Ankara Radyosu
5 Eylül 1943, Pazar
Saat: 10.00
(4 Şubat 1945, Pazar
Saat: 10.00’da tekrar okundu)
Sayın dinleyenlerim,
1824 yılı Mayısının 7. günüydü. Viyana önemli bir sanat olayına tanık olmuştu, çünkü insanlık o zamana kadar karşılaştığı sanat eserlerinden büsbütün başka bir eserle karşılaşmıştı. O günden bu yana tam 119 yıl geçmesine rağmen güzelliğini, heyecanını aynı şiddetle koruyan bu ölmez eser, ilk çalınacağı gün herkesi vakit kaybettirmeden Viyana’nın Saray Tiyatrosu’na koşturmuştu. Herkes bu eseri icra edecek olan yüzlerce sanat adamının önüne ibadet edercesine saf saf dizilip durmuştu; çünkü o gün ilk olarak dinlenecek eser, müzik sanatının baş üstadı Beethoven’in eseriydi ve çünkü bu büyük üstat, hayatının en olgun eserini o gün bizzat idare edecekti.
Sayın dinleyenlerim, işte aynı gün Viyana’da yüzlerce sanat dostu, 9. Senfoni'nin çalınacağı büyük Saray Tiyatrosu’nun içinde yerlerini aldı. İnşası henüz bitmiş olan bu azametli binanın büyük sahnesine 300 kişiden fazla olan orkestra üyeleriyle koro üyeleri ve solistler yerleşmişti. Salonun içinde ses seda kesilmişti. Sanki hiç kimse orada değildi, salonda en ufak bir gürültü işitmenin imkânı yoktu. Her tarafı bir ibadet sessizliği sarmıştı. Artık herkes büyük bir sabırsızlıkla musikinin baş üstadı Beethoven’in sahnede görünmesini bekliyordu. Nihayet büyük üstat göründü. Hükümdarlara bile nasip olmayan şiddetli bir alkış tufanı sanki ona bütün insanlığın selamını sunuyordu.
Ancak beklendiği gibi büyük üstat o büyük eserini, yani 9. Senfoni'yi kendisi idare etmesi, çünkü kendisinin şef yerinde yalnızca ayakta durması, orkestra ile koruyu ve solistleri yakın arkadaşı olan Ummlauff ismindeki kişinin konsertmeister yerinden Beethoven namına idare etmesi daha önceden kararlaştırılmıştı. O sıralarda 55 yaşlarına yaklaşmış olan büyük dâhinin, hayatının hele son 15 yılını tam bir sağırlık içinde geçirmesi, artık kendi eserlerini bizzat idare etmesine engel oluyordu. Nitekim 1824 yılı Mayısının 7. günü verilen o unutulmaz konserde, ya da o zamanki tabiriyle Akademi’de, Beethoven üzüntülü olduğu kadar da umut dolu bir halde şef yerinde yüzü sanatçılara dönük olarak uzun zaman yorulmadan ayakta durdu. İlk olarak o gün çalınan 9. Senfoni'yi onun namına arkadaşı Ummlauff idare etti. Sanat dünyasının bu görülmemiş olayı o gün büyük bir başarıyla sona erdi.
Bu olayın nasıl geçtiğini yakından gören sanat dostlarının çoğu, güzel olduğu kadar da yürek parçalayan bu manzara karşısında göz yaşlarını tutamadılar, çünkü senfoninin devamı boyunca eserinin tek bir notasını bile duyamadan ayakta durmuş olan büyük dâhi, senfoni çalınıp bittikten sonra arka arkaya kopan üç alkış salvosunu da duymamıştı. Nihayet bu acıklı manzaraya daha fazla tahammül gösteremeyen bir kişi, Beethoven’i kollarından tuttuğu gibi salonu dolduran halka doğru çevirdi. Büyük üstat olan biteni ancak o zaman maalesef yine kulağıyla değil, gözleriyle anladı. Hiç şüphe yok ki sanatçı bu hale hem sevindi, hem acı duydu.
