Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİKONFERANSLAR

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

TANZİMATTAN BUGÜNE KADAR TÜRKİYE'DE GÜZEL SANAT KALKINMALARI

 (Cevad Memduh Altar’ın 16.12.1960 günü Ankara British Council’de, 18.1.1961 günü Ankara Sanatsevenler Kulübü’nde, 30.6.1964 günü Erzurum Erkek Lisesi’nde verdiği konferansın metni.)

            Fizyo-etnik-folklorik temel
            Halk kaynaklarından beslenen güzel sanatların bir bakıma etnik-folklorik bünye öncesi olan fizyolojik gerçeğe dayandığı bir gerçektir. Bu nedenle etnik ve folklorik bünyeye yönelen halk sanatları, zamanla klasik sanat şekline geçtikten sonra bile, fizyolojik bir soya çekiş özelliğini vücut yapılarında saklamaya devam eder. Çeşitli toplumlar arasındaki sanat yaratıcılığını birbirinden ayırt eden milliyet faktörleri, hep bu “fizyo-etnik-folklorik” akış içindeki gelişmenin tabii bir sonucudur. İşte bu gerçek olaydır ki insan topluluklarını, gelişim yasasının doğal etkisi altında ulaştırdığı her noktaya, güzel sanatı da yerel özellikleriyle birlikte götürür ve böylece ulaşılan her merhalede, fizyo-etnik-folklorik ruh, yeni ve taze bir yüzle kendini gösterir.

            Sanatta yerel ve ulusal özelliklere temel olan geleneğin, yaşamaya ve gelişmeye devam eden psiko-fizyolojik bir organ olduğunu ortaya koyan bu değişmez gerçeği, daha açık örneklerle incelemek de mümkündür. Ses ve söz unsurlarına dayanan müzik sanatı ile edebî sanatın, gerek yaratış, gerek icra ediş safhaları, zamanın akışı içinde, fizyolojik bünyeden beslenen dil geleneğinin etkisi altında, yerel kültür özelliklerinden faydalanan folklor müziği şekillerini, ve bu şekiller ileri sanat bünyesine doğru geliştikçe de, bilimin ortak tekniğinden yararlanarak, ulusal benliği uluslararası değere ulaştıran sanat müziği türlerini meydana getirirler. Vokal müzikte en çok dil geleneğine dayanan bu dikkate değer oluşun, enstrümantal müziğin yaradılışında da esaslı bir faktör olması, sanatta geniş ölçüde fizyolojik gelişmeye dayanan ulusal ruhun zamanla daha ileri güzelliklere yöneldiğini de açıklar. Ahmet Adnan Saygun’un “Kerem” operası, memleketimizde de fizyo-etnik-folklorik kaynaktan beslenen halk sesi ile halk sözünün uluslararası değerdeki bir senteze nasıl yönelmiş olduğuna açık bir örnek olarak gösterilebilir.

            Durum, plastik sanatlarda da hemen hemen aynıdır. Fonetik sanatlarda sesin, sözün ve dilin ilk hücresi olan fizyolojik başlangıcın folklorik geleneğe geçişi, insan bedeninde bizzat yaşanırken, plastik sanatlara malzeme veren doğada gözle görülen her şeyin, her zaman bölge özelliklerine dayanan fizyolojik bir gelişme sonunda, görünür bir özelliği yaratmasıdır ki, böylesine bir sonuç, plastik sanatlara da yerel ve görünür bir atmosferden beslenen ruha bağlı figüratif, nonfigüratif, geometrik, abstre [soyut] veya konkre [somut] motif, desen ve yaşanışların doğmasına neden olmuştur. O halde fonetik sanatta ulusal ruh, bir bakıma toplumun dil yoluyla organik varlığına temel olan fizyolojik bir gelişmeye dayanırken, plastik sanat yaratışları daha çok görünür dünyaya hükmeden doğanın fizyolojisine yönelmektedir. Onun içindir ki dünyanın her köşesinde, güzel sanatlar alanında, yerel ve ulusal özelliklere çekirdek olan bütün doğal faktörler, topluca “halkbilim” olarak adlandırılan etnik ve folklorik hazinelerin meydana gelmesini gerektirmiştir.

