Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

RADYO

Ankara radyosu
7 Ocak 1943
“Müzik hikâyeleri”

SANATTA MİZAH VE FIKRA

Sayın dinleyenlerim,

            Sanatkâr ruhunun çok kere önemsiz sanılan bir tarafını bizlere yaklaştıran küçük olaylar, küçük hikâyeler ya da fıkralar tıpkı enstantane fotoğraflar’a benzer. Bununla beraber ağızdan ağza dolaşırken hemen her seferinde olduğundan büsbütün başka bir yüzle kendini gösteren bu türden hikâyeler bazen de dinleyenler üzerinde hiçbir iz bırakmadan geçip giderler. Ama insan herhangi bir dostunun ağzından hiç yorulmadan dökülen böyle bir hikâyeyi biraz olsun kendi kendine tahlile kalksa, bütün bu küçük hikâyelerin hiçbir rötuşa hacet kalmadan sanatkâr mizacının büyük bir tarafını gize yaklaştırmakta olduğunu hayretle görür. Gerçekten de bazen bu enstantanenin içinde öyle önemli noktalar gözümüze çarpar ki işte yalnız bu tek tük noktalar insanın kalp gözüne ulaşan sönük bir hayale can verir, o hayalin gerçek yüzü bize yakından tanıtır. Bu nedenle bizi sanatçının öz benliğine güçlük çekmeden ulaştıracak olan sanatkâr hikâyelerini ve fıkralarını hakkıyla anlayan ve anlatan bir kimse, meselâ Beethoven gibi bir dâhinin karakter portresini uzun uzadıya özgeçmişler okumaya lüzum kalmadan bize birkaç hikâyeyle çizebilir. Nihayet şurası da muhakkaktır ki bir sanatçının gerçek mizacını, gerçek karakterini eksiksiz tarife de imkân yoktur. İnsan böyle bir tarife ancak herhangi bir sanat adamının hayatında görülen bazı gülünç hikâyeleri, şakaları incelemek suretiyle ulaşabilir.

            Ancak, sayın dinleyenlerim, dünyada mevcut sanatkâr hikâyeleri arasında bilhassa müzisyenler için anlatılanların büsbütün başka bir manası vardır. Sanatçılar arasında en çok müzisyenler şaka ve fıkra dinlemeyi severler ve aynı oranda da hikâye anlatmak hevesine kapılırlar. Meselâ büyük sanatçı Beethoven’in karşılaştığı dostuna selam verir vermez ilk işi yeni bir hikâye veya fıkra bilip bilmediğini sormak olurmuş. Nitekim Beethoven’in yakın dostlarından Ignace Castelli yazılarından birinde büyük üstadın hikâyelere ve gülünç olaylara olan merakını şöyle anlatıyor: “Üstat beni  görür görmez hep şöyle sorar: ‘Kim bilir bana anlatacak yine ne budalalıkların vardır’. Ben de derhal bir fıkra anlatırım. O da bu hikâyeye katıla katıla güler....”.

            Kesin olan bir şey varsa o da, sanatçılar arasında bilhassa müzisyenlerden büyük bir kısmının sağlam bir mizah duygusuna sahip olduklarıdır. Özellikle müzik mesleğinin sanatkâr ruhunda meydana getirdiği asabi yıkıntı göz önüne alınırsa, bu yıkıntının tamamen aksi olan boşalıp rahatlama isteğinin daha çok gülmeye ve şaka etmeye yol açması doğaldır. O halde mizah halinde ortaya çıkan bu ruhsal boşalmayı müzisyen asabını koruyan ve kurtaran bir sağlık unsuru olarak kabul etmek gerekir.

            Dünyanın tanınmış belli başlı müzik üstatlarının günlük yaşayışları, günlük kavgaları incelenirse, mizahın ve şakanın hele bir müzisyen için tek kurtuluş olduğu kolayca anlaşılır. Diğer taraftan şaka ve mizah, müzisyende yalnız irade dışı bir dışavurum değil, bazen en kritik anlarda bilerek baş vurulan bir önlemdir. Onun içindir ki bu konuda bir hayli araştırma yapan psikologlar, sanatçının mizah yeteneğini bir tür tutku ya da arzu olarak da nitelendirirler. Hele bir müzisyen için, asabı tehdit eden olaylar karşısında, müzikseverlerin ve insafsız eleştirmenlerin önünde başvurulacak tek önemin çok kere mizah olduğu görülmüştür. Oysa bazı müzisyenler, zamanlarında bu yüzden terslikle, titizlikle, aksilikle itham edilmişlerdir, çünkü ince ya da kaba bir nükte veya bir mizah, böyle bir boşalma ihtiyacını duyan müzisyen için bu önlemin ancak bir savunma aracı olduğuna uzun zaman kimse inanmamıştı. İyi düşünülecek olursa büyük müzisyenlerden çoğunun zamanlarında müziç, geveze, aksi veya titiz olarak tanınmış olmaları çok kere olayları tahlil edemeyenlerin koyduğu yanlış bir teşhisten başka bir şey değildir.