Sayın dinleyenlerim, şimdi bir an için olsun 9. Senfoni'nin ilk olarak çalındığı o meşhur Akademi’ye dönelim. Sanat tarihinin bir eşini daha kaydetmediği bu büyük Akademi, akşamüstü saat 8’de başlayacaktı. Programda iğiden başka Beethoven’in diğer eserleri de vardı. Akademi epey uzun sürdü, ama çalınan eserlerin verdiği büyük heyecanla hemen hiç kimse zamanın nasıl geçtiğinin farkına varamamıştı. Hatta Akademi’yi sonuna kadar izleyenler arasında bulunan Saumler adlı bir sanat dostu da hatıratını bizlere şu şekilde nakletti: “ Bu Akademi herkesin taparcasına hürmet ettiği sanatkârın dostları için bir ziyafet mahiyetindeydi... Onun, sanatın seyrine varabilmek için yaptığı derin araştırmaların etkisiyle vaktinden çok evvel ağaran saçlarına baktıkça, onun önümüzde akıp giden geniş ses kitlelerindeki dolgunluğa, bütün yaratmalarındaki o sonsuz ateşe hayran oldukça, içi bitmez tükenmez bir faaliyetle durmadan yenilenirken, dışı karla örtülmüş bir volkan insanın ruhunda birdenbire beliriveriyor.”
Sayın dinleyenlerim, Beethoven’in yakın arkadaşı olan Schindler ise 9. Senfoni'nin ilk çalınışında duyduğu heyecanı bizlere şöyle anlatıyor: “Ben hayatımda böyle şiddetli olduğu kadar da kalpten gelen bir alkış duymadım. Gerçekten de bu şiddetli alkış yüzünden senfoninin 2. kısmını yarı yerde kesmek mecburiyeti hasıl oldu.”
Sayın dinleyenlerim, zamanında 9. Senfoni etrafında dönen bütün bu hadiseler, bütün bu belirtiler, Beethoven’in vefatından tam 3 yıl önce, yani sanatçı henüz 52 yaşındayken senfoni tarihinin o âna kadar kaydetmediği bir eserin Viyana sanat çevresini ne derece etkisi altına aldığını göstermeye yeter sanırım. Hattâ sanatçının ölümünden b,r süre sonra bu yüksek eserin Avusturya hudutları dışına taşan şöhreti az bir zaman içinde, yani iğinin Orta Avrupa’da unutulmaya başlandığı sıralarda Fransa’yı, daha doğrusu Paris çevresini de yakıp tutuşturmuştu. Bu nedenle, bu sonsuz şöhret Batının çeşitli sanat çevrelerinde kendini yeniden hissettirmeye başladı.
Acaba yeni zamanlar sanat dünyasının bu ölmez eserindeki fevkaladelik neydi? Acaba zamanında, ya da zamanından çok sonra sanatseverlerin bu esere gösterdikleri yakın ilgi neden ileri geliyordu? Bütün bu sorulara cevap vermek için 4 bölümden oluşan 9. Senfoni’nin niteliğini ve müzik sanatına getirdiği yeniliği kısaca gözden geçirelim: Bir kere müzik sanatına öyle kolay kolay yanaşmayan, yalnız seslerin manevi ve sembolik ifadeleriyle yetinmek suretiyle en çok senfonik eserler yaratmış olan Beethoven, 9. Senfoni’sinin sonunda sözü daha çok kelimelere çevirmişti. Böylelikle seslerin sembolik ifadelerinden bir an için olsun ayrılmak zorunda kalmıştı. Bu nedenle 9. Senfoni, en son bölümüne 4 şan solistiyle koronun da katıldığı bir senfoniydi.
Bu eser o zamana kadar alışılmış olmayan bir sistemi ortaya koyuyordu. Yani bu tarz, insan sesinin de, kelimenin de, yani metnin de katılımıyla meydana getirilen senfonik sanatın ilk eseri oldu. İşte yalnız bu yenilik zamanında başlı başına bir olay olarak görülmeye yeterliydi. Bu da gösteriyor ki musikinin baş dâhisi, baş filozofu Beethoven, bu en olgun eserinde fikirlerini kesin olarak açığa vurmak için artık sembole değil, açıklığa ihtiyaç duymuştu. O zamana kadar bütün eserlerinin daha çok semboller yoluyla insan ruhunda uyandırdığı duygularla yetinen büyük dâhinin acaba bu büyük eserle insanlığa eksiksiz anlatmak istediği şey, insanlığa tam bir açıklıkla ifade etmek istediği şey neydi? Acaba sanatçı her zaman çok sıkı bağlı kaldığı sembolizmden neden bir an için olsun kendini koparmak, neden kelimelerin açık anlamına sığınmak zorunda kaldı?
