
Ankara Radyosu
11 Haziran 1944
Saat: 10.00-11.00
Sayın dinleyenlerim. sanat bize arkadaşlığın, dostluğun en yüksek örneklerini verebilir. Bunlar o türden dostluklardır ki zamanında olduğu gibi zamanından sonra da, hattâ yüzyıllar boyunca da ağızdan ağza dolaşır. İnsanlığın en güzel ahlâk misalleri olarak gönüllere yerleşir. Meselâ büyük sanat dâhisi Johann Sebastian Bach’ın hemen herkesle olan dostluğu, herkese iyilik etme arzusu sanat adamındaki yardımsever ruha en iyi bir örnek olarak gösterilebilir. Sonra büyük sanatçı Schuman’ın arkadaşı Brahms’a olan eşsiz sevgisi, bu sevginin Schuman’ın ölümünden sonra bile eşi Clara’nın ruhunda toprağa kadar uzayıp gitmesi, sanat arkadaşlığının en güzel örneklerinden sayılmaya değer bir olaydır.
İşte böyle sanatın önemli dostlarından bir diğerine örnek olarak geçen yüzyılın tanınmış iki İtalyan üstadı olan Donizetti ile Verdi’nin aralarındaki arkadaşlığı gösterebiliriz. (Buradaki Donizetti, vaktiyle Abdülaziz zamanında saray mızıkası için davet edilen Giuseppe Donizetti’nin kardeşi Gaetano Donizetti’dir.) İtalyan operasının bu her iki büyüğü de (Donizetti ve Verdi) kuzeylidir. Donizetti, Schubert’in doğduğu yıl, yani 29 Kasım 1797’de doğmuştur. Bir fabrika işçisinin 4. ve en küçük çocuğudur. Verdi’den 16 yıl büyüktür. Babası daha sonraları Bergamo’daki kimsesizler evinin kapıcılığını yapmıştır. Verdi’ye gelince: Verdi Wagner’in doğduğu yıl, yani 10 Ekim 1813’te Roncole adlı bir köyde dünyaya gelmiştir. İki oğlu olan başit bir çiftçinin büyük oğludur.
Sayın dinleyenlerim, bu her iki sanat adamı da (Donizetti ve Verdi) fizyonomi bakımından ender tesadüf edilen tiplerdendi. Bir kere her ikisi de siyah saçlı, çekik mavi gözlüydü. Donizetti melankolik bir insan olmakla beraber hayat adamıydı. Yaşamasını bilen zarif bir tipti. Yerine göre ateşli ya da nazik olmasını bilirdi. Kısacası zamanın sanatçıda aradığı bütün niteliklere sahip bir besteciydi. Verdi’nin yüzünde köyün bütün özelliklerini okumak mümkündü. Çok kere susmayı tercih ederdi. Bazı durumlarda kaba hareketlerden kendini alamazdı. Hele yalnızlığı çok severdi.
Donizetti, uzun zaman bilincini kaybetmiş ve bedenen bitkin bir halde yaşadıktan sonra henüz 50 yaşına bile varmamıştı ki felçten öldü. Verdi 88 yaşını doldurduktan sonra yaşlandıkça sağlığı arttı. Hattâ ileri çağlarda tam bir dehaya ulaştı. Donizetti, sanatında Verdi’yi örnek almaktan daha ileriye gidemedi. Gerçi hastalık yıllarına kadar eserlerinde ciddiyeti, neşeyi muhafaza eden sanatçının meydana getirdiği 70 çeşitli operanın şimdiye kadar dinlenmemiş olan bazı dramatik sahneleri dinlendikçe, Verdi’nin, bu en yakın dostundan, yani Donizetti’den neler öğrendiği, bu en yakın dostuna çok şeyler borçlu oldu hayretle görülür.
Sayın dinleyenlerim, her ikisinin de ilk karşılaşmaları şöyle olmuştu: 1839 yılı sonbaharında henüz 26 yaşına ayak basan Verdi, Milano’nun ikinci sanat tiyatrosu olan Teatro Filarmonico’ya ilk operasını takdim etmek üzere Milano’ya geliyor. Oysa o zamana kadar yazdığı 60 opera ile bütün Avrupa’da tanınmış bir besteci olan 42 yaşındaki Donizetti, “Gianni di Parigi” adlı operasını dünyanın en önemli tiyatrosu olan Scala’da bizzat idare etmek üzere Paris’ten Milano’ya davet ediliyor. Her iki sanatçı da bu şehirde şahsen tanışıyorlar. Verdi kendinden yaşlı olan rakibine son derece saygı gösteriyor. Esasen ortada rakiplik iddia edecek kimse de yoktur, çünkü ünlü opera bestecisi öleli, Rossini Paris’te krallara bile nasip olmayan hayata dalıp kalemi yani başına bırakalı beri, İtalyan opera sanatının biricik sevgili diktatörü Donizetti’den başka ortada kim vardı? Hiç kimse onun yanında kalemi ele almaya cesaret edemedikten başka, hızlı eser yazmakta usta olan Donizetti’nin yarattığı eserleri kendi elinde de bırakmıyorlardı.
