Radyo Dergisi
Sayı: 41
1 Mayıs 1945
Cevat Memduh ALTAR
Sanat eseri kadar hiçbir şey devirlerin ruhunu tam olarak açığa vuramıyor. Tarihi yapan vakalar ne kadar çekici olursa olsu, insan ruhunun iç verimi demek olan sanat eseriyledir ki geçmişi bugün gibi yaşıyoruz, bugün gibi duyuyoruz. Yoksa Rönesansta olan biteni, sanat eseri dışında nasıl anlardık? 19. asrın ruh durumunu, bizlere Romantizmden daha iyi anlatabilecek bir mefhumun varlığı kabul etmemize hiç imkân var mı? Onun içindir ki, hayat bünyesini yakından anlamak istediğimiz herhangi bir devrin sanat eserini incelerken, o eseri yaratanı ister istemez eserinin başından ayıramamak zorundayız. O halde müzik sanatını diğer sanatlara nazaran tam bir “üslûp tarihi” haline sokan bu keyfiyet iledir ki, devri de, devri yaratanı da muhayyelemize [hayal gücümüze] eksiksiz yaklaştırmaya muvaffak oluruz.
Demek ki müzik eserleri ile yaratıcıları, yaşadıkları devri bizlere en doğru şekilde karakterize edebilen varlıklardır. Onun içindir ki, ancak sanatkâr portrelerini tetkik yoluyla, devirlerin ruh durumunu tam bir isabetle tayin imkânı elde edilmiş oluyor. Nitekim 1830 yılından 1831 yılına kadar, İtalya’da âdeta bir menfa [sürgün] hayatı yaşamış olan genç Fransız üstadı Hector Berlioz, İtalya’yı terk edip anavatanına döndükten sonra yazdığı satırlarla, kendi portresini olduğu kadar, devrin ruh durumunu da tespit ediyordu. Bakınız, alabildiğine dikenli bir hayatı kat etmek zorunda kalmış olan bestekâr Berlioz, bahis mevzuu yazısında neler söylüyor: “Ah ne kadar yalnızım! Ne kadar ıstırap çekiyorum! Tabiat beni ne kadar bahtsız yaratmış: tıpkı bir barometreye benziyorum. Beni yiyip kemiren düşünceler yüzünden mütemadiyen değişen bir ışığın, mütemadiyen değişen donuk bir atmosferin tesiriyle kâh yükselen, kâh alçalan bir barometre”.
Hele Roma’dan bir an önce ayrılmak, bir an önce hasretini çektiği Paris’e kavuşmak isteyen mustarip Berlioz, bu sefer de Fransa’da ebeveyninin oturduğu La Côte kasabasında yazdığı bir mektupta bakalım ne diyor: “Size, Dauphine’de geçirdiğim hayat hakkında ne söyleyeyim? Nota kopya ediyorum, küçük kardeşimle top oynuyorum, Balzac’ı, Saintine’i, Michel Raimond’u okuyorum, gene içim sıkılıyor, rumbala oynuyorum, gene içim sıkılıyor; civardaki köylere gidiyorum, gene içim sıkılıyor. İtalya’da elimde olmadan içime sıkıntı vermiş olan İtalya dağlarını düşünüyorum, sonra o dağların ıstırabı ruhuma çöküyor, bu sefer büsbütün içim sıkılmaya başlıyor. Uzun sözün kısası, görüyorsunuz ki, hayatım burada fevkalâde güzel geçiyor.”
Devrin sanat ve sanatkâr psikolojisini anlatan, bize Chopin’leri, Liszt’leri, Brahms’ları, Wagner’leri yaklaştıran, bizlere bütün bir Romantizmi karakterize eden, bizleri birkaç ciltlik tarihin kolay kolay yaklaştıramayacağı hakikatlere bir çırpıda ulaştıran bu birkaç satır, Romantizmin hakiki tarifinden başka ne olabilir? Hele Berlioz’un 1831 yılında İtalya’da binbir üzüntü içinde meydana getirdiği Senfoni Fantastik adlı eserinin ikinci kısmı, alabildiğine romantik bir sanat adamının ıstıraplarla, tereddütle nihayetlenen uzun yıllardan sonra yeniden elde ettiği yaşama enerjisini remzeden bipik bir eserdi. Aynı zamanda “Hayata dönüş” (Le retour à la vie) adını taşıyan bu eser, üslûbundaki değişiklik bakımından 1830 yılındaki Fransız Romantizmine güzel bir misal teşkil ediyordu. Yani bu senfoni, Berlioz’un gençlik hayatını anlatan bir nevi hal tercümesi mahiyetindeydi.