Sayın dinleyenlerim, Beethoven’in bu senfonide anlatmak istediği şey, sadece “insan sevgisi”ydi. Sadece insan sevgisinin en doğal dışavurumu olan “insan neşesi”ydi. İşte onun içindir ki sanatçı, bu büyük senfoninin, bu son senfonisinin en son bölümünde kelimeye, yani insan hançeresinden çıkacak olan söze el uzatmaya mecburdu. Böylelikle seslerin sembolik ifadelerinden bir an için uzak kalmak zorundaydı. Ve çünkü “insan sevgisi” gibi, insanın neşesi gibi yalnız insanoğluna özgü iki büyük hasletin sembolden çok açıklıkla ifade edilmeleri gerektiğini bu büyük dâhi pekâlâ biliyordu. Bundan dolayı, sayın dinleyenlerim, büyük sanatçı Beethoven 9. Senfoni’sinin ilk 3 bölümünde insanoğlunun hayat kavgasını bizlere anlatmak istiyordu. Aynı zamanda eserin en son bölümünde insan için mukadder sanılan en korkunç felâketlerin bile yine insan eliye, insan iradesiyle, insan neşesiyle önlenebileceğini de bizlere anlatıyordu. Gerek bu son bölümün solistlerine, gerek muazzam korosuna söyletmek üzere büyük şair Schiller’ın “Neşeye Şarkı” adlı şiirini metin olarak seçmesi, bütün yaratmalarında çok müşkülpesent davranan sanatçının amacını ne güzel açığa vuruyordu, çünkü Schiller bu şiirinde insan sevgisinden gelen insan neşesini insanlığa açık olarak anlatıyordu. Beethoven de büyük çağdaşının bu eşsiz mısralarını kendi musikisiyle bileştirince hiç şüphe yok ki anlatmak istediği şeyleri bir kat daha açık olarak anlatmış olacaktı.
Büyük dâhi Beethoven’in 9. Senfoni’nin en son bölümünü bir Türk müziği olarak yazmak istediğini biliyoruz. Biraz da bu tarafı inceleyelim: Sanatçının 9. Senfoni için 1822 yılında meydana getirdiği bir taslağın kenarında bu senfoni hakkında yazdığı şu satırlara rastlanır: “...belki de varyasyonlu olarak - varyasyondan sonra koro: neşe, tanrılar, ulvi Eliseum kızı- sonra baş taraf belki de varyasyonsuz, senfoninin son kısmında Türk müzigi ile koro bulunacak”. Görülüyor ki, sayın dinleyenlerim, Beethoven 9. Senfoni için hazırladığı bu ilk planda, belki Türk müziğinden bahsetmektedir. Esasen 18. Yüzyılın Batılı sanat adamlarından bir çoğunun sırf zafer havası yaratmak için eserlerine Türk müziği diye adlandırdıkları bu müzik türünü ilave ettikleri görülür.
Mozart gibi büyük bir üstatta da rastlanılan bu türden Türk müziğinin bizim anladığımız anlamda Türk müziğiyle ilgisi hemen hemen yok gibidir. Ancak bu gibi eserler Türk kaderinden, Türk başarısından esinlenilmiş bir zafer havası yaratmaları bakımındandır ki gerek ritmi, gerek bünyesindeki çalgıların tıpkı eski Mehter takımlarında olduğu gibi saf durulan ve çalınan sazlarla ağız sazlarından ibaret olması, Batıda bu türden müzik eserlerinin Türk ordu mızıkasıyla ilgili olduğu kanısını uyandırmıştır.