Ama ne yazık ki Paris’ten Milano’ya getirilmiş olan bu yeni opera (Gianni di Parigi) Scala’daki ilk temsilinden sonra tutmadı, çünkü eserin yazılışı, zavallı Donizetti’nin bilinçsizliğe doğru gittiği zamana, yani sanatçının ağır depresyonlar altında ezildiği zamana tesadüf ediyordu. Onun içindir ki bu son eserin başarısızlıkla temsili opera truplarını tekrar Rossini’ye el uzatmak zorunda bıraktı. Hattâ Donizetti’nin yıldızının sönmeye başladığı şundan da anlaşılıyordu ki Milano’nun tanınmış bir emprezaryosu olan Marelli, büsbütün yeni bir şey meydana koymak istedi. O zamana kadar tanınmamış bir besteci olan Verdi’nin “Aberto di S. Bonifaccio” adlı ilk operasını ele aldı. Eser 17 Kasım 1839’da başarıyla oynandı. Bu vesileyle Verdi Donizetti’ye başı zafer taçlı ilk halef olarak ortaya çıkma fırsatını da elde etmiş oldu. Bu tarihten sonra geçen iki yıl içinde Donizetti sağlığı bakımından biraz daha iyiliğe yüz tuttu. Verdi ilk zaferden cesaret alarak daha başka eserler de ortaya çıkarmıştı, hattâ gerçek rekabet şimdi başlamıştı, ama sanat arkadaşlığı bu rekabeti her seferinde de gözler yaşartan bir dostluk havası içinde işledi. Hele Donizetti’nin daha sonraki yıllarda sanat tacını seve seve, isteye isteye kendine en yakın hissettiği Verdi’ye devrederken “Alayın Kızı” adlı operasının Paris’te kazandığı başarı, sonra yine bir ruh depresyonu ânında meydana gelmiş olan “Adelia” operasının Roma’daki ilk temsiliyle baş gösteren başarısızlık gibi birbirine zıt olaylar kısa ama ateşli bir sanatçı ömrünün doğal sarsıntılarından başka ne olabilirdi? (Müzık: Donizetti, Alayın Kızı uvertürü, Berlin Filarmonı Orkestrası. Donizetti, Lucia di Lammermoor, 2 soprano aryası)
Sayın dinleyenlerim, 1841 yılı 26 Aralık günü İtalya’da öteden beri geleneğe göre kutlanmakta olan San Stefan bayramının ardından yeniden temsile açılan Scala tiyatrosuna Donizetti, “Maria Pedilla” adlı yepyeni bir eser vermişti. Bu eser sanatçıya oldukça başarı sağladı. Birkaç hafta sonra “Nabucco” operasının provaları başlamıştı. Donizetti o sırada hasta haliyle bile durmadan eser yazıyordu. Verdi’ye gelince: bu yetenekli genç opera besteciliğine karar vereli iki yıl olmuştu ki daha bir tek eser meydana getirebilmişti, bu da “Un Giorno di Regno” adlı komik operaydı. Ne yazık ki bu eserde Verdi’nin ilk karısıyla ilk iki çocuğunun ölümünden dolayı büyük bir elemle sarsıldığı zamana tesadüf ediyordu. Oysa bu eseri “Nabucco” operasının getirdiği büyük başarı izledi.
