Ankara Radyosu
6 Ekim 1938
Sayın dinleyenlerim, 1938 yılı büyük Fransız bestecisi George Bizet’nin doğumunun 10. yılıdır. Bugün sanat dünyası onun dehasını her bakımdan kutluyor. Hemen bütün eserlerinde Doğunun sıcak, renkli, ateşli mizacını anlatan bu sanatçıdan bizim de ilgiyle bahsetmemiz doğaldır. Çağdaşı olan bazı büyük şairler ve ressamlar gibi günün birinde o da yüzünü Doğunun parlak güneşine çevirmiş, gözlerini Güneyin sıcak sularında dinlendirmiştir.
Bizet çok sade bir müzisyendi, tam bir realistti, gördüğünü anlatırdı. Ne Beethoven gibi mutlak bir sanat ifadesiyle metafizik tahlillere kalkar, ne de Wagner gibi mistik hayallere dalardı. Eserleri açık bir tasvirden ibaretti. Bu nedenle Bizet ses sanatına söz ile de açıklık getirme tarafına gitmemiş, sahne müziğini tercih etmişti. Dolayısıyla sanatçı her şeyden önce görünen ve ruhun araçsız hissettiğini anlatan bir opera bestecisidir. Bizet’nin açık olan müzikal ifadelerinde metni gölgede bırakan bir açıklık vardır. Sanatçı müzik âlemi için en verimli olacağı bir dönemde, henüz pek gençken öldü. Bazılarının söyledikleri gibi çevrenin etkisine hiç maruz kalmadığı da iddia edilemez. Sanatçı Viyana Klasikleri’nin şekil ve formlarına da, hattâ Wagner etkisine de maruz kaldı, ama ileri çağlarda bağımsız bir sanatçı oldu.
Sanatçı abartılı tahlillerden, fikir spekülasyonlarından tamamiyle uzak kalmıştır. Bütün mektupları, özellikle öğrencisi Lacombe’a yazdığı mektuplar, Bizet’deki vasat bir fikir düzeyini gösterir, yalnız sanatçıda kavrama ve uygulama yeteneği çok yüksektir. Genç Bizet, her tür sınava girer, her yarışmayı kazanırdı. Hocası kendisindeki samimi ve çok kolay ifade edilen bir müzik varlığını bildiği için, sanatçı bu yeteneklerinden her zaman yararlanmayı bilmişti, ancak bu derece sakin ve mütevazı olan hayatında yalnız iki önemli nokta kendini gösterir ki bunlardan biri sanatçının eşsiz buluş kudreti, ikincisi de ani ölümüdür. Bu iki önemli nokta olmasaydı, sanatçıyı tamamiyle sıradan biri olarak tanımlamak gerekirdi.
Bizet, Almanlara hayretle saygı duymuş, İtalyanları açıkça sevmişti. Kendisine çok genç yaşlarda müzikal atmosferi hazırlayan eser, Fransız Ambrois Thomas’ın bestelediği “Hamlet” olmuştu, ancak sanatçı önce operet yoluyla operaya geçiş yaptı. “Le Cocq” adlı eseriyle henüz Roma ödülünü almışken Offenbach’ın düzenlediği bir başka ödülü de “Le Docteur Miracle” adındaki eseriyle kazandı. İtalya’da iki İtalyan operası besteledi. Bunlardan “Don Procopio” 1895’te besteci Auber’ın metrukatı arasında bulunmuş ve 1906’da Monte Carlo’da temsil edilmişti. “La Guzla de l’Emir” adlı ikinci operası ise tamamiyle komik türdeydi. Sadece bu iki opera ile İtalya’da bestelediği birkaç enstrümantal parçanın Bizet’nin yorulmak bilmez çabasına güçlü bir örnek oluşturduğu zamanlarda sanatçı “İnci Avcıları” adlı büyük operasını da bestelemiş, bu eser ilk olarak 1863’te Théâtre Lyrique’de temsil edilmişti. Bununla beraber Bizet’nin bütün yeteneğine ve buluş kabiliyetine rağmen o sıralarda Wagner’in etkisi altında kaldığı ileri sürülmüştür. Oysa onun tecrübelerinden sarfınazar edilerek tamamiyle Bizetvari bir şekilde bestelenmişti, çünkü bu tecrübeler sırf bir renk alıştırmasından başka bir şey değildi Ve Bizet’de öteden beri mevcut olan etnolojik eğilimlerden doğmaktaydı. Zaten buluşlarındaki bu tür araştırmaları sanatçıyı sürekli olarak kapsamını genişletmeye itiyordu. Gerçekten de “Bolero” ile “Vasca” kantatının tanımlayıcı modülasyonlarının dışında, “Djamileh” adlı operasının Mısır’dan, “Carmen”in İspanya’dan, “İnci Avcıları”nın Doğudan esinlenilmiş oluşuna yalnızca bir rastlantı gözüyle bakmak doğru olamaz. Ancak Bizet’nin “İnci Avcıları” adlı operasını bestelediği dönemlerde fazla Wagnercilik ettiği için çevresinin eleştiri ve kayıtsızlığına maruz kaldığını ileri sürerek, sanatçının birdenbire Doğuya ve Güneye dönmesini sırf eleştiriden kurtulmak için kendisi tarafından bilerek yapılmış son bir alıştırma olarak kabul ederler. Tamamiyle bunun aksini iddia edenler de vardır.
