Ankara Radyosu
22 Nisan 1943
Saat: 21.15
Sayın dinleyenlerim, sanatkâr kalbinin her büyük sanat adamında aynı durumda olmayacağı kesin. Eserlerine hayran olduğumuz öyle üstatlar vardır ki bunların ruh durumlarıyla yaratma durumları arasındaki tezat bizleri şaşırtacak kadar önemlidir. Bununla beraber -bize garip görünen- bütün bu tezatları gerçek sanat adamının insanüstü ruh durumu içinde tahlile çalışmak, verilecek hükümlerde tezada düşmemek gerekir. Gönül isterdi ki her sanat büyüğü tıpkı Beethoven gibi ahlâk dürüstlüğü ile sanat kudretini nefsinde toplamış olsun. Sonra şurası da muhakkaktır ki, sayın dinleyenlerim, vakit vakit karakter portrelerini çizmeye çalıştığım büyük sanatçıların hemen hepsi ölmez dâhi Beethoven’i kendilerine örnek almışlar, bütün işlerinde Beethoven gibi olmaya çalışmışlardır, çünkü yalnız bu büyük üstat öz sanatı “ahlâkın dışavurumu” olarak tanımıştı. Hattâ müzik sanatı için de şöyle demişti: “Her sanatın olduğu gibi müziğin de esası ahlâktır ve bütün gerçek yaratmalar bir ahlâk olgunluğunun ifadesidir.”
Nitekim devrinin tanınmış şairi olan Viyanalı Franz Grillparzer 1827 yılı eylülünde bu büyük üstadın mezar taşının konma töreninde verdiği ateşli bir söylevde, Beethoven'in “ahlâkın dışavurumu” olarak tanımladığı öz sanat idealini şu sözlerle insanlığa anlatıyordu: “Burada yatan, Tanrı ışığına kavuşmuş bir insandı ve bütün hayatını bir ülkü peşinde koşarak, hep o ülküyü düşünerek, o ülkünün bütün dertlerine katlanarak, o ülkü için varını yoğunu vererek geçirdi...”.
Sayın dinleyenlerim, yine aynı şair aynı söylevin sonunda, Beethoven dehasını biz faniler için bir ahlâk olarak gösteriyordu. Yüzyılın peygamberi olarak tanıdığı Beethoven’i bize ancak şu cümlelerle anlatıyordu: “Eğer bu karmakarışık zamanda içimizde biraz olsun birleşme isteği varsa, onun mezarında toplanalım. İşte bunun içindir ki âşıklarla kahramanlar, şarkıcılarla peygamberler, öteden beri zavallı harap insanlar kendilerine dönsünler, nereden gelip nereye gittiklerini anlasınlar diye yaratıldılar”.
Sayın dinleyenlerim, Beethovenvari bir sanat idealine, bir ahlâk idealine alabildiğine ayak uyduran diğer bir sanat büyüğü de Kuzey Almanya müzik okulunun tanınmış üstadı Johannes Brahms idi. Bu sanat adamının da hayatta tek amacı ahlâktı, biricik neşesi insan sevgisiydi. Hele bu büyük üstadın yaşama ve yaratma grafiği büyük dâhi Beethoven’in yaşama ve yaratma grafiğine ne kadar benziyordu. Her ikisi de sahne sanatından uzaklaşarak salt müziğe, senfonik müziğe bağlandılar. Her ikisi de eserlerinde insanoğlunun neşesini, insanoğlunun kederini dile getirdiler. Her ikisi de vakit vakit kendilerine ideal bir hayat arkadaşı bulduklarını sandılar. Fakat böyle bir arkadaşı hayatlarının sonuna kadar bulamadan, özledikleri yuvayı kuramadan ölüp gittiler. Beethoven 1827’de öldü. Brahms 1833’te doğdu. Her ikisi de birbirlerini göremediler, ama Beethoven’den gelen yaratma ruhu içinde dönemin daha çok sahneye meyleden sanat idealini, Wagner karşıtlığının uyandırdığı mücadele ruhu içinde senfonik müzik lehine de kullanmasını bilen Brahms, 19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca Beethoven sanatını devam ettiren bir üstat olarak, yani 19. yüzyıl klasisizminin koruyucusu olarak bütün dünyada tanındı.