İşte sayın dinleyenlerim, büyük üstat Beethoven de insanın zaferini tam anlamıyla ifade için 9. Senfoni’nin en sonuna Batıya sırf Türk kaderinden miras kalan zafer çeşnisini etkin kılmak istemiş, dolayısıyla eserinin sonuna bir Türk müziği koymak ihtiyacını hissetmişti. Nitekim Beethoven bu fikrini tam olarak gerçekleştirdi. Eserinin sonlarına doğru yalnız vurmalı çalgılarla üflemeli çalgıları kullandı. Böylelikle büyük üstat, kendi anladığı anlamda bir zafer müziği, yani bir Türk müziği yaratmayı başarmıştı.
Öte yandan bu büyük sanat dâhisinin, 9. Senfoni’yi meydana getirmek için biraz evvel bahsettiğim fikirlerden bir plan çerçevesinde yararlandığı kesin miydi? Yoksa Beethoven birçok sanat adamının yaptığı gibi, hiçbir anlam taşımadan, sırf Schiller’in “Neşeye Şarkı” adlı satırlarının verdiği heyecanla mı bu senfoniyi meydana getirmişti? Böyle bir soru hemen her sanatçı için geçerli olduğu gibi pekâlâ Beethoven için de geçerli olabilir. Ama bu büyük sanatçının eserleri için aylarca uğraşarak meydana getirdiği eskizler ve not defterleri, bu konuda yakın arkadaşları tarafından tespit edilen hatıralar, 9. Senfoni’nin özel bir maksatla yazılmış olmasını çürütecek her türlü düşünceyi, her türlü olasılığı ortadan kaldırmaya yeter. Bundan başka büyük sanatçının Bonn’da genç yaşlarda başlayıp maddi zaruretlerden dolayı bitiremediği felsefe öğrenimini ileri çağlarda yaptığı geniş ölçüdeki çalışmalarla telafi etmiş olması da kendisine bu türden sembolik eserleri başaracak kudreti zamanla pekâlâ vermişti. Gerçekten de son 10 sene içinde Beethoven biyograflarının yaptıkları derin incelemeler, bu büyük sanat adamının muhtelif bilim alanlarını merakla incelediğini, bu arada teoloji, felsefe, pedagoji, eski ve yeni tarih, edebiyat, hattâ astronomi gibi çeşitli bilim kollarıyla yakından uğraştığını tamamiyle ortaya koymuştur.
Şurası da kesindir ki Beethoven’in en çok sevdiği ve okuduğu eser, Eflatun’un “Devlet” yahut “Cumhuriyet” adlı eseriydi. Ayrıca sanatçının büyük filozof Kant’ın “Gökyüzünün Tarihi” adlı eserinden kendisine fıkralar ayırıp kopya ettiği, Schiller’in ve Goethe’nin bütün eserlerini okuduğu, dahası en eski Hint edebiyatına ve Hint felsefesine dair değerlendirmeler üzerinde de inceden inceye meşgul olduğu bilinir. Öte yandan bu büyük dâhi vefat ettikten sonra metrukatı arasında birçok felsefi eserler de bulunmuştur. Hele bunların içinde sanatçının kendi kişisel görüşlerini de sayfa kenarlarına el yazısıyla işaret etmek suretiyle saklamış olduğu Eflatun’un eseri daha o zaman herkesi dikkatini çekmekten geri kalmamıştı. Beethoven kendisi, Eflatun’un bu yüksek eserini “Benim İncil’im’ım!” diye adlandırıyordu. Öte yandan Beethoven’in halk terbiyesine verdiği önem de çok büyüktü. Nitekim sanatçı, döneminin büyük terbiyecisi Pestolozzi’yi çok merak etmişti. Bu büyük adamın kim olduğu hakkında onu tanıyanlardan uzun uzadıya bilgi almıştı. Şimdi bütün bunları da göz önünde tutunca, sayın dinleyenlerim, 9. Senfoni’yle bu eserin en sonundaki korolu final bölümünün öyle tesadüfi bir eser olmadığı derhal anlaşılır.