Bizet, sanatında her sanatçı gibi deney dönemlerinde etki altında kalmış, ama Wagner’den kurtulmak için değil, amaca varmak için güneşe, renge, ışığa, ırk karakterlerini tahlile, kısacası tam anlamıyla o zaman resimde de henüz başlamış olan empresyonizme yönelmişti. Bu nedenle bağımsız Bizet, lirik opera bestecileri arasında tamamiyle egzotik duygulara tutkun bir besteciydi. Bizet, eserlerini, anlatabildiği memleketin renkleriyle boyamak isterdi. Bu renkler bazen gerçek tonlarıyla sıcak renklerdi. Bizet’nin bu eğilimi 1872’de “Djamileh” adlı operasında hayret edilecek şekilde görülür.
Bu hikâyedeki harem kadınının efendisini raksıyla, busesiyle tekrar elde edişini Bizet, birkaç orijinal renkle ifade etmişti. Bu eser çevresinin kökleşmiş sanat aşkı yanında ilk defa kendini gösteren sıcak bir Şark tutkusu oldu. Sanatçı burada bütün bir arama yeteneğini Beaudelaire’den önceki Fransız şairlerinin bir sözü olarak yazmış ve Fransız empresyonistlerinin yanında müzik empresyonizmini kurmuştur. İşte Bizet tam o zaman bağımsız olmuştur; ondaki kuvvetli renk yeteneğini Daudet’den bestelediği “Arlesiénne”de görmek mümkündür.
Sanatçı, kısa bir duraklama döneminden sonra bestelediği bir tek opera ile sanatında Wagner’e karşı bir denge oluşturmuştur. Bu son eser Wagner karşıtı filozof Nietzche tarafından çok sevilen ve her zaman örnek olarak gösterilen “Carmen”di. Bununla beraber bazı eleştiriciler sanatçının “Carmen”de kullandığı ve eserin karakterini çağrışım suretiyle dinleyenlere vakit vakit duyurulan “leitmotif” bakımından yine Wagner’e bağlamakta ısrar ederler.
Bizet’nin özellikleri yalnız “Carmen”de en ileri şekilde kendini gösterir. Önce 1875’te sanatçının ölümünden bir ay önce sahneye konulan bu opera, sanatçının maalesef ancak vefatının ardından bütün dünyada tanınmasına neden olmuştur. Zamanına göre çok modern bir opera rengi yansıtan bu eser, en ufak temalarından en büyük müzikal detaylarına varıncaya kadar tam bir birlik içinde seyreder ki burada İspanyol şiiri, İspanya halkının boğa güreşlerindeki ve öteki eğilimleri en kuvvetli bir ifadeyle canlandırılmıştır. Bütün bu unsurlar şeytani bir karakter gösterir. Bu eser her şeyden önce mutlak bir müzik fantezisinin zaferidir. Burada besteci, form, duygu, sahne, kısacası her şeyiyle dalgalar halinde yüksele yüksele elde ettiği zaferle akla mantığa diz çöktürür. Sanatçı burada öteden beri bilinen şiirden ve formdan ayrılmamıştır. Hattâ reçitatiflerin sonradan konulduğu, balelerin sonradan ilave edildiği bilinir. Bu derece ender müzikal bir tasavvur kudretine kendimizi kaptırmamamızın imkânı yoktur. Her ölçü hayret uyandırır. “Carmen”den daha ince, ondan daha yüksek ve daha büyük operalar yok değildir, ama hiçbiri “Carmen”de olduğu gibi birkaç t