Sayın dinleyenlerim, biraz da bu büyük sanat adamının insanlık tarafına dönelim. Brahms’ın insanlık durumu sanatkârlık durumu kadar yüksekti. Ancak şurasını da esefle söyleyelim ki bu büyük yaratıcı hayatının hemen hiçbir aşamasında mutluluk denilen şeyle bir an olsun karşılaşmamıştı. Ona hayatının sonuna kadar acı çektiren eden şey en çok çocukken çektiği yoksulluğun kendisini ileri yaşlarda bile vakit vakit duyuran acı hatıraları olmuştu. Brahms çok basit bir ailenin çocuğuydu. Fakir bir müzisyen olan babası Hamburg’daki halk tiyatrolarında yahut küçük eğlence orkestralarında, hele en çok dans salonlarında kontrbas çalar, ailesinin geçimine yarayacak parayı kazanmak için ne müthiş sıkıntılara göğüs gererdi. Bu iyi kalpli aile babası, 24 yaşındayken 17 yaşında bir terzi kızla evlenmişti. Bu evlenmeden bir kızı, 2 de erkek çocuğu dünyaya gelmişti. Ailenin çocukları arasında konuşmamıza konu olan Johannes’in sanat yeteneği ilk piyano hocası Cossel keşfetti. Küçük sanatçı yine aynı hoca tarafından dönemin tanınmış müzik üstadı Edouard Marxsen’e devredildi. İşte bu zat ailesinin geçimine yardım olsun diye geceleri Hamburg meyhanelerinde çalgı çalarak para kazanmak zorunda kalan küçük Brahms’ı, bu ömür tüketen meyhane çalgıcılığından bir türlü vazgeçirememişti, çünkü ailesine bütün kalbiyle bağlı olan Brahms, her ne şekilde olursa olsun ailesinin geçimi uğrunda göze aldığı çalışmanın getirdiği kazancın bir santimine bile yüz çevirecek durumda değildi.
Sayın dinleyenlerim, yoksulluk içinde sürüklenen bir ömrün 29 yılı böylece geçti gitti. Tam olgunluk çağlarına gireceği yıllarda çok sevdiği ailesini uzunca bir zaman için terk ederek Viyana’ya gitmek zorunda kalan Brahms, maddi sıkıntıların her türlüsüne göğüs germiş olan babasına gösterdiği derin sevgiyle, derin bağlılıkla, sanatkâr kalbinin en temiz bir köşesini de insanlığa tanıtmış oluyordu. Nitekim Brahms bu uzun seyahate çıkacağı gün babasına şöyle demişti: “Babacığım, eğer günün birinde canın sıkılacak olursa senin için en iyi teselli yine müzikten başka bir şey olamaz. İşte böyle sıkıldığın bir gün, hani bende Haendel’in “Saul” adlı eserinin eski bir notası var ya, o notayı al ve onu adamakıllı oku. Aradığını ancak orada bulursun.”
Sayın dinleyenlerim, hassas bir evlât olan Brahms babasına böyle söylemekte haklıydı. Nitekim genç sanatçı Hamburg’dan ayrılalı bir hayli zaman olmuştu. Yaşlı Brahms’ın yine sıkıntı içinde, zaruret içinde kıvrandığı bir gündü. Adamcağız derhal birkaç ay önce Hamburg’u terk eden oğlunun kendisine tavsiye etmiş olduğu şeyi hatırladı: ihtimal Haendel’ın “Saul” adlı eserini bir kerecik olsun baştan aşağı gözden geçirecek olursa bu derin eserin güzelliğine dalacak, belki de bütün sıkıntılardan kurtulacaktı. Temiz yürekli baba, büyük bir tevekkülle oğlunun kitap dolabına koştu, söz konusu yıpranmış notayı eline aldı, biraz sonra kavuşacağı huzurdan emin bir insan inancıyla bu eski eserin sayfalarını karıştırmaya henüz başlamıştı ki bir anda durdu, yüzünde sevinç ifadesi belirdi, o anda iki şefkatli gözün tutmayı başaramadığı sıcak yaşlar ihtiyarın gerçekten huzura kavuşan yüzünde parlak hatlar çiziyor, “Saul” notasının eskimiş sayfaları üzerine düşüyordu. Kısaca, hazin olduğu kadar güzel de olan bu manzara, genç Brahms’daki ruh asilliğinden başka neye tanıklık edebilirdi? Çünkü uzun süre babasına maddi yardımda bulunamayacağı endişesiyle sarsılmış olan iyi kalpli Brahms, seyahate çıkmadan önce ne yapıp yapıp eline fazla para geçirmış, bu suretle sağladığı banknotları kimse görmeden “Saul” notasının sayfaları arasına birer birer yerleştirmişti. Babasını ancak bunaldığı zaman bu eski notanın sayfalarını çevirmeye davet eden Brahms, bu suretle hem ihtiyar babaya doğrudan doğruya para vermenin utancını önlüyordu, hem de babasına en sıkıntılı ânında yapacağı yardımın ruhunda uyandıracağı hazzı birkaç gün ya da birkaç ay önceden tatmanın verdiği sevinçle huzuriçinde yoluna devam ediyordu.