Her şeye rağmen Verdi’nin eserlerindeki yenilik, enerji gibi özellikler, opera sanatını büsbütün başka bir sorunla karşı karşıya getiriyordu. Öte yandan bütün bu eserler içeriklerinin işlenişi bakımından Donizetti’nin eserlerinden alabildiğine ayırt edilebilecek nitelikte eserlerdi. Ama bütün bu durumu anladığı halde Verdi sanatına hudutsuz hayranlıkla bağlı olan bir tek kişi varsa, o da Donizetti’ydi. Meselâ Donizetti’yi Verdi’nin “Nabucco” operasının ilk temsilinde bulunduktan sonra “Ne güzel! Ne güzel eser!” sözünü ağzından düşürmeden Rossini’nin “Stabat Mater” adlı eserini idaree etmek üzere Bologna’ya hareket ederken görenler, sanat tarihinin en değerbilir şahsiyetini saptamakta yanılmadılar. Ancak öyle bir zaman da geldi ki bestecilik yanının tükendiğini, sanat kudretinin hangi noktalara kadar varabileceğini artık apaçık gören Donizetti, hele çok sevdiği arkadaşı Verdi’nin kendisini fersahlarca geride bırakmış olduğunu da acı acı hissettiği anda, artık gerçeklerle karşı karşıya bulunduğunun farkındaydı.
Nitekim bu değerbilir sanat adamının bütün bu işlerin kendi şahsına, kendi sanatına yönelik eden taraflarını iyice anladıktan sonra, Milano’dayken Verdi ile beraber sık sık ziyaret ettiği Kontes Appiani’ye, yani ünlü İtalyan ressamı Andrea Appiani’nin dul eşine yazmış olduğu mektuplar, bu büyük sanat adamının ruh asaletini, arkadaş canlılığını bütün açıklığıyla ortaya koymaya yeterlidir. Gerçekten de Donizetti bu mektupların birinde şöyle demektedir: “Bana dediler ki siz şimdi yalnız Verdi için yaşıyormuşsunuz. Verdi için nefes alıyormuşsunuz. Verdi için titriyormuşsunuz. Doğrusunu isterseniz benim bütün bunlara darılmam lazım. Ama bilakis sizin bu heyecanınıza memnun oluyorum. Siz, yüksek yetenekli sanatçıları ne kadar severseniz, benim de size hürmetim o kadar artar. Ben bütün bunları, bütün bu hissettiklerimi size hiç acı duymadan söylüyorum. Benim zamanım çoktan geçti, dünya yenilik istiyor. Bizim yerimizi dana genç sanatçıların doldurması lazım. Bizden evvelkiler bize yer verdiler. Bizden sonrakilere yer verme zamanı da şimdi bize geldi. Yalnız bizim yerimize Verdi gibi yetenekli bir sanatçının geçmesi mutluluktur. Hiç endişe etmeyin. Bizim Verdi’miz nasıl olsa kendisi için en gerekli olan yolda yürüyecektir.” Yalnız bu mektup bile sanatçının az çok özgün bir ruh durumu içindeki değerbilirliğini açığa vurmaya yeterli değil mi? Nitekim Kontes Appiani’ye yazdığı mektupların hemen hepsinde de Verdi’nin geleceğinden, yüksek başarısından, ona olan bağlılığından sürekli bahsedip durmaktadır.
Sayın dinleyenlerim, seyahati çok seven Donizetti Viyana’ya yaptığı şeyahatlerin birinde kendine daha önemli bir şöhret sağlamayı başarmıştı. Hattâ yine bu seyahatte Avusturya İmparatorunun emriyle saray orkestrası şefliğine tayın edildi. Donizetti bu ileri yaşlarda bile sürekli olarak eser yazma arzusunu önleyemiyordu. Hele Paris’teki İtalyan tiyatrosunun sipariş ettiği komik operayı, yani “Don Pascuale” operasını 11 günde yazan Donizetti’ye Rossini’nin “Sevil Berberi” operasını tam 3 haftada yazmış olduğunu söyledikleri zaman sanatçı, şöyle cevap vermişti. “İşte onun için Rossini hep boş kalmış ya!”