            Ulusal kültürümüzün, psiko-fizyolojik ayaktan gelerek ve tarih boyunca birikmiş kültürlerden de yararlanarak hangi noktaya ulaşmış olduğunun araştırılması, dikkate değer sonuçlara yol açmaktadır. Ne gariptir ki, gene böyle bir noktadan başlamak üzere, yalnız devlet gücüyle gerçekleştirmeye çalıştığımız Tanzimat hareketini, yabancılar çok kere Türklerin Garplılaşma isteği diye adlandırmaktadırlar. Oysa bu hareket, gerçek anlamıyla Batılılaşmak ya da Avrupalılaşmak değil, Batıda insan haklarına, dolayısıyla hürriyete yeniden doğuşun zaferi demek olan Rönesans’a yönelme çabasından başka bir şey değildir. O halde Batılılaşmayı, bize göre bir coğrafya terimi olarak kabul edersek, Amerika’nın Rönesans’a yönelmesini Doğululaşma, İngiltere’dekini de Güneylileşme olarak adlandırmak gerekmez mi? Şaka bir yana, Doğululuk ve Batılılık gibi fazla popüler terimler, kanımca, Herodot’un Küçük Asya’da yaptığı yolculukla ilgili yazılarında da gördüğümüz gibi, binlerce senedir sürüp giden Doğu-Batı mücadelesinin ortaya koyduğu iki acayip terimden başka ne olabilir? Bu kelimeler nasıl acayip olmasın ki, binlerce yıldır Doğu-Batı arasında üstünlük savaşına yol açan bu anlayış, bir yandan Batı Türklerinin, jeopolitik durumlarındaki olağanüstülük dolayısıyla, ister istemez Rönensans’a yönelme yolundaki doğal geçişini Batılılaşma olarak adlandırmış, bir yandan da hür düşünüşe temel olan Aristoteles felsefesini, bir zamanlar tamamen kaybetmiş olan Avrupa’ya, bu tefekkürü yeniden tanıtanların Araplar olduğunu da unutturmuştur.

            Öte yandan, tarihçi H.G. Wells’in de söylediği gibi, 13. yüzyılda Cengiz han’ın, doğudan sonra batıya da yönelip, az zamanda Moğolların, Dinyeper’den Pasifik Okyanusu’na kadar hükmetmesi, Asya ile Batı Avrupa arasında serbest bir ilişkinin kurulmasını mümkün kılmış ve böylelikle ilk olarak gene Moğol yayılışı sayesinde, Avrupa’da coğrafya araştırmalarına karşı dikkate değer bir merak başlamıştır. Hattâ bir yandan Türk ve Arap ırklarından milletlerin uyandırdığı ilgi, diğer yandan Yunan klasiklerinin yeniden meydana çıkarılmasıyla, 13. ve 16. yüzyıllar arasında, Avrupa’da yaşayan arî ırk topluluklarını, Latin geleneklerinden sıyrılıp, Avrupa’nın maddi ve manevi yükselmesiyle ilgili hareketlere önderlik etme imkânını yeniden sağlamıştır.

            Yukarıda belirtilen hususlar da gösteriyor ki, Doğunun ve Batının aynı oranda ilgilenmesi gereken eski Küçük Asya ve Atika düşüncesi, insanlığın Ortaçağ boyunca unuttuğu antik kültüre  yeniden el uzatması lazım geldiğini, günün birinde insanlığa yeniden hatırlatmış, ve bu hareket, dünyanın çeşitli bölgelerinde yer alan etnik toplulukların, kültürel yapıyı uluslararası değerdeki uygar yapıya bağlama amacıyla hep beraber Rönesans’a yönelmelerini gerektirmiştir. Şöyle ki, bu yöneliş, herhangi bir taklide ve tekrara dayanmamak koşuluyla, ulusal, yani psiko-fizyolojik kökten beslenen sanat esprilerinin, insan hak ve hürriyetinin ortaklaşa veriminden eşit ölçüde yararlanmasını da sağlamıştır.