Sayın dinleyenlerim, Brahms bütün yakınlarına, hattâ herkese karşı çok fedakâr, çok cömert bir insandı. Schumann gibi bütün kalbiyle bağlı olduğu bir dostunun uzun süren hastalığı sırasında onun mutsuz karısı Clara ile çocuklarının elinden tutmuş, onlara devamlı olarak yardımda bulunmuştu. Diğer taraftan sanatçının eli her zaman açıktı ama bu gibi insani yardımların etrafında söylenmesine hiç de tahammül göstermezdi. Brahms, yalnız dostlarının değil, düşmanlarının bile elinden tutmuştu. Dvorak gibi bir sanatçının Brahms’ın yardımı olmadan dünya şöhreti elde etmesine imkân var mıydı?
Sayın dinleyenlerim, Brahms ayarında bir sanat büyüğünün en önemli zaafı gereğinden fazla yufka yürekli olmasıydı. Bu hal bizzat Brahms’ı vakit vakit üzüyordu. Onun için de sanatçı ileri yaşlarda bu gereksiz yumuşaklığı bir mizahla, yapay bir kabalıkla gidermeye uğraşmıştı, ama çok hassas yaradılışlı bir insan olan sanatçının bu sahte mizahı ve kabalığı devamlı olarak kullanması da mümkün değildi. Çoğunlukla üzgün bir ruhla doğal benliğine dönmek zorunda kalan sanatçı, bazen hiç arzu etmeden bir insanı kırardı. Sonra bu durumun vicdanında uyandırdığı acı, aylarca hattâ yıllarca onu sarsardı. Bu acının devamlı uyarısı onu sürekli olarak ezer dururdu.
Sayın dinleyenlerim, ne gariptir ki çevresiyle olan ilişkilerini vakit vakit tahlil etmek ihtiyacını duyan Brahms, günün birinde şu sözü söylemek zorunda kaldı: “Dostlarıma karşı işlediğim hataların yalnız bir tanesini iyi biliyorum, o da insanlarla olan ilişkilerimdeki beceriksizliktir.” Sanatçının taparcasına bağlı olduğu Clara Schumann gibi içli bir kadın bile zaman olmuştu ki Brahms gibi bir insanın hiç de doğal olmayan sertliği karşısında sarsılmış, sanatçının bizzat itiraf ettiği o “beceriksizlik” yüzünden günlerce acı çekmek zorunda kalmıştı. Brahms’ın hayatının en çok son yıllarında göze çarpan titizliğine, sertliğine genç yaşlarda da tesadüf etmek mümkündü. Meselâ sanatçı henüz 25 yaşındaydı ki eserleri karşısında fazla heyecan duyan Clara’yı adamakıllı hırpalamış ve kırmıştı. Brahms bu acı hatıranın arkasından Clara’ya gönderdiği mektupta şöyle diyordu: “...Sanat bir cumhuriyettir. Senin böyle bir sanatkarı alabildiğine yükseltmen, onu başkalarına da yüksek tanıtmaya çalışman, onu âdeta bir konsül yapman hiç de doğru değil. Sanatkâr, bir konsül, bir imparator olmaktan çok, ancak kendi iktidarıyla biraz önce söylediğim cumhuriyetin sevilen ve sayılan bir bireyi olmaya çalışmalıdır.” Clara ise, kendini büsbütün kıran bu mektuba yine mektupla verdiği cevapta şöyle diyor, Brahms’a olan bağlılığını –her şeye rağmen- şu ateşli cümlelerle anlatmaya çalışıyordu: “Duyduklarımı senin o sık sık yaptığın yanlış yorumlarla değil de daha esaslı bir yorumla anlamanı çok isterdim. Duyduğu heyecanı açıklamak için yazdığın cümleleri kim okusa, beni arkadaşına Tanrı gibi tapan abartılı bir insan olarak tanımaz da ne yapar? Sevgili Johannes, senin hakkında başkalarıyla neler konuştuğumu senin ne görmene ne de işitmene imkân var. Ben bu işlerde hiç de abarttığım kanısında değilim. Senin o geniş dehan önünde sarsılmam, senin benim gözümde üzerine gökten en güzel nağmelerın yağdığı bir insan olman, seni bütün güzelliklere olan sevgimin üstünde sevmem, sana hürmet etmem- hele bu duygumun kalbimin en derin köşesine kadar kök salmış olduğu doğrudur. Sevgili Johannes, işte onun için benim bütün bu duygularımı o buz gibi felsefenle boş yere soğutmaya çalışma. Buna hiçbir zaman imkân bulamazsın”.