Gelelim şimdi bu senfoninin “son sözu” demek olan korolu finale: Beethoven, bu eserinin en sonunda Schiller’in “Neşeye Şarkı” şiirini, solistlere ve koroya birdenbire başlatmamıştır. Tam tersine, sanatçı, Schiller’ın bu güzel şiirine güzel bir giriş müziği arayıp bulmuştur. Bu takdirde tanınmış müzik estetlerinden Münihli Prof. Otto Baensch’ın de tespit ettiği gibi, Beethoven bu eserinin en sonunda yine Eflatun’un eserini müzikle ifade etmek istemiştir. Hattâ eserin bu kısmına seçtiği çeşitli ses unsurlarıyla Eflatun’un bu ölmez eserindeki sosyal sınıfları, yani aydınları, savaşçıları ve halk zümresini sembolize etmıştir. Bu durumda sanatçının eserinin bu son bölümü için seçtiği solistler, yani 4 solist: soprano, alto, tenor ve solo bariton, büyük Yunan filozofu Eflatun’un tasavvur ettiği ideal devletin aydınlarıyla savaşçılarını temsil etmektedir. Eserdeki büyük koro ise yine Eflatun’un ideal devletindeki halkı temsil eder. Öte yandan, biraz evvel de söylediğim gibi, bir taraftan orkestradan birdenbire insan sesine geçilememesi için, diğer taraftan insan seslerine Schiller’in “Neşeye Şarkı” şiirini istediği gibi okutabilmesi için, Beethoven 9. Senfoni’nin sonuna bir geçiş müziği arayıp bulmak zorunda kalmıştı.
Hele bu son bölümün geçiş müziğine güzel bir metin bulmak için günlerce düşünen Beethoven’i adım adım izlemiş olan arkadaşı Schindler, Beethoven’le olan ilişkilerini anlatırken günün birinde büyük sanatçının birdenbire, “Buldum! Buldum” diye bağırdığını, sonra da şu metni okuduğunu söylüyor: “Gelin, hep birden o ölmez Schiller’in şarkısını söyleyelim”.
Sayın dinleyenlerim, Beethoven’in bizzat bulduğu metinle de tatmin edilememiş olduğu bu kısmın halen içerdiği metnin daha farklı olmasından da pekâlâ anlaşılır. Nitekim uzun denemelerden sonra bu iş için bulduğu bir çok fikirden vazgeçen büyük sanatçı, en son şu cümle üzerinde karar kılmıştır, yani korolu kısma başlamak için ön şarkıcı olarak seçtiği bariton soloyu bütün orkestraya karşı su sözlerle konuşturmuştur: “Dostlar, olmaz bu sesler! Artık her zaman daha güzel seslerle, neşeyle bize hitap edin!”.
Sayın dinleyenlerim, burada büyük dâhi, orkestra müziğini yavaş yavaş yaptığı solo hazırlıklarla kesiyor. Yalnız baritona okuttuğu bu sözlerle sırf orkestraya hitap ediyor. Artık sazlarla bir şey ifade edilemeyeceğini, orkestra âletlerinin yerine geçecek başka bir ifade tarzına muhtaç olduğunu anlatmak istiyor. Nitekim biraz sonra Schiller’in “Neşeye Şarkı” eserinin solistlerle koro arasında dönüşümlü okunması, sırf orkestra müziğiyle ifade edilemeyen insan sesinin en güzel, en açık bir şekilde ifadesi değil de nedir?
Sayın dinleyenlerim, Schiller’in o ünlü “Neşeye Şarkı” şiirine gelince: Bu şiirde Schiller kısaca insan neşesini ilahi bir kişiye, Yunan efsanesine göre sanat adamlarının ve faziletli insanların öldükten sonra gidecekleri Elyseum cennetinin kızına benzetiyor. Günün birinde bütün insanların ancak neşenin tatlı kanadının altında kardeş olacaklarını söylüyor. Ve büyük şair Schiller’in hep bu tema etrafında meydana getirdiği “Neşeye Şarkı” şiirini büyük müzik üstadı Beethoven 9. Senfoni’sinin son bölümünde solistlere, binbir ifade zenginliği, binbir ritim titizliği içinde dönüşümlü olarak okutmuştur. Böylelikle eser, Beethoven’in hayatı boyunca insanlık için özlediği tam bir zafer havası içinde sona ermiştir.
