Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

RADYO

Ankara Radyosu
26 Eylül 1943
Saat: 9-45-10.45

BİR HAL TERCÜMESİ:
Robert Schumann (1810-1856)

Sayın dinleyenlerim, 19. yüzyılın ilk yılları henüz başlamıştı. Orta Avrupa’nın irili ufaklı şehirlerinde, kasabalarında kulaktan kulağa bir tek isim dolaşıyordu; herkesin kafasını bir tek dedikodu işgal ediyordu; taçları, tahtları bir tek korku titretiyordu. Ama bu dedikodu, bu herkesi titreten korku ancak bir tek kişi yüzünden meydana geliyordu. Bu hayrete değer insan da Bonaparte’tan başka kimse değildi. İşte Avrupa, tarihinin bazı safhalarında da olduğu gibi,  yine böyle kendi derdine düştüğü bir dönemdeyken, Orta Almanya’nın oldukça küçük bir kasabası yalnız kendi âlemine sığınmış, dünyadan elini eteğini çekmiş bir münzevi haliyle yaşıyordu. Bu mütevazı kasabanın dar sokaklarında bozuk kaldırımlar üstünde dolaşan insanların hemen hepsi kasabaları dışında uçsuz bucaksız bir dünya olduğunun farkında bile değillerdi. Bu saf insanların gözlerini bir an için olsun kendi kasabaları dışına çevirmelerine de imkân yoktu. Bu insanların dünyası yalnız kendi kasabalarıydı. Bunların kafasındaki iş kavramı yalnız kendi kasabalarının işiydi. Çoluk çocuk, genç ihtiyar herkes uzak bir geçmişi olan bu çıkmaz sokaklı, sivri çatılı, Gotik kiliseli Ortaçağ kasabasının taşına toprağına candan âşıktı. Bu kasabada herkes birbirini yakından tanırdı. Bu kasabada bir kişinin derdi bin kişinin derdiydi.

Ne gariptir ki, sayın dinleyenlerim, yeryüzündeki varlığını zamanında etrafına pek o kadar hissettirmemiş olan bu mütevazı kasaba, sanat dünyası adına ne önemli işlere girişmişti. Kasabada hemen herkes, farkına bile varmadan, bu önemli işin bir an önce olup bitmesine yardım ediyordu, çünkü kasabanın ister istemez üzerine titrediği bir çocuk vardı ki bu küçük çocuğun yarının büyük bir sanat adamı olması mukadderdi. Kaderin bu kesin kararını değiştirecek hiçbir güç yoktu. Bu küçük kasabanın hele hafta sonu fazla müşterisi olan tanınmış bir lokantası vardı ki günlük hayatın yorgunluğunu biraz olsun gidermek için çoluğuyla çocuğuyla buraya gelen aile babaları, anneler, delikanlılar, genç kızlar, kasabanın tanınmış bir kitapçısı olan orta yaşlı bir kişinin ağzından 6 yaşındaki oğlunun yazdığı şeyleri dinlemekten, bu minimini çocuğun yaşından beklenmeyen hikâyelerini duymaktan büyük bir zevk alırlardı. Bu küçük çocuğun besteciliğe çok hevesi vardı. Çocuk kendini gece gündüz piyanonun başından ayırmıyordu. Okulda öğretmenlerinin hemen hepsi çocuğun müzik yeteneğinin ihmal edilmemesi üzerinde aynı fikirdeydiler.

İşte sayın dinleyenlerim, 1816-17 yıllarına doğru bu küçük çevrede bilerek veya bilmeyerek başta taşınan bu küçük çocuk, bu kasabanın el birliğiyle yarının sanat dünyasına hazırladığı umut dolu bir çocuktu. Bu çocuğun ileri çağlarda hem kendini hem de doğduğu bu küçük kasabayı tarihe mal edecek önemli olayların yine bu mütevazı kasabada cereyan etmesi mukadderdi. Nitekim de böyle oldu.

Sayın dinleyenlerim, küçük Robert’i okulda bütün arkadaşları çok seviyordu. Onun ders sırasında, koridorda, teneffüste, bahçede vakit vakit dalıp kendinden geçmesi kimsenin gözünden kaçmıyordu. İleri yaşlarda bile kendini gösteren bu gibi dalıp gitmeler çocuğun yine bir müzik problemiyle baş başa olduğunu ima ediyordu. Herkes onu bu ânında rahatsız etmekten çekiniyordu. Küçük Robert’in bir başka özelliği de okul arkadaşlarının iç ve dış varlıklarını müzikle harikulade karakterize etmesiydi. Meselâ minimini sanatçı vakit vakit piyanoya oturur, doğaçlama çalıverirdi. Bu küçük bir parçada arkadaşlarından herhangi birinin portresi birdenbire görünüverirdi. Piyanoda kısa sürede meydana getirtilmiş olan bu küçük parçaların her birinde herhangi bir arkadaşının karakterini okumak mümkündü. Birbirini kovalayan böyle küçük karakter portreleri içinde her arkadaşı kendi tipini saptamakta güçlük çekmezdi. Herkes küçük sanatçının piyanoda kimin portresini çizdiğini kolayca anlardı. Bu da gösteriyor ki, sayın dinleyenlerim, küçük Robert’in piyanoda arkadaşlarının figürlerini, yürüyüşlerini, söz söyleyişlerini bu kadar açık hatlarla karakterize edebilmesi öyle sanıldığı gibi sırf tesadüf değildi.