Sayın dinleyenlerim, yalnız bu iki mektup bile, Brahms’ın insanlık ve sanatkârlık taraflarını anlatmaya yeter sanırım. Diğer taraftan gösterişe hiç de önem vermeyen bu sanat büyüğünün hayatı da çok sadelik içinde geçmişti. Bunun için de sanatçı gösterişten alabildiğine kaçardı. Hele sanatına gösterilen derin ilgi dolayısıyla düzenlenen törenlere gitmek zorunda kalan Brahms için gündelik elbiseyi çıkarıp frak giymek dünya azaplarının en büyüğüydü. Nitekim Brahms’ın Cambridge Üniversitesi’nin kendisine fahri doktorluk unvanını vermek üzere yaptığı davete gitmemek suretiyle kendini bu şereften mahrum etmesi de, tıpkı büyük üstat Beethoven gibi, seremoniye bir türlü alışamamış olmasından ileri geliyordu. Bu büyük ruhlu adamın en çok yaklaştığı, en çok hal hatır sorduğu insanlar yalnızca halktı, yalnızca köylülerdi. Sade insanlara olan derin sevgisi yüzünden her yıl dinlenmek üzere gittiği sayfiyelerde halk tarafından sevilir, zaten kendisi de hemen halkın arasına karışıverirdi. Brahms’ın hele küçük çocuklara olan sevgisi, her şeyin üstünde bir sevgiydi. Bu nedenle sanatçının yeni yeni dostlarını memnun edecek oyuncak yahut şeker gibi şeylerı cebine doldurmadan sokağa çıkması ender olaylardan sayılırdı.
Sayın dinleyenlerim, Brahms’ın hayatta ikinci büyük acısı da evlenmemesi olmuştu. Sanatçı ideal hayat arkadaşı tipini Schumann’ın eşi Clara’da görmüş, onda tanımıştı. Günün birinde kendisi de Agathe von Siebold adlı bir profesör kızına bütün kalbiyle bağlandı. Fakat o âna kadar bir baltaya sap olamaması, hele anavatanı olan Hamburg’da üzerine alacağını umduğu bir işin her nedense sonradan suya düşmesi, sanatçının Agathe ile hayatını birleştirme isteğini ebediyen öldürdü. Brahms’ın daha sonraları sürekli olarak kendine devamlı bir iş araması ise evlenme planlarının gerçekleşmesi yolunda arada sırada alınan tedbirlerden başka bir şey değildi. Brahms’ın kalbi en son olarak çocukluğundan beri tanıdığı Julie Schumann’a karşı temiz bir duyguyla çarpmaya başlamıştı, ama genç kızın elini başka bir adama uzatması sanatçının bu biricik hayat arzusunun bu sefer de gerçekleşememesine neden oldu. Daha sonraları hep nişanlı olarak anılması ise geçmiş yıllarda yapılan teşebbüslerin eş dost arasında bıraktığı kötü bir dedikodudan başka bir şey değildi.
Öte yandan Brahms’ın gittikçe yaşlanması, mali durumunun düzelip her tarafta tanınmaya başlamasına rağmen sanatçıdaki evlenme cesaretinin büsbütün kırılması gibi kötü bir sonucu önleyemedi. Nitekim 1878 yılında Hamburg Filarmoni Cemiyeti’nin 50. yıldönümünün kutlandığı gün arkadaşı Klaus Groth’a acı acı halinden şikâyet eden Brahms, bütün bu yakınmalarında büsbütün haksız da değildi. Brahms aynı gün arkadaşına şöyle demişti: “Filarmoni Cemiyeti’nin direktörlüğüne iki seferdir bir yabancıyı getirdiler, beni atlattılar, eğer vaktinde bu ise tayin edilseydim ben de muntazam bir insan olurdum, evlenirdim ve herkes gibi yaşamasını bilirdim. Şimdi artık tam serseri oldum!”.
Sayın dinleyenlerim, büyük insan Brahms hayatta birçok benzerleri gibi maddi refaha kavuşamamış bir sanat adamıydı. Ama onun milyonlarca insana hükmeden “yaratma dehası”, onun bütün insanlığa örnek olan sanatkâr kalbini, acaba dünyanın hangi maddi refahıyla değişmek mümkün olurdu?