Ankara Radyosu
25 Haziran 1944
Saat: 10.00-11.00
(“ Debussy’nin müzik tarihi bakımından önemi”
başlığıyla Ankara dergisinde yayımlandı.)
Sayın dinleyenlerim, geçen yüzyılın sonlarına doğru müzik sanatında modern akımları, daha doğrusu izlenimciliği, yani empresyonizmi kuran Claude Debussy, kültür tarihinin önemli şahıslarından biridir. Romantiklerin şekil prensiplerini altüst eden ifade esprisine karşılık sanata yalnız rengi, ani izlenimleri sokan Debussy, müzikte ilk olarak ses ressamlığını kurmuştu. Bu suretle klasik kural ve düzenden derin anlamlı ifadelerden alabildiğine kaçan sanatçı taşıdığı ruhun verdiği kolaylıkla olacak ki -sırf izlenim yoluyla- bir tür doğa ressamlığına ulaşabildi.
Bir sanat adamının her şeyden önce iki bakımdan, yani ilk önce sanatçı olmak bakımından, sonra da tarih karşısındaki rolü bakımından incelenmesi gerekli olduğuna göre Debussy yaratmalarının müzik tarihi içindeki özelliklerini 3 noktada toplamak mümkündür:
1) Debussy’nin Fransız müzik tarihi bakımından önemi,
2) Debussy’nin dünya müzik olayları karşısındaki önemi,
3) Debussy’nin esas olarak kendi görüşlerinin ürünü olan Modernizm önündeki önemi.
Sayın dinleyenlerim, Fransız dehasının en çok plastik sanatlarla şiire meyletmesi sonucu olarak 19. yüzyıl sanat dünyasına Fransızlar önemli eserler vermişlerdi. Bütün bu yaratmalara yapısının özellikleri bakımından karşıt kutup oluşturan bir başka sanat türü de şüphesiz yeni Fransız müziğiydi. İşte bu müzik 19. yüzyılın ikinci yarısında hedefine tamamen ulaşmıştı. Bilhassa bu ulaşılan hedef Orta Avrupa Romantizmine en olgun eserleri veren dönemin yaratma ruhunu olduğu kadar Wagner sanatına da tam bir tezat teşkil ediyordu. Yine bu sıralarda 19. yüzyılın ilk yarısında yetişmiş olan Fransız üstatlarının en meşhuru Berlioz, Fransız sanat hayatının tamamen arka planına atılmıştı. Meyerbeer ve Offenbach gibi Paris’te yaşayan Viyana klasikleri geleneğinden gelen bir atmosfer içinde yetiştikleri için Fransız ruhuna hiçbir yakınlık göstermeyen sanatçılar ise yeni akımlara uyum sağlamayı akıllarından bile geçirmemişlerdi. Nitekim 1870 yılı da geldi, o âna kadar gerçek Fransız müziği namına hiçbir eser meydana getirilememişti. 1871’de millî bir sanat kurmak arzusuyla kurulmuş olan “Société Nationale” bile mevcut sanat üzerinde değişiklik yapacak durumda değildi. Çünkü millí müzik fikrinin yine bu toplum vasıtasıyla bütün Fransa’ya yayılmş olmasına rağmen bu yolda beklenen tepkinin her şeyden önce bilinç altında başlayacağı, yine bilinç altında yavaş yavaş gelişeceği kesindi. Nitekim günün birinde Bizet gibi bir üstadın bilinç altında gelişen “Carmen”, bu yolda atılan ilk adım oldu. Arkadan Saint Saëns, Sezar Franck, Vincent d’Indy, Lalo, Massenet, Fauré, Chabrier, Satie gibi sanatçılar Bizet’nin açtığı yolu genişlettiler, tamamladılar. Bu tarihten itibaren Fransa’da gerçekleşen bütün müzik olayları sırf Fransız ruhundan doğan bir hava içinde gelişme yeteneğini gösterdi, amal büyük iş günün birinde C. Debussy’nin eliyle meydana gelmişti.
Sayın dinleyenlerim, şimdi biraz da Orta Avrupa Alman Romantizmiyle 19. yüzyıl Fransız empresyonizmini kısaca karşılaştıralım: Bir kere Richard Wagner’in duygusal bir kahramanlık havası içinde gelişen bütün yaratmaları yeni Fransız ruhuna hiçbir şekilde uymamaktaydı. Fransız sanatına özgü olan bu ruh, her şeyden önce duygularımıza dayanmaktaydı, yani Fransız ruhunun ancak duygularımızla ulaşılan bir açıklıkta, tam bir denge, mutlu bir oran, ince ve estetik bir şekil içinde, kısacası kendine özgü bir izlenim zevki içinde incelenmesi mümkündü. Nitekim Fransa’yı iyi bilen bir estetikçi, bu çeşit çeşit sanat zevkini “mümkün olan bir şeyin mantığı” diye nitelendirdikten sonra, sözüne şöyle devam ediyordu: “Mümkün olmayan bir şeyi isteyen insan, zevki olmayan insandır, çünkü böyle bir kimse, insanoğlunun içine hükmeden kanunu anlamaktan yoksundur...”.