Bir zaman geldi, kendini müzik sanatına mı, şiir sanatına mı vermesi gerektiğini bir türlü kestiremeyen küçük Schumann, 1819 yılında, yani tam 9 yaşında babasıyla yaptığı bir seyahatte dönemin büyük piyano virtüozlarından biri olan Mocholes’i şahsen tanıdıktan sonra kesin kararını verdi ve o günden itibaren müzik sanatını kendine meslek olarak seçti. Ancak bu sonuca gizli olarak ulaşmış olan küçük Schumann, ebeveyninin arzusu üzerine 1820 yılında klasik bir öğrenim görmek için Gymnas öğrencisi olmak zorunda kaldı. Ancak sanatçı, ebeveyninin bu isteğindeki isabeti ileri yaşlarda daha iyi anlayacaktı. 1826 yılı Schumann için çok hazin bir yıldı, çünkü kendisini esaslı bir meslek adamı yapmaya karar vermiş olan iyi kalpli babasını bu yıl içinde kaybetmişti. Çok iyi bir kadın olmakla beraber sanat meselelerini bir türlü anlayamamış olan annesi ise, küçük Schumann’a vasi olarak seçtiği bir kişiye danıştıktan sonra, oğlunu aklınca sırf hayatını kazanmasına yarayacak mesleklerden birine sokmaya karar vermişti. Bu meslek üzerinde bir an olsun düşünmek ihtiyacını hissetmeden, oğlunun hukuk tahsil etmesini aklına koymuştu.

Sonunda 1828 yılında Gymnas öğrenimini de bitiren Schumann, çok sevdiği annesinin ısrarına karşı gelmeden hukuk öğrenimi görmek üzere Leipzig’e gitti. Ancak yolda Münich’ten geçerken Heinrich Heine gibi dönemin büyük bir şairiyle de şahsen tanışmak fırsatını elde etmiş olması, genç Schumann’ın daha önce vermiş olduğu karara, yani ileride kesinlikle müzik sanatına girmesi yolundaki kesin karara büsbütün sarılmasına neden oldu. Zaten hukuk öğrenimi onu bir türlü tatmin edemiyordu. Hele Leipzig üniversitesi öğrenci derneklerine üye olan öğrencilerin doğru dürüst öğrenim görmek şöyle dursun, tam tersine günün siyasi olaylarından bir türlü baş alamamaları Schumann’ı büsbütün kendi iç âlemine çekmekteydi. Bu durum genç Schumann’ı insanlardan uzaklaştırıp hülyalarıyla baş başa bırakıyordu. Bu münzevi genç, Leipzig’de tekrar karşılaştığı birkaç eski arkadaşından başka hiç kimseyle görüşmüyordu. İşte Leipzig’de geçen bu gizemli yıllar, çocukluk yıllarında yaşanmış olan neşeli günlerin hülya dolu, melankoli dolu günlere dönmesine neden olmuştu ki bu sonsuz hülya, bu bitmez tükenmez melankoli, hayatının sonuna kadar Schumann’ın peşini bırakmayacaktı. Artık Zwicken kasabasının neşeli, şakrak Schumann’ı yerine en yakın dostlarına bile açılamayan, ketum, suskun, kendi iç âlemiyle baş başa bir Schumann olup çıkmıştı. Onun için de iç dünyası ne kadar zengin gösterilere sahne olursa olsun, dışarıdan her zaman pasif bir insan etkisi yaratan Schumann, vicdanının en derin köşelerinden gelen sesleri müzikle anlatmayı uygun buldu. Yazı dilini ise konuşma diline tercih etti. Böylece hem müzisyen hem de yazar olarak Schumann’ı çevresi tanımaya başladı.

Schumann, Leipzig’de günün birinde ünlü piyano hocası Friederich Wieck ile tanıştı. Bu kişi ileri yıllarda ister istemez Schumann’’ın kayınpederi olacaktı. Nitekim bu tanınmış hocanın kızı olan Clara’nın daha 9 yaşındayken piyano virtüozu olarak Batının en önemli sanat çevrelerinde tanınmış olması, Schumann’ın günün birinde Wieck’e öğrenci olmak arzusunu büsbütün kamçılamıştı. Hattâ bu öğrencilik zamanla damatlığa doğru gelişme eğilimini de göstermişti. Öte yandan Schumann’ın hukuk öğrenimi ister istemez felsefe öğrenimine dönüşmüştü. Çalışkan bir üniversite öğrencisi olan Schumann bir yandan felsefe derslerini dinliyor, bir yandan da Byron, Goethe, Heine gibi yazarların eserlerine kendini veriyordu. Bu arada onu en çok Jean Paul’ün karamsar felsefesi ilgilendiriyordu. Gerçekten de tam bu sıralarda genç sanat adamının kaleminden çıkan şu satırlar onun felsefe düşüncelerini ve özellikle