            İşte sayın dinleyenlerim, sanatçı ruhundan çok kere eşeltirici bir mizah havası içinde akseden bu tür olayların en önemlisini biz de bu aksam yaşandığı devrin havası içinde inceleyelim ve bir an için geçen yüzyılın başlarına dönelim. Viyana, 1810 yıllarına doğru büyük besteci Beethoven’in sanat zaferini kutluyordu. (Burada arka planda Coriolan Uvertürü çalmaya başlar.) Ancak 40 yaşlarına ulaşmış olan büyük üstat, gitgide artan feci bir sağırlığın verdiği acıyla meslek alanında elde ettiği büyük başarılara bile pek o kadar sevinemiyordu. Bu büyük üstadın bağlandığı tek bir şey vardı, o da sanattı. Beethoven, kendine sanatı hami olarak seçmiş, ona sığınmış, sanat onu en kara gününde korumuş, onu intihar fikrinden yine sanat vazgeçirmişti. Diğer taraftan büyük üstat tam bu sıralarda kendinden en az 20 yaş büyük olan şair Goethe’ye bütün kalbiyle tapıyor, çocukluk yıllarından beri fikir alanındaki gelişmesini yalnız bu büyük şairin eserlerine borçlu olduğu için onu her şeyin üstünde tutuyor, onu şahsan da tanımak arzusunu bir türlü yenemiyordu.

            Nihayet Goethe’nin yakın dostu ve devrinin tanınmış bir kadın şairi olan Bettine Brentano, sırf Beethoven’i tanımak için Viyana’ya gelmiş ve sanatçıyı şahsen de tanımıştı. Eşsiz dehası karşısında sarsılmış ve bütün gelişmesini yalnız Goethe’ye borçlu olan bu hassas kadın, bu ziyaret ve tanışmanın ruhunda bıraktığı derin izlenimleri anlatmak için şaire yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Sana şimdi anlatmak istediğim insan Beethoven’dir ki onu görünce dünyayı da seni de unuttum.” (Coriolan biter.) Bu şair kadının Weimar’da bomba gibi patlayan bu ateşli mektubu Goethe’de Beethoven’i şahsen tanımak arzusunu alevlendirdiği  kadar, bu aristokrat şairin kıskançlık duygularını da harekete geçirmişti. Gerçekten de Goethe, Bettina’ya yazdığı mektupta şu cümleyi kullanmaktan kendini alamamıştı: “...Yerini ne kadar değiştirsen, etrafındaki şeyler ne kadar değişip güzelleşseler de beni o her zamanki o büyük vefan ile unutma...”.

            Öte yandan Beethoven’de 1810 yıllarına doğru büsbütün alevlenen Goethe sevgisi Bettina’nın da yardımıyla artık tahammül edilmez bir hal alıyordu. Hele büyük bestecinin Weimar Tiyatrosu’nun gösterdiği arzu üzerine büyük şairin “Egmond” adlı sahne eserini bestelemeye başlaması, Weimar’a büyük bir olay olarak yansımıştı. Beethoven bütün arzularına rağmen Goethe ile bir türlü tanışamamış, ama bu arada “Egmond” ilk defa olarak 24 Mayıs 1810 tarihinde Beethoven’in yazdığı müzikle Weimar’da oynanmış, eserin eşsiz uvertürü muhafazakâr bir sanat çevresi olan Weimar’da birbirinden farklı bir sürü dedikoduya yol açmıştı. Bütün sanat görüş ve anlayışıyla müzik hakkında sarsılmaz kanılar edinmiş olan Goethe bile aynı yıllar içinde Beethoven sanatını şu cümlelerle anlatıyordu: “...Her şeyi içine almak isteyen bu müzik ayrıntılarda ince güzellikler saklıyor, ama hep ilkellik içinde kaybolup gidiyor. Şu haylazın yaptığı şeytanlıklara bakın. Öte yandan yarattığı şu güzellik ve ihtişama da bakın. (Bir anda Egmond unvertürü yükselir.)