Bu sıralarda Verdi “I Lombardi” operasını bitirmişti. Eser o zamanki sanat dünyasında âdeta bir fırtına yarattı. Hattâ Verdi dehasını uluslararası piyasaya biraz daha yaklaştırdı. Tam o esnada Paris’te bulunan Donizetti, 5 perdelik “Don Sebastiano” adlı operasını yazmaya başlamıştı. Artık sanatçı yavaş çalışıyordu. Hattâ hayatında ilk olarak opera metninden de şikâyet ediyordu. Elindeki metnin kendisini öldüreceğini söylüyordu. Nihayet sanatçının bu en son operası da yazıldı bitti. Eserin ilk temsili 13 Kasım 1843te Paris’teki büyük operada yapıldı. Ne yazık ki en çok basın bu operayı alayla karşıladı. Birkaç yıl sonra “I Lombardi” adlı eserini kısmen değiştirerek “Gerusalemma” adıyla yeniden sahneye koyan, hattâ tasavvur edilemeyen bir başarısızlıkla karşılaşan Verdi’yi yalnız bir şey teselli ediyordu. O da şuydu: Donizetti bile günün birinde Paris’te başarısızlıkla karşılaşmıştı. Hem gazetelerin diline daha feci bir şekilde düşmüştü de kurtuluşu Paris’ten kaçmakta bulmuştu. Fakat ne gariptir ki aradan uzun yıllar geçti, bu sefer müzik tarihçileri vaktiyle Paris basınının alay ettiği “Don Sebastiano” operasında öyle bir kudret, öyle bir ihtişamla karşılaştılar ki sanki herkes bu eserin 20 yıl sonra Verdi’nin “Don Carlos” operasını yazdığı zaman yazılmış olduğunu iddia etse hiçbir şey çıkmazdı, çünkü “Don Carlos”ta parlayan o derin alevin membaını daha evvel Donizetti’nin “Don Sebastiano”sunda keşfetmek pekâlâ mümkündü. Bir çok eserlerinde olduğu gibi bu eserinde de, yani “Don Carlos” operasında da yine Donizetti Verdiye örnek olmuştu. (Don Carlos’tan bir bariton arya, Umberto Urbano)
Sayın dinleyenlerim, 1845 yılından sonra Verdi, Donizetti’nin yazış hızına ulaşamamakla beraber bir hayli verimli olmaya başlamıştı. Nitekim aynı yılın 3 Kasım günü sanatçının Roma’daki Teatro Argentina’da “I Due Foscari” adlı eseri sahneye kondu. O esnada Viyana’da bulunan Donizetti, uzunca bir dinlenme seyahatine çıkmıştı. Bergamo, Milano,Roma, Napoli, Marsilya yoluyla olan bu seyahat, sanatçıyı Roma’da Verdi’nin bu operasıyla karşılaştırmıştı ki eseri heyecanla seyreden Donizetti, duygularını ancak şu sözlerle ifade edebildi: “Bu Verdi gerçekten bir dâhi!Evet, onun bir melodi bulabilmesi pek o kadar kolay bir iş değil, ama bir de buldu mu onu kulağa öyle bir işliyor ki artık o melodi bir daha unutulmamak üzere hafızaya mal oluyor.”
Sayın dinleyenlerim, bu tarihten tam bir yıl sonra Donizetti tekrar Viyana’ya gelmişti. Vaktiyle Paris’te haksız yere alay konusu olan “Don Sebastiano” operası bu sefer baştan aşağı gözden geçirilmiş, hattâ üzerinde bazı değişiklikler yapılmış olarak 6 Şubat 1845’te Viyana’da yeniden sahneye kondu. Fakat tam bu esnada operanın müdürlük bürosunda şiddetli bir buhran geçiren Donizetti, sağlığı bakımından feci bir akıbete uğramış olduğunun pek o kadar farkına varamamış olacak ki 1845 yılı yazında Fransa’ya dönen sanatçı, Paris operası için sipariş edilen büyük bir eserin bestesini hiç çekinmeden üzerine aldı. “Il Duca d’Alba” adını taşıyacak olan bu operanın librettosunu Fransa’nın tanınmış opera metin yazarı Eugène Scribe ile Duveirier hazırlıyordu. Fransızca metni İtalyancaya Zanardini tercüme ediyordu. Diğer taraftan sağlığı bir hayli bozulmuş olan Donizetti eseri bir türlü besteleyip bitiremediğinden şikâyet edip duruyordu. Nitekim bestesi sonraya bırakılan uvertür hiçbir zaman tam olarak bitirilemedi. Bu sırada Donizetti Viyanalı bir dostuna yazdığı mektupta sağlığı bakımından yaşadığı acıları kendine has bir mizahla hafifletmeye çalışıyordu, Hattâ şöyle diyordu: “Viyana’ya dönmek istiyorum, hem de çabuk, mümkün olduğu kadar çabuk. Çok kötü bir haldeyim. Mahvolduğumu hissediyorum. Viyana’da iklim insanı daha da hoş bir şekilde katlediyor! Orada insan kendini daha çabuk öldürtebilir.”