Şimdi sayın dinleyenlerim, bu eşsiz senfoninin son sözünü, yani Koral kısmını dinleyelim. Eseri çalan orkestra, Berlin Devlet Operası Orkestrası’dır. Esere katılan koro, Bruno Kittel korosudur. Solistler sırasıyla Lotte Lonhard soprano, Jenny Sonnenberg kontralto, Eugen Transky tenor, Wilhelm Guttmann bas. Beethoven’in bu en büyük senfonisini tanınmış şef Bruno Kittel idare etmektedir. Şimdi eserin son kısmını baştan aşağı dinleyelim.
(…………….)
Sayın dinleyenlerim, buraya kadar Beethoven’in 9. Senfoni’sinin koro ve solistlerle beraber meydana getirilmiş olan son kısmını dinledik. Eser burada bitti.
Ne gariptir ki zamanında sanat dünyasını yerinden oynatmış olan bu eşsiz senfoni, senfoni, Beethoven’in ölümünden 20 yıl sonra Orta Avrupa’da tamamiyle unutuldu. Nitekim geçen yüzyılın büyük bestecisi Richard Wagner bu ulu eseri kendi vatanında değil de henüz çok gençken Paris’te geçirdiği açlık yılları sırasında ilk olarak Paris Konservatuvarı’nın o meşhur orkestrasından dinlemişti. Hattâ bu derin eserin verdiği hayranlıkladır ki Wagner kendi sanat yönünde bir an önce yol almakta başarılı oldu. 33 yaşlarına doğru, yani 1846 yılında Dresden saray orkestrasına şef tayin edilen Wagner, Almanya’da çoktandır unutulmuş olan bu esere, çevresiyle âdeta boğuşmak suretiyle yeniden can verdi.
Sayın dinleyenlerim, o zamanlar ancak Leipzig’deki meşhur Gewandhaus konserlerinde ender olarak dinlenebilen, içyüzü bir türlü anlaşılamamış olan 9. Senfoni, Almanya’nın tanınmış orkestra şeflerinin hemen hepsinin gözünü korkutmuştu. Hele Dresden gibi küçük bir sanat çevresinde icra güçlüğünden dolayı âdeta başarısızlıkla itham edilen bu eserin konser programlarında yer alması hiç kimsenin hatırına gelmiyordu. Nitekim Beethoven’in ölümünden tam 19 yıl sonra, fazla muhafazakâr bir şehir olan Dresden’de bu büyük eseri yılda bir defa Saray Orkestrası emeklileriyle dulları ve yetimleri yararına verilen konserlerin programına sokmak isteyen Wagner, bütün orkestra üyelerinin, hattâ Dresden halkının hemen yarısının amansız öfkesiyle karşılaştı. Öte yandan bu eserin çalınmaması, Saray Orkestrası üyeleri tarafından sunulan bir dilekçeyle ayrıca Saksonya kralından da rica ediliyordu.
O kadar ki bütün şehirde çalkalanan propaganda yüzünden dolaştığı yerlerde maruz kalabileceği kötü durumlar, Wagner’i bir hayli düşündürmeye de başlamıştı. Krala sunulan dilekçede, yılda zaten bir defa orkestra muhtaçları yararına verilen bu konserde böyle çağdaş bir eserin çalınacağı etrafa yayılınca, doğal olarak konsere kimsenin gelmeyeceği söyleniyordu. Bu suretle kazanç elde edilememesi yüzünden yardıma muhtaç olanların zarar görecekleri ileri sürülüyordu. Bütün bu olumsuz düşüncelere rağmen Beethoven ruhunun tek varisi olan bu demir iradeli sanat büyüğünün, yani Wagner’in azmini hiçbir şey kıramadı.
