etkilerin, şu sıraladığım şekilde araştırılmasında zorunluk vardır: 1) Komşuluk ilişkilerinden doğan sürekli etkiler; 2) Eski hükümranlık bölgelerindeki kültür ve sanat kalıntılarının devamı olmanın önemini taşıyan sürekli gelişim etkileri; 3) Karşılıklı elçi değişiminin gerektirdiği tören ve şenliklere katılan sanatçıların yarattığı gerçek etkenler; 4) Savaş ganimeti, karşılaşmalar ya da ticaret yoluyla alınıp verilen kültür malzemesinden yararlanma çaba ve isteği; 5) Normal zamanlarda yapılan sanatçı mübadelesinin yarattığı etkiler.
           Yukarıda belirtilen bu 5 çeÅŸit kültürel mübadele nedeni arasında yer alan önemli etkilerden birinin de karşılıklı elçi gönderilmesinin bıraktığı etkiler olduÄŸu bir gerçektir. Osmanlı sultanlarının Batılı hükümdarlara ve özellikle Alman imparatorlarına (Reich’a) gönderdikleri elçilik heyetlerine katılan bindirilmiÅŸ Mehter takımları, çok geniÅŸ kadrolu müzik birlikleri olmanın önemini taşımaktaydı. Bu birlikler, gerek hareket halinde, gerek menzile vardıktan sonra, günlük muntazam seanslar halinde nöbet vururlardı ve o memleketin halkıyla sanatçıları da böylelikle Türk müziÄŸini birinci elden otantik olarak dinleme fırsatını elde etmiÅŸ olurlardı.
ÖrneÄŸin 1665 yılında ve Osmanlı padiÅŸahı IV. Mehmet zamanında, elçilikle Viyana’ya gönderilmiÅŸ olan Kara Mehmet AÄŸa’nın maiyetinde Avusturya’ya ayak basan bindirilmiÅŸ Türk Mehteri, karşıcı gelen kalabalık bir halkın ve Avusturya askerlerinin önünde müzik çalarak, Kärntnertor’un altından geçmiÅŸ, Leopoldstadt’a varıp kendilerine tahsis edilen binalara yerleÅŸmiÅŸti. Bundan baÅŸka, Kara Mehmet AÄŸa’nın her gün öğleden sonra düzenlediÄŸi toplantı (Divan) esnasında, Türk Mehterinin de muntazaman nöbet vurmuÅŸ olduÄŸu, belgelere dayanan bir gerçektir. Bu da gösteriyor ki, Avusturyalı müzikçiler, örneÄŸin Haydn, Mozart ve Beethoven gibi sanat büyÃ