            Sayın dinleyenlerim, görülüyor ki şair, “Egmond”u dinlerken, eserin hemen her yerinde kendini gösteren dehayı seziyor, ama eserin ruhuna Beethoven’in kastettiği anlamda nüfuz edemiyordu. Diğer taraftan büyük besteci, sırf Goethe aşkıyla “Egmond”u bestelerken ne hülyalar kurmamıştı. Hele eserin basımını üzerine almış olan Leipzig’li meşhur basımcı Breitkopf und Härtel, “Egmond” basılıncaya kadar Beethoven’den neler çekmemişti!.. 1810 yılında bu basımcıya gönderilmiş olan notaların 1811 senesi Ekim ayına kadar basılıp Goethe’ye takdim edilmemiş olması Beethoven’i çok, hem pek çok üzdü. Gerçekten de üzüntüyle geçen bu bir yıl içinde Beethoven tarafından basımcıya gönderilen sayısız mektupların birinde de şu satırlara tesadüf ediliyordu: “Nasıl olur da bir Alman basımcı en büyük bir Alman şairine karşı bu kadar nezaketsiz, bu kadar kaba olabilir? Artık partisyonu derhal Weimar’a gönderiniz”. Nihayet uzun gürültü ve patırtılardan sonra “Egmond” basılmış, herhalde partisyon Goethe’ye takdim edilmişti. Hattâ Bettina’nın uzun zamandır iki dâhiyi karşılaştırmak için kurduğu plan günün birinde eksiksiz uygulanmış, 1812 yılı Temmuz ayında Çekoslovakya’nın güzel bir sayfiye yeri olan Teplitz’de ilk olarak  birbirleriyle karşılaşmışlardı.

            İşte bu buluşma o günden bu güne bir çok şaka ve dedikodu doğurdu. Ancak şurası da kesin ki aristokrat Goethe ile demokrat mizaçlı Beethoven, daha görüştüklerinin ikinci günü çatışmışlar ve bu olay Beethoven biyografisine önemli fıkralar kazandırmıştı. Bunlardan biri şuydu: İkisi beraber, tanıştıkları gün, Teplitz civarında arabayla gezmeye çıkmışlardı. Yolda öteden beriden konuşuldu, ama Goethe arada bir halkın kendisini fazla selamladığından şikâyet ediyordu. Bu ifade Beethoven’in canını sıkmış olacak ki büyük sanatçı sonunun neye varacağını hiç düşünmeden şöyle dedi: “Siz pek aldırış etmeyin Ekselans, belki de beni selamlıyorlardır!”

            O günden itibaren artık pek de hoş olmayan olaylar birbirini kovalamaya başladı. 23 Temmuzda tekrar buluştukları zaman da şöyle bir olay geçmişti: İkisi beraber bir parkta geziniyorlardı. Karşıdan hükümdar ailesinin yaklaşmakta olduğunu gören Goethe, olduğu yerde kenara çekilerek şapkasını çıkarmış ve saygıyla eğilmişti. Yıllardan beri saray çevresiyle bir türlü uyum sağlayamamış olan Beethoven ise, bu durumu görür görmez şapkasını inadına büsbütün başına geçirmiş ve hükümdar ailesinin tam ortasından geçmek suretiyle yoluna devam etmişti. Hele bu olay Goethe’yi büsbütün çileden çıkarmıştı. İşte sayın dinleyenlerim, Teplitz buluşması bu her iki dahi için de ilk ve son buluşma oldu.

            Şahsan da tanışmak için uzun yıllar sabırla bekleyen bu iki sanat büyüğünü, Teplitz’de geçen iki kısa gün birbirinden kolayca uzaklaştırmaya yetmişti, ama Goethe gibi devrinin sanat ruhuna yıllarca hükmetmiş olan büyük bir şairi böyle birdenbire Beethoven’den çeviren yalnız Teplitz görüşmesi yahut Beethoven sanatının zamanına göre yepyeni bir buluş olması değildi. Aynı zamanda fikirlerinden yararlandığı bazı orta halli müzik eleştirmenleri de Goethe’nin Beethoven’i tam olarak anlayamamasına bir hayli yardım etmişlerdi. Hattâ bu arada şairin müzik danışmanı olarak tanınmış olan Zelter’in Beethoven hakkındaki yanlış hükümleri de Goethe’yi Beethoven’e pek o kadar yaklaştıramıyordu. (“Egmond” uvertürü biter.)