Sayın dinleyenlerim, bu mektuptan sonra sanatçı yine Viyana’ya dönemedi. Aradan henüz çok zaman geçmeden Donizetti öyle müthiş bir buhranla sarsılmıştı ki bu seferki buhran yaklaşmakta olan kötü sonu haber veriyordu. Nitekim aynı yılın Ocak ayında Donizetti’yi Fransa’da Inry tımarhanesine yatırmak zorunda kalındı. Yarım kalmış opera ise, yani “Il Duca d’Alba” operası sanatçının yazı masasının çekmesine hapsoldu kaldı.
Sayın dinleyenlerim, Donizetti’nin çok enteresan olan hayatını en ince noktalarına kadar tespit eden İtalyan yazar F. Alborghetti ile M. Galli ortaklaşa yazdıkları o ünlü Donizetti biyografisinde, 1845 yılını 1846 yılına bağlayan gece Kont St. Victor’un sarayında geçen meraklı bir olayı ne kadar canlı hikâye ederler. Aynı gece, yani yılbaşı gecesi Kont St. Victor’un sarayının büyük salonunda sanatçılar bir toplantı yapmışlar, ünlü bas Lablashe herkesin neşeyle şakalaştığı bir sırada ansızın ciddileşivermiş, çünkü bu zat Donizetti’nin eserlerinin birçoğunu Paris’te Fransızların tanımadığını üzüntüyle söylemek istemiş. Tam bu esnada sarayın uzakça odalarından birinden bazı acayip melodiler duyulmaya başlamış. Önceleri piyano üzerinde çalınan bu melodileri limin çaldığı b,r türlü anlaşılamamış. Bu esnada Lablashe sözde Verdi’yle alay etmek isteyerek bu saçma melodiler için “İşte geleceğin müziği olarak, hah hah hah! Verdi’den akisler” diye haykırmış... Ne yazık ki, sayın dinleyenlerim, sarayın kuytu odasındaki piyanoda o korkunç, o acayip sesleri çıkaran kişi, zavallı Donizetti’den başka kimse değilmiş. Biraz sonra durumu öğrenen sanatçılar onun piyano çaldığı odanın kapısına sessizce doluşmuşlar. Artık herkes şampanyanın verdiği tatlı sihirden bir anda sıyrılıp acı acı düşünmeye başlamış, çünkü duyulan sesler ancak hasta bir bilincin doğurabileceği anlamsız melodi kırıntılarından başka bir şey değilmiş. Tanrı’nın hayat dolu bir dehayı söndürmek üzere olduğu yine bu seslerden anlaşılmış. Hattâ bu hal ruhun hasta bedenle olan en son mücadelesinden başka bir şey değilmiş. Vahşi melodiler yavaş yavaş sükunet bulmuş. Sanatçının her iki kolu yana düşüvermiş. Başı omzunun üstüne yatmış. Göğsünden hıçkırığa benzer sesler duyulmuş. Yanaklarından koca koca yaşlar yuvarlanmış. Doktor çağırmışlar. Bu kişi olayın verdiği heyecanla donmuş kalmış olan misafirlere şöyle demiş: “...Kıvılcım söndü. Artık Donizetti yok! Ondan geriye kalan şey, yaşayan bir cesetten başka bir şey değil!”
Sayın dinleyenlerim, işte bu olay üzerine zavallı Donizetti’yi Fransa’da Inry tımarhanesine kapattılar. Bu olaydan tam 2 yıl sonra, yani 1847 yılında Paris’e gelen Verdi’nin ilk işi çok sevdiği meslek arkadaşı, hattâ hocası Donizetti’yi aramak oldu. O sıralarda henüz Inry tımarhanesinde yatmakta olan Donizetti bir müddet sonra Paris’te Chateaubriand sokağında özel bir eve nakledildi. Bu esnada Verdi Milanolu dostu Kontes Appiani’ye vakit kaybetmeden gönderdiği mektuplarda şöyle diyordu: “Siz bana Donizetti’yi soruyorsunuz. Size gerçeği söyleyeyim. Artık bu işin teselli tarafı yok. Onu bugüne kadar göremedim. Beni yanına bırakmadılar. Fakat onu mutlaka görmek istiyorum. Hiç kimse farkına varmadan onu mutlak bir kere daha arayacağım...”. Bir diğer mektupta, “Vücutça iyi görünüyor, yalnız başını yine omzunun üstünde tutuyor, gözleri kapalı uyuyor, iştahı yerinde, ağzından hiçbir kelime işitilmiyor, bir şey söylediği zaman da katiyyen anlaşılmıyormuş. Birisi kendisini ziyaret ettiği zaman gözlerini biraz açıyor, elini uzatması söylendiği zaman elini uzatıyor, bu hal bilincinin henüz tamamen hasta olmadığını gösteriyormuş. Ama ona tam bir sadakatle bağlı olan doktor bütün bunları sırf bir refleks hareketleri olarak gösteriyor ve keşke canlı olsa, bağırıp çağırsa daha iyi olur, çünkü o zaman ümit büsbütün yok olmaz. Oysa onu şimdiki halinden ancak mucize kurtarabilir” diyor. Bundan başka durumu tıpkı geçen sene olduğu gibi ne iyileşiyor, ne fenalaşıyor. İşte size gerçeği olduğu gibi anlattım. Donizetti’nin hali insanı üzüntüye düşürüyor. Ah daha fecisi tasavvur edilemez!”.