Senfoninin hazırlıklarına bütün enerjisiyle devam eden Wagner, her şeyden bu eserin gerçek niteliğini çevreye iyice anlatmak istiyordu. Onun için Wagner, gerek orkestra üyelerini, gerek dinleyicileri memnun edecek, onlara 9. Senfoni’yi zorluk çekmeden sevdirecek etkili bir konuşmanın hazırlıklarıyla meşgul olmaya başladı. Nihayet uzun uzadıya teknik tahlillerden tamamen kaçmak suretiyle hazırlanmış olan, diğer taraftan 9. Senfoni’yi sırf Faust’tan alınmış fıkralarla açıklayan konuşma, Wagner’e karşı olan isyanı tamamiyle bastırmıştı. O kadar ki, bu eşsiz eser, çalanları da dinleyenleri de birdenbire fethetmeye yeterli olmuştu. İşte yine Wagner’in büyük başarısıyla, o tarihten itibaren Dresden orkestrası muhtaçları yararına verilen yıllık konserlerin hemen hepsinde 9. Senfoni’nin çalınmasına oybirliğiyle karar verildi. Yaptıkları hatayı anlayan orkestra üyeleri de, Wagner’den utanarak af dilemek zorunda kaldılar.
Sayın dinleyenlerim, acaba vaktiyle Dresden’de 9. Senfoni aleyhinde kopan o müthiş isyanı yatıştıran, sonra da bu senfoninin âdeta yeniden dünyaya gelerek uluslararası konser repertuarına girmesine neden olan Wagner’in konuşması nasıl bir konuşmaydı? Şimdi zamanında tehlikeli bir sanat isyanını bastırmış olan Wagner’in o meşhur konuşmasının yalnız giriş kısmını aynen okumak suretiyle konuşmamızı sona erdirelim. Wagner bu ünlü konuşmasına şöyle başlıyordu: “Vaktiyle bir adam vardı. Bu adam bütün düşündüklerini, bütün duyduklarını seslerin diliyle, hem de en büyük Üstat kendisine nasıl ilham ettiyse öyle anlatmak isterdi. Bu dil ile söylemek onun için en samimi bir ihtiyaçtı. Bu dilin söylediklerini anlamak, onun için en içten bir mutluluktu. Yoksa malı mülkü, neşesi azdı. Bütün dünyaya karşı pek iyi duygular beslemesine, pek müşfik olmasına rağmen, onu çok darıltırlardı. Fakat onun biricik mutluluğunun elinden alınması mukadderdi. Sağır oldu. Artık kendisinin olan o yüksek dili de anlayamaz hale geldi. Ah evet, kendi kendini büsbütün konuşmaktan mahrum etmesine ramak kalmıştı. Ama onu koruyan ilahi el bu işi önledi. O neleri duyuyorsa yine onları anlamaya devam etti. Fakat artık bu seferki duyuşlar her zamankinden büsbütün başka olan, mucize türünden duyuşlardı. Herkesin kendisi için neler düşündüğü, neler hissettiği artık onu ilgilendirmiyordu. O böyle şeylere kulak asmıyordu. Artık onun dayanabileceği tek şey, yalnız kendi iç âlemiydi. Ulaşabileceği yer ise, bütün özlemlerin en derin köşeleriydi. Demek ki o ne harikulade bir âleme göçmüştü. İşte o bu âlemde etrafını görebiliyordu. Hem o bu âlemde işitiyordu da. Çünkü orada işitmek için maddi duyuların hiçbirine ihtiyaç yoktu. Orada yaratmak da, yaratılmanın zevkine varmak da aynı şeydi. Fakat bu âlem ne yazık ki yalnızlığın da âlemiydi. Bu derece saf bir çocuk sevgisiyle dolu olan bir kalbin sürekli olarak böyle bir âlemde kalmasına imkân var mıydı? Bu zavallı adam gözlerini etrafını çeviren dünyaya dikmişti. Bir zamanlar tatlı bir vecd içinde kendisini coşturan doğaya dikmişti. Kendisine çok yakın hissettiği insanlara dikmişti. Bu adam derin bir hasretin etkisi altındaydı. Bu son onu tekrar dünyaya dönmeye, dünyanın neşesini, mutluluğunu yeniden tatmaya teşvik ediyor, zorluyordu. Şimdi bu kadar büyük bir istekle sizlere haykıran bu zavallı adamla karşılaşmış olsanız hiç aldırış etmeden çekip gider misiniz? Bu adamın dilinden hayret ederek hiçbir şey anlamadığınızı sansanız, bu adamın ifadesi sizlerde acaba tek bir etki uyandırsa, kulağınıza alışmadığınız bir tarzda çarpsa, acaba birbirinize ‘Bu adam ne söylüyor?’ diye