
Ankara Radyosu
28.I.1956, Cumartesi
Saat: 22.00
Süre: 22 dakika
(Sanatkârın 200. doğum yıldönümünde)
Cevad Memduh Altar
Tarih boyunca Avusturya ile olan münasebetlerimiz, muhtelif safhalar arz etmişti. Hattâ 18. asır boyunca devletler muvazenesi [dengesi] icabı aktedilen ittifaklar karşısında, Osmanlı İmparatorluğunun büyük komşusu Avusturya’ya karşı takip ettiği tarafsızlık politikası, iki memleket arasında vakit vakit dostça yaklaşmalara da vesile olmuştu. Müspet ve menfi tezahürleriyle de olsa, Osmanlı-Avusturya münasebetlerinde baş gösteren bu türlü yakınlıkların, az çok birbirine yaklaşan mukadderat beraberliğinde aranması lazım geleceği tabiidir. Nitekim tarihte bu iki devlet arasında kesintiye uğrayan her yaklaşmayı bir telafi devresi takip etmişti. Bu takdirde, Avusturya İmparatoru VI. Karl’ın Osmanlı İmparatorluğunu harbe sürükleyen politikasını, ilk olarak İmparatoriçe Marie Therese değiştirmeye muvaffak olmuştu. Çünkü Kaiser VI. Karl’ın büyük kızı Marie Therese’in, babasının ölümünden sonra başlayan Avusturya veraset muharebelerinden nasıl çıkacağı henüz belli değilken, Osmanlı Sultanı I. Mehmet, devletin tarafsızlığını muhafaza ederek, Marie Therese’e 1748 yılında harbi kazanması imkânını sağlamış oldu. Hattâ bu tarihten altı sene sonra ve III. Osman’ın henüz tahta çıktığı yıl olan 1754’te Prusya Kralı II. Friedrich’in Avusturya ile diğer büyük devletlere karşı giriştiği Yedi Sene Muharebeleri esnasında da Osmanlı İmparatorluğu bitaraflığını [tarafsızlığını] olduğu gibi muhafaza etmişti.
Bütün bu hareketleri göz önünden kaçırmayan Reich’ın, her ne sebeple olursa olsun Türklere karşı beslediği sempati, zamanla anane halini almıştı. Bu arada Orta Avrupa sanatında da Türk atmosferine ulaşma yolunda enteresan tecrübelere girişilmişti. Nitekim devrin siyasi havasından beslenen Türk tesirinin bütün sanatlarda hissedildiği bir devirde idi ki, Avusturyalı büyük kompozitör Wolfgang Amadeus Mozart dünyaya gelmiş ve 35 yıl gibi kısa bir ömür içinde Türkiye ve Türk sanatı ile de ilgilenmekten kendini alamamıştı.
27 Ocak 1856’da Salzburg’da doğan Mozart’ın, çok küçük yaşlarda muhitini hayrete düşüren başarısı, müstakbel dehayı her bakımdan teşhise imkân veriyordu. Ne çare ki, sanatkârın dünyaya geldiği yıl başlayan Yedi Sene Muharebeleri, Orta Avrupa’da sanat hayatının da kökünden sarsılmasını mucip [neden] olmuştu. Fakat her şeye rağmen küçük Mozart, babası Leopold’un idaresi altında, ablası Nanerl ile birlikte yetişiyor ve devamlı surette gelişiyordu.
Mozart’ın henüz çok küçük olduğu yaşlarda Orta Avrupa’yı kasıp kavuran Yedi Sene Muharebeleri, aynı dili konuşan, aynı edebiyat ile aynı tefekkür sisteminden feyiz alan iki hükümdarı birbirine düşman etmişti. Bunlardan biri, Prusya Kralı Büyük Friedrich, diğeri de Avusturya İmparatoriçesi Marie Therese idi. Ne gariptir ki, bu iki hükümdar da, Batı irfanının standart beyanı demek olan klasik tefekkürü [düşünü] sanatta elbirliğiyle korumuş, fakat siyasi bağımsızlığı elde tutma pahasına, karşılıklı çetin bir savaşa tutuşmuştu. Hattâ Prusya Kralı II. Friedrich, büyük sanatkâr Johann Sebastian Bach’ı her şeyin fevkinde tutuyor, Avusturya İmparatoriçesi Marie Therese ise Bach sistemi üstünde dehaya ulaşan küçük Mozart’a yakın alâka gösteriyordu. Görülüyor ki, aynı kandan olan her iki hükümdar da beşeri sanatı anlama yolunda birleşiyor, fakat siyasi varlık kavgasında birbiriyle pervasızca savaşıyordu. Maamafih Marie Therese’in Orta Avrupa irfanına yaptığı büyük hizmeti müdrik [bilincinde] olan II. Friedrich, bu aydın kadına karşı his dünyasında olsun büyük bir zaaf duyuyor ve onu candan takdir ediyordu. Bu itibarla Marie Therese ile yedi yıl savaşan Büyük Friedrich, düşmanı olan Avusturya İmparatoriçesi hakkında bir dostuna yazdığı mektupta, şu cümleyi kullanmaktan kendini alamamıştı: “Bilemezsin bu kadın için ne acı, ne samimi göz yaşları döktüm… Cinsinin ve hükümdarların medarı iftiharı olan bu kadınla birçok savaşlar yaptım, fakat hiçbir zaman onun düşmanı olmadım”.