            O halde biz Batı Türkleri’nin de Anadolu’dan Rönensans’a yönelişimizin amacı, Batılılaşma ve Avrupalılaşma değil, ancak her şeyimize olduğu gibi, ulusal geleneklerimize de, Rönesans’tan kopan hür ve insancıl bir espri içinde yeniden hayat vermek ve böylelikle aynı yolda gelişen diğer topluluklar arasında layık olduğumuz uygar düzeye ulaşmaktır. Tıpkı Ziya Gökalp’in, özlü geleneklerimizin yaşama ve gelişme kudretlerinden bahsederken, görenek ile geleneği birbirinden kesin olarak ayırt etmesi gibi. Gerçekten de Ziya Gökalp bu konuda şu prensibi kurmuştur: “Her biri bağımsız ve mutlak olan görenekler, oturdukları yerlerde oturdukları gibi kalırlar, bir gelecek yaratamazlar. Gelenek ise, yaratma ve gelişme demektir, çünkü gelenek, çeşitli anları birbiriyle kaynaşmış bir geçmişe, arkadan hareket ettiren bir kuvvet gibi ileri doğru iten tabii bir akıma sahiptir ki, sürekli olarak yeni gelişmeler, yeni yönelişler doğurur. Gelenek, kendi başına doğurucu ve yaratıcı olmakla beraber, ona açılanan yabancı yenilikler de, damarlarındaki besisuyundan feyiz alarak canlanır ve bayağı taklitte olduğu gibi, çürüyüp düşmez.”

            O halde bu değişmez formül karşısında, III. Selim’den başlamak üzere II. Mahmut ile Abdülmecit, 1876 ve 1908 Meşrutiyet’leri ile Atatürk inkılapları, yalın bir anlamda Batılılaşmanın veya Avrupalılaşmanın gayreti değil, çağdaş uygarlığa, ulusal benliğimize sahip olarak ayak uydurabilmenin çabasıdır. Rönesans’ı yapan ülkeye coğrafya bakımından olan yakınlığımız karşısında, böyle bir amacı, jeopolitik durumumuzun doğal bir gereği olarak açıklarken, aynı durumdan mahrum olan Japonya’nın gelişmesini de gözden uzak tutmamalıdır, çünkü Japonya ne Batılılaşmış, ne de Avrupalılaşmıştır; ancak Rönesans’tan gelen çağdaş bilim anlayışının yarattığı uluslararası değerdeki ortak teknikten yararlanarak, kültürel geleneklerini 1899 yılında yepyeni bir kimliğe ulaştırmıştır. Japonya bu kararı, tarihin baş döndürücü akışı içinde yok olmamak için hızla almış ve 60 yıl gibi çok kısa bir süre içinde, günün gerektirdiği ilerilikle arasındaki mesafeyi gereği gibi kapatmayı başarmıştır.

            Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş dönemlerinde bile Rönesans’a gösterilen ilgi büyüktü. Fatih’in, Dubrovnik Cumhuriyeti eliyle Floransa’da basılan dört tıp kitabından ikisini getirtip, diğer ikisinin de derhal yollanması konusunda ne derece ısrar ettiği, Vezir-i Azam Mahmut Paşa imzasıyla Dubrovnik Prensi’ne gönderilen bir mektuptan anlaşılmaktadır. Yine Fatih’in, Venedikli ressam Gentile Bellini’yi, 1479 yılı Eylülünden itibaren bir yıl süreyle sarayında misafir ettiği ve halen Londra’da National Gallery’de bulunan o ünlü portresini aynı ressama yaptırdığı herkesçe bilinen bir gerçektir. Dahası, yalnızca Venedikli ressam Bellini’nin değil, ondan daha önce ve daha sonra Rönesans sanatçılarından Matteo de Pati, Constanzio da Ferra, Maestro Paolo, Benedetto da Majono, Bartolommeo Bellano, Bertoldo di Giovanni’nin de Türkiye’ye gelerek sarayda çalışmış olduklarına ya da bunlardan yalnız bir kısmının gelip, bazılarının elemediklerine dair elde bulunan bazı bilgi ve belgeler üzerinde hâlâ titizlikle çalışılmaktadır. II. Bayezit zamanında da Michelangelo’nun saraya davet edilmiş olduğu, fakat kendisinin bu daveti kabul edemediği, elde bulunan İtalyanca bir mektuptan öğrenilmiştir.

            Bu ilişkilerin, daha Fatih dönemindeki resim sanatımız üzerinde yaptığı olumlu etki, resim sanatımızda ilk olarak Rönesansvari bir perspektif anlayışına yol açm