O halde, sayın dinleyenlerim, yeni Fransız müziğini kısaca şu formülle açıklamak mümkün olabiliyordu: “Asgari imkânlarla azami ifade elde etmek”. Onun içindir ki bütün bunları eksiksiz sağlamayı başaran ritmi, Fransız sanatını her şeyden önce “zarafet ve espri” gibi iki önemli özellikle karakterize etmek şüphesiz daha doğru olur. Bu durumda tıpkı Fransız resmi gibi herhangi bir ânın zevkini “zarafet ve espri”nin ani yardımıyla, yine o an içinde hisseden Fransız anlayışı karşısında, her şeyi sonsuz bir sorun içinde kavramaya çalışan, her şeyi felsefeye, metafiziğe sokma arzusunu yenemeyen, mevcut şekil ve prensiplerin dışında kalan bitmez tükenmez bir arzuya doğru sürüklenip giden Wagner esprisinin kulağa yumuşak gelmesine imkân yoktu. Şimdi bu her iki ayrı âlemin müziğini dinleyelim, birbiriyle karşılaştıralım. (Wagner’in Faust uvertürünün yarısı, Londra Senfoni Orkestrası. Debussy’den La Mer’in tamamı, Boston Senfoni Orkestrası konseri)
Sayın dinleyenlerim, bütün bu dinlediğimiz eserlerden de anlaşılıyor ki sürekli sorunlar içinde dolaşan Wagner müziğinin, yalnız espriye, hattâ bir ânın izlenimine dayanan Fransız müziğini yenileme yolunda sanatçıyı heyecanlandırmasına de pek o kadar imkân yoktu, çünkü her iki espri birbirine alabildiğine tezat esprilerdi. Oysa Debussy gençliğinde, Wagner sanatının ateşli bir hayranı olarak Münich’e, Bayreuth’a az gitmemişti. Yine aynı Debussy günün birinde kendi sanat yönünü haklı olarak Wagner’ın sanat yönünden ayırmak zorunda kaldı, çünkü Debussy’nin Fransız sanatçıları arasında ilk olarak millî renklere el uzatan bir sanatçı olması bir yana, genç besteci, her şeyden önce kendi içgüdüsüyle, Wagner’in arkasında, Wagner’in yarattığı sanat havası içinde, artık kendine yarayacak bir şey bulamayacağını pekâlâ anlamıştı. Onun için Alman Romantizmine, daha doğrusu Wagner’e açık bir karşıtlıkla cepheden saldırmakta artık bir sakınca görmedi.
İşte sayın dinleyenlerim, Debussy’nin Fransız müziği tarihindeki önemi en çok bu noktada ortaya çıkıyordu. Hem Debussy’nin yaptığı, öyle olur olmaz bir karşıtlık da değildi, çünkü o dönemde Fransa içinde bile hiç kimsenin üzerine almaya cesaret edemediği tek sanat karşıtlığı varsa, onu da hiç çekinmeden Debussy yüklenmiş oluyordu. Başlangıçta bizzat Fransa’da garip görünen bu harekat, yani Wagner karşıtlığı, aradan çok zaman geçmeden benimsendi. Debussy’nin Wagner’e karşı kurmuş olduğu yeni üslup, günün birinde yepyeni bir millî üsluba dönüştü. Nitekim sanatçının “Pelléas ve Mélisande” operasının ilk temsili Fransa için büyük bir olay olmuştu. Oysa bu olayın millî Fransız müziği bakımından önemi, ancak aradan uzun yıllar geçtikten sonra lâyıkıyla anlaşılabildi. Aynı zamanda Debussy bu eseriyle, uzun zaman basitlikle, anlamsızlıkla suçlanmış olan Fransız müziğini, Fransız resminin ve Fransız edebiyatının yanına kadar yükseltmiş oluyordu. Fransa’nın diğer sanatlarıyla aynı düzeyde yerini alma gücünü Fransız müziğine yine Debussy veriyordu. Nitekim Debussy tek başına açtığı bu yolu, önce Paul Ducas 1904’te “Ariane ve Mavisakal” operasıyla, sonra Maurice Ravel gibi seçkin sanatçı