Mozart, her şeyden evvel Marie Therese Avusturyası’nın bir sanatkârı idi. Halbuki Kaiser VI. Karl zamanında birbirini kovalayan harpler yüzünden Avusturya devletinin bütün kaynakları kurumuş, hattâ İmparatorluk tarafından sırf bir taviz olarak Prusya Krallığının ihdas edilmiş olması, günün birinde Reich’ın büyük problemlerle karşılaşmasını mucip olmuştu. Marie Therese, babası VI. Karl’dan kendisine intikal eden harap ve bitkin Avusturya’yı, 1763’te daha çok Prusya lehine neticelenen Yedi Sene Muharebelerinin sonunda güçlükle tedavi edebilmiş hattâ kaybolan Silezya’yı kan kardeşi Büyük Friedrich’in elinden geri alamamıştı. Fakat Avusturya, az zamanda gene İmparatoriçenin dahiyane sevk ve idaresi altında, bilhassa sanatta büyük ilerlemeler kaydetmişti. Çünkü Marie Therese, bu kalkınmayı bir bakıma da Osmanlı İmparatorluğu ile anlaşma ve iyi geçinme siyasetine borçlu idi.
İşte bu hadiseler cereyan ederken, küçük Mozart da sanatında mütemadiyen gelişiyordu. Daha o yaşlarda Paris’te yazdığı dört sonat, ancak kendine çok yakın olan bir muhitin dikkat nazarını çekmişti. Nitekim 1764 yılı Nisan ayının 2nci günü Salzburg’da çıkan gazetelerin birinde, küçük Mozart’ın Münih turnesine atfen şu satırlar intişar etmişti [yayımlanmıştı]: “Salzburglu orkestra şefi Bay Mozart’ın, uzun zamandan beri o şayanı hayret çocuklarıyla nerede olduğu bilinemediğine göre, bu zatın üç buçuk yıl süren bir seyahatten sonra, ailesi efradıyla sağ salim Salzburg’a döndüğünü işitmek az insanı sevindirmeyecek. Bu çocukların her gittikleri yerde gösterdikleri başarının ehemmiyetine ve müzik sahasındaki bilgilerine bizzat şahit olmadan bir şey söylemeye, hattâ inanmaya imkân yok. Fakat sekiz yaşındaki kompozitör Mozart’ın, sofrada Prens hazretlerinin yanına oturarak, gene Prensin kendisine verdiği birkaç mezürlük temayı derhal işleyip bir müzik eseri haline getirmesi hadisesine Münih sarayı şahit oldu”.
18. asrın sonlarına doğru, Orta Avrupa tefekkür sistemi hızla inkişaf ediyor ve devrin manevi hayatında göze çarpan bu fikir inkılabının mihrakını “insan” ve “hürriyet” mevzuu teşkil ediyordu. Esasen bu her iki varlığın kemalini [olgunlaşmasını] sağlayan inkılap kahramanları arasına yenileri de katılıyor, ilim ve sanat dünyasına, o zamana kadar görülmeyen yıldızlar doğuyordu. Bu arada ilk olarak Haydn’ın oda müziği eserleri, sanat dünyasının dikkat nazarını çekerken, Imanuel Kant’ın “Umumi Tabiat Tarihi ve Kâinat Nazariyesi” [Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı] adlı eseri geniş bir alâka toplamakta idi. Gene insanlığın bu feyizli devresi içinde, büyük şair Friedrich Schiller dünyaya gelmiş, yapılan neşriyat [yayınlar] arasında, ilk olarak ilahiyat ve edebiyat tenkitleri geniş ölçüde yer almaya başlamış ve bilhassa din hürriyeti uğrunda girişilen mücadele esaslı bir gelişme kaydetmişti. Jean Jacques Rousseau, “Emil” adlı eserini neşrederken, zamanı karakterize eden “tenevvür” [aydınlanma] edebiyatı da zenginleşip olgunlaşıyordu. Kadınlığın yükselmesi mevzuuna gene o devrede el atılmış, Fransız klasikleri karşısında Lessing’in Hamburg Dramatürjisini yaratma yolundaki hamleleri, sanat muhitlerini yakından ilgilendirmişti. Nihayet 1770 yılına da ulaşılmış, bu tarihte Mozart 14 yaşını idrak ederken, Ludwig van Beethoven ile filozof Hegel dünyaya gelmiş, Goethe “Faust”u yazmaya başlamış, General George Waghington, uzun bir mücadele sonunda, Amerika’da 13 Birleşik Devletin bağımsızlığını ilan etmiş, hattâ bu hareket, günün birinde Fransız inkılabına bile örnek olmuştu. Nihayet Goethe ile büyük kompozitör Gluck “Iphigenie Tauris’te” adlı eserlerini aynı devre içinde ve aynı yılda yazıp sanat âlemine sunmuşlardı (1779).
Görülüyor ki, Mozart’ın doğum yılı olan 1756’dan başlamak üzere, 1779 senesine kadar devam eden 23 yıl gibi kısa bir devre içinde, insan hak ve hürriyetinin sağlanması bakımından ehemmiyetli hadiseler cereyan etmiş ve büyük sanatkâr Mozart’ın dehası, bu derece canlı bir kalkınmanın gölge-ışık tezatları arasında kemale ermiştir.
Wolfgang Amedeus Mozart’ın 35 yıl süren çok kısa bir ömür içindeki sayısız ibdaları gözden geçirilecek olursa, sanatkârın Türkiye’den ve Türk musikisinden mülhem olarak meydana getirdiği eserleri, 1775-1782 yılları arasındaki 7 yıllık bir devre içinde yazdığı görülür. Türk hayatiyle ilgili Mozart eserlerini meydana getiren yılların, sırf Marie Therese devrine isabet ettiği göz önüne alınırsa, bahis konusu kompozisyonların yazılması bakımından tercih edilen bu yılların, kuru bir tesadüfle telif edilemeyeceği kendiliğinden anlaşılır. Çünkü 40 yıl fasılasız devam etmiş olan Marie Therese hakimiyeti (1740-1780), Türkiye’de I. Mahmut, III. Osman, III. Mustafa ve kısmen de I. Abdülhamit gibi dört padişahın hükümranlık devrelerine isabet etmektedir. Bazı hadiseler müstesna olmak üzere, bu devre içinde, Osmanlı ve Avusturya İmparatorlukları arasında daha çok dostane bir siyasetin gelişmekte olduğu göze çarpmaktadır. Şüphesiz bunun neticesi olarak da Mozart, 1775 yılında “Konçerto Türk” diye de anılan 5 numaralı La-majör keman konçertosunu (K.V.219), 1778 yılında “Rondo alla turca” adlı eseri, yani meşhur Türk Marşı’nı ihtiva eden 11 numaralı La-majör piyano sonatını (K.V. 331), 1779 yılında Türk hayatından mülhem [esinlenmiş] olan “Zaide” (K.V.344) adlı müzikli sahne eserini; 1782 yılında da “Saraydan Kız Kaçırma” adlı meşhur Türk operasını (K.V.384) kompoze etmiştir. Bunlardan yalnız sonuncusu, Avusturya İmparatoru Kaiser II. Franz Joseph devrine isabet etmektedir. Kaldı ki, 1782 yılından sonra Mozart’ın Türk hayatından mülhem yeni bir esere teşebbüs etmemiş olması da üzerinde bilhassa durulması gereken bir keyfiyettir. Belki de İmparatoriçe Maria Therese’in 1780 yılında vefat etmiş olmasını ve o tarihten itibaren idareyi bilfiil ele alan Kaiser II. Franz Joseph devrinde, iki devlet arasındaki siyasi bağların gittikçe gevşemeye yüz tutmuş bulunmasını buna sebep olarak göstermek mümkündür. Zira İmparatoriçe Marie Therese 1780’de ölmüş, iki memleket arasındaki dostluk münasebetlerinin henüz devam ettiği son iki yıl içinde ise Mozart ancak “Saraydan Kız Kaçırma” adlı Türk operasını yazmıştır. Hele Kaiser II. Franz Joseph’in Osmanlı İmparatorluğuna harp ilan ettiği 1788 yılından itibaren, Mozart’ın Türk hayatı ve sanatıyla ilgili olarak eser yazması için de ortada bir sebep kalmamıştır. Maamafih, büyük sanatkâr Wolfgang Amadeus Mozart’ın, devrin her türlü siyasi esprisinin fersahlarca üstünde, hakiki bir Türk dostu olduğu şüphe götürmez bir hakikattir. Bu cihet, onun Türklerle ilgili olarak meydana getirdiği eserlerin ruhunda mündemiçtir [saklıdır].
Mozart’ın, Konçerto ve Sonat gibi mutlak sanat esprisine bağlı olarak meydana getirdiği iki eserin içinde, Türk zevkinden mülhem iki kısım ibda etmesi [yaratması] ve sırf görünür bir mevzua dayanan müzikli sahne sanatında da ayrıca iki Türk operası yazmış olması, bilhassa dikkate değer bir keyfiyettir. Böylelikle Mozart, müzik sanatının Sonat ve Opera gibi birbirinden ayrı iki büyük kolunda meydana getirdiği eserlerde, Türk zevkine önemle yer vermiştir. Kaldı ki, büyük sanatkâr, sonat formu gibi tasvire değil mutlak tefekküre dayanan bir müzik nevi içinde, bağımsız birer bölüm halinde meydana getirdiği “Alla turca” cümlelerinde, bir yandan vurma sazların çeşitliliğine önem vermiş, diğer yandan kendince tasavvur ettiği Türk sanatından mülhem melodi ve enterval hususiyetlerinden faydalanarak, bir nevi egzotizm yaratmak istemiş ve böylelikle ibdalarına bir Türk karakteri verdiğine kani olmuştur. Bununla beraber, bilhassa La-majör piyano sonatının “Rondo alla turca” cümlesi icra edilirken, sol ele verilen vazifenin, dinleyiciye hakikaten kudretli “kös” darbelerini hatırlattığına bakılırsa, büyük sanatkârın, zamanında bir Osmanlı Mehter Takımı dinlemiş olduğu hatıra gelebilir.
Mozart’ın, 1779’da Türk hayatından mülhem olarak yazdığı “Zaide” (Zahide) adlı müzikli sahne eseriyle, 1763’te Voltaire’in “Traité de la tolérence” isimli kitabının tesiri altında bütün Avrupa’nın üzerinde durduğu Türk mertliğinin, Türk alicenaplılığının en güzel örneğini vermek istediği muhakkaktır. Bu eserde Kanuni Sultan Süleyman’ın Hıristiyan kölesi Gomats, saray kadınlarından Zahide’ye gönül verir. Sultanın itimadını kazanmış bir saray mensubu olan Allazim’in (El Azim) yardımıyla kaçmaya teşebbüs eden sevgililer, yakalanıp Padişahın huzuruna getirilirler. Fakat içinde geçen vakanın metni, J.A.Schachtner tarafından hazırlanan eserin bu korkunç sahnesinden sonrası, süratle diğer bir kompozisyona başlamak zarureti karşısında, maalesef Mozart tarafından bestelenmemiş ve bu suretle müzik yarım kalmıştır. Bu eserin, “Saraydan Kız Kaçırma” operasına bir hazırlık olduğu muhakkaktır.
Mozart’ın 1782’de tam olarak yazdığı “Saraydan Kız Kaçırma” operasına gelince: Bu meşhur eser de mevzuu bakımından Türk alicenaplığının en güzel örneğini ortaya koymaktadır. Burada bir Türk paşasının sarayındaki harem dairesinde gördüğü ve delice sevdiği bir kızı kaçırmaya teşebbüs eden İtalyan genci Belmonte yakalanır, fakat Paşanın mertliği ve iyi kalpliliği, her ikisini de cellada değil, hürriyete kavuşturur.
Avusturya İmparatoru Kaiser II. Franz Joseph’in 1790 senesinde vuku bulan ölümünü müteakip tahta çıkan Kaiser II. Leopold, Avrupa’yı topyekûn tehdit eden Napoleon tehlikesi karşısında ve aynı yıl içinde, Osmanlı Sultanı III. Selim ile barış akdetmiş, fakat ne çare ki Mozart’ın ömrü vefa etmemiş ve bu tarihten bir yıl sonra (1791) 35 yaşına ulaşan sanatkâr, hayata ebediyyen gözlerini kapamıştır. Böylelikle 1782 yılına kadar, Mozart’ın Osmanlı-Avusturya yakınlığının sanatta bir tezahürü olarak meydana gelen Türk hayatiyle ilgili eserleri arasına artık yenileri katılamamıştır. O halde Kaiser II. Leopold Avusturyası’nı ancak bir yıl idrak edebilmiş olan Mozart’ın bir müddet daha yaşayabilmesi, belki de Türk hayatından mülhem daha başka eserlerin meydana gelmesini mucip olacaktı.
Müzik sanatının her sahasında, gerek kemiyet [sayı], gerek keyfiyet [içerik] bakımından muazzam eserler yaratmış olan Wolfgang Amadeus Mozart’ın 27 Ocak 1956 tarihine isabet eden doğum yıldönümünü, her millet gibi biz de kendi imkânlarımızla benimserken, yalnız medeniyet tarihine mal olmuş bir sanatkârı anmakla kalmıyoruz, aynı zamanda Türk dostu bir sanat kahramanını da kutlamış oluyoruz. Onun içindir ki, biz Türkler Mozart’ı hem severiz,, hem de onun Türk ruhundan mülhem eserlerinde bize karşı temiz bir sevgi sezeriz.