İşte sayın dinleyenlerim, hele bu mektuplardan sonra Donizetti ile Verdi arasındaki temaslar elbette kesildi. çünkü Donizetti öldü. 8 Nisan 1848’de cenazesi kendi yeğeni eliyle vatanı olan Bergamo’ya nakledildi. Bu haber herkesle beraber şüphesiz en çok Verdi’yi sarsmıştı. Ölenle ölmek âdet olmadığı için yine herkes kendini işine gücüne verdi. Fakat öyle olur olmaz bir arkadaşlığın eseri olmayan Verdi-Donizetti bağlılığı Verdi’nin daha sonraki hayatında kendini sık sık gösterdi. Meselâ 1855 yılı Paris Dünya Sergisi vesilesiyle Verdi’ye büyük bir kutlama operası sipariş edilmişti. Günün birinde sanatçının eline sıkıştırılan bir metin 10 yıl önce E. Scribe tarafından Donizetti için hazırlanıp üstadın rahatsızlığı yüzünden bestelenmesi bir türlü bitirilememiş olan “Il Duca d’Alba” operasının metniydi. Herhalde kurnaz E. Scribe ne yapıp yaptı, bir dolap cevirdi, sergi komitesine aynı metni kabul ettirdi. Verdi’nin olandan bitenden haberi yoktu. Hattâ sanatçı elindeki metnin büyük üstat Donizetti’nin yarım kalmış en son operasına ait olduğunu bile bilmiyordu. Eser bestelendi, Verdi neden sonra işin iç yüzünü öğrendiği zaman bir hayli sarsıldı. Bu yüzden sergiyi hazırlayan Fransızlarla İtalyanlar arasında ileri geri çekişmeler de oldu. Ne çare ki eser meydana gelmişti. Bu sefer esere “I Vespri Siciliani” adını verdiler. 1855 yılı Haziran ayında ilk olarak Paris Sergisi’nde oynandı. Fakat ne gariptir ki beklenen ilgiyi uyandırmadı.
Sayın dinleyenlerim, Donizetti’nin ölümünden sonra Verdi dehası opera alanında büsbütün gelişmeye başladı. Diğer taraftan Donizetti gibi vefakar bir arkadaştan mahrum kalan sanatçı artık tamamiyle iç âlemine çekilmişti, çünkü onu biraz olsun topluma sokan ve alıştıran yine Donizetti’ydı. Verdi büyük dostunun daha öldüğü yıl St. Agata’da kendine geniş bir toprak satın aldı. Viyana saray tiyatrosunun ömür boyu Donizetti’ye verilmiş olan orkestra şefliğini ünlü Fr. besteci Berlioz’un kendisi için yaptığı girişimlere rağmen Donizetti’nin vefatından tam 3 yıl sonra onun biricik ünlü halefi Verdi’ye teklif edilebilmişti. Büyük sanatçı bu kere cevap bile vermedi. Artık St. Agata’daki o uçsuz bucaksız tarlaların sahibi Verdi bir yandan tarımla uğraşıyordu, bir yandan da olgunluk döneminin ilk usta eseri sayılan “Rigoletto” operası dünyaya henüz ayak basmış bulunuyordu.
Sayın dinleyenlerim, zaman böyle aktı gitti. “Donizetti-Verdi” arkadaşlığının ancak 9 yıla sığabilen unutulmaz hatıraları “Rigoletto”nun tatlı yankıları içinde tarihe mal oldu. (Rigoletto, soprano aryası, Erna Sack, bariton aryası, Karl Schmidt Walter, Giovanni Inghilleri, bariton)