Bu eserin, yani Senfoni Fantastik’in birinci kısmının hemen arkasından çalınması icap eden ikinci kısmın icra tarzı şöyleydi: Orkestra, koro ve şan solistleri sahnede perdenin arkasında yer alırlar; perdenin önünde duran bir aktör, Senfoni Fantastik’in kast ettiği sanatkârın tipini, yani Berlioz’un kendini temsil eder. Bu takdirde mecalsiz, bitik bir halde sahneye giren aktör şu sözleri söyler: “Allah’ım hâlâ yaşıyorum!.. Sahi yaşıyorum! Hayat tıpkı bir yılan gibi, tekrar ruhumun içine süzülüp girdi, maksadı kalbimi yeniden kemirmek… Fakat bu merhametsiz zehir beni ye’se düşürdükçe, bu rüyaya nasıl mukavemet edebilirim? Darağacı, mahkeme, cellât, askerler… Hele tamamiyle unuttuğum bir sahneyi yeniden tazelemek için, uykumun içinde beni durmadan kovalayan o nağme”.
Burada Berlioz’un kast ettiği nağme, Senfoni Fantastik’e âdeta bir kâbus gibi hâkim olan o meşhur Leitmotif’tir ki, arada sırada kendini değişik çehrelerle gösteren bu Leitmotif, dinleyenlere, mütemadiyen sanatkârın sabit fikrini hatırlatır. Velhasıl, sahnenin önündeki aktörün tiratlarıyla, perde arkasında icra edilen eser, birbirini kovalayan poetik coşmalar halinde senfoniyi sona erdirir. Görülüyor ki, gerek Berlioz’un hayatı, gerek hayatının eserlerine aksi demek olan yaratmaları, romantik bir portreyi olduğu kadar, devrin ruh durumunu da bize tam olarak yaklaştırmaya kâfi geliyor.
Diğer taraftan Romantizmin sanat büyükleri arasında birbirlerine ölesiye bağlı olanlar çoktu. Daha doğrusu o devre mahsus duyuş, anlayış ve yaratış mizacı, sanatkâr zümresini çok kere sevgi ve saygı yoluyla birbirine sımsıkı bağlamaya çok müsaitti. Nitekim bu devrin Chopin gibi, Liszt gibi, Schuman gibi büyükleri, hemen hiçbir devirde eşine tesadüf edilmeyecek kadar samimi hislerle birbirlerine bağlandılar. Gene aynı devrin zeki bir sanat adamı olan meşhur keman virtüozu ve keman bestecisi Paganini, ne gariptir ki, zamana pek uymayan müfrit hasisliği yanında, alabildiğine romantik bir mizaca da malikti. Meselâ Paganini’nin hayatının en mühim, en dikkate değer hadiselerinden biri de, sanatkârın büyük Fransız bestecisi Hector Berlioz ile karşılaşması, hattâ çok takdir ettiği Berlioz’a 20.000 Frank hediye etmiş olmasıdır. Zamanında çok uzun dedikodulara yol açmış olan bu hadiseyi, sanat tarihinin kaydettiği şu notlarda bulmak mümkündür: 1832 yılı Kasım ayında İtalya’dan dönen genç Berlioz’un ilk olarak Paris’te çalınan büyük orkestra eseri, devrin tanınmış sanat muhitlerini altüst etmeye kâfi gelmişti. Nitekim o zamanlar Paris’te ilk temsilini idrak etmiş olan bu eserin çalındığı gün konservatuvarın koridorlarını telaşla kat eden heyecanlı bir zat, Berlioz’un bulunduğu odaya dalarak sanatkârın nerede olduğunu sormuş, çünkü onu tanımıyormuş. Sonra Berlioz’u kucaklamış, yüksek sesle şöyle demiş: “Mösyö, başkalarının durduğu yerde siz başlıyorsunuz!”. İşte bu zat Paganini imiş. Fakat o zaman her türlü heyecana müsait olan Paris sanat muhitinde bu menkıbe zamanla ilk şeklini kaybetmiş. Sözde Paganini birkaç yıl önce Berlioz’u ilk tanıdığı gün sarf ettiği cümlede “başkalarının durduğu yerde siz başlıyorsunuz” dememiş de “Beethoven’in durduğu yerde siz başlıyorsunuz” demiş. Maamafih Berlioz’un hâtıralarını günü gününe kaydetmiş olduğu göz önüne alınır da metrukâtı arasında böyle bir hâtıraya bugüne kadar tesadüf edilmemiş olduğuna bakılırsa, bu sözlerin uydurma bir isnattan başka bir şey olmadığı meydana çıkar.