            Ancak her nedense Beethoven bu ise Goethe kadar önem vermedi. Hele Teplitz görüşmesinin üzerinden bugüne kadar tam 132 yıl geçmiş olmasına rağmen bu olayı bizim burada tekrar ele alacağımızı Beethoven bilmiş olsaydı, belki de Teplitz’li dostu Breitkopf und Hartel’e yazdığı mektupta Teplitz görüşmesinden öyle acı acı yakınmaya da gerek görmezdi. Nitekim Beethoven bu tarihten sonra Leipzig’li basımcıya yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “...Goethe, saray havasından bir şaire yakışmayan tarzda hoşlanıyor. Milletin en büyük hocası olması icap eden şairin saray yaldızı dışında kalan her şeyi unutabilmesi yanında, virtüozun (!) gülünç hareketlerinden ne kadar bahsedilse yine azdır....”.

            Goethe’ye gelince: büyük şair Teplitz skandalıyla hem adamakıllı içlenmiş, hem de dostu Zelter’e yazdığı mektupta Beethoven hakkında şiddetli hükümler vermişti. Onu acınacak bir kişi olarak nitelendirmişti. Goethe, bu mektubunda şöyle diyordu: “Teplitz’de Beethoven’i tanıdım. Yeteneğine hayran oldun. Maalesef zaptedilmesi güç bir şahsiyet. Hattâ haksızlığı dünyadan nefret etmesinde değil, dünyayı kendisiyle beraber başkalarına da zehir etmesinde. Gerçi kulaklarını kaybetmiş olmasından dolayı sanatkâr cidden affedilmeye ve acınmaya değer. Bence bu felâket onun müzik duygusundan çok arkadaşlık duygularını zedelemiş. Zaten kendisi de mizacı bakımından az konuşan bir insan olduğu için kulaklarının hiçbir şey duymaması acılarını bir kat daha arttırıyor”.

            İşte sayın dinleyenlerim, bu mektup bir büyüğün bir diğer büyük hakkında verdiği en son hüküm oldu, ama aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen Beethoven’deki Goethe sevgisine hiç de halel gelmemişti. Gerçekten de sanatçı, Leipzigli Rochliz’e yazdığı mektupta, 10 yıl önceki Teplitz görüşmesini şöyle anlatıyordu: “O zaman yine ağır işitiyordum ama bugünki gibi sağır değildim. Maamafih büyük adam ne kadar da sabırlıymış. Beni oyalamak için neler yapmadı. Bana birçok küçük hikâyeler anlattı. Neşeli şeyler söyledi. Onun bu hali beni o vakit ne kadar sevindirmişti. Sanat hayatımın en ateşli anlarını yaşadığım o zaman da onun için kendimi mahvetmeye bile hazırdım. fakat ben de sanatımı onun “Egmond”una hasrettim. Ve başardım da sanırım! O Carlsbad günlerinden beri eğer okursam yalnız Goethe okurdum. Goethe daima yasar ve o yaşadıkça biz de beraber yasarız”. Görülüyor ki Teplitz olayı her iki dâhinin ruhlarında aynı izleri bırakmamıştı. O kadar ki Bettine’nin 1822 yılında Goethe’ye aynı sevgiyle yazdığı en son mektup da cevapsız kaldı.

            Bu gerçek anekdotların Beethoven ve Goethe hakkında öyle uzun uzadıya biyografiler okumaya gerek kalmadan bizi her ikisinin mizacına zahmetsiz yaklaştırdığı kesin. Beethoven'in şair Goethe’nin de dediği gibi çok kere –arkadaşlık sınırlarını aşan- kaba şakalar ve eleştiriler yaptığı inkâr edilemeyecek bir gerçek. Hattâ büyük sanatçının topluma karşı takındığı tavırda bile ileri geri eleştiriler sezilmektedir. Bu eleştiriler ve bütün bu hikâyeler tarafsız bir sevgiyle kalplere ulaşmakta ve bu sanat büyüğüne insanı sınırsız bir ilgiyle bağlamaktadır.

            Sayın dinleyenlerim, Beethoven en yakın dost çevresinde istediği gibi açılabilirdi. Bu nedenle de onu ancak yakından tanıyan dostları onun topluma karşı beslediği büyük saygıyı da yakından bilirler ve bu haşin mizaç içinde gizlenen “insan sevgisi”ne hayret ediyorlardı. (Burada 9. Senfoni’nin korosu çalınır.) Onun için büyük sanatçının hikâyelerini toplayan tanınmış bir yazarın da söylediği gibi, Beethoven hayatı boyunca “bütün kalbiyle, bütün neşesiyle gülen bir çocuk gibiydi...”. Bu nedenle, sayın dinleyenlerim, Beethoven’in her söylediği sözden, her ortaya çıkardığı sanat anıtından etrafa fışkıran “candan gülüş”, tertemiz bir “sevgi”den başka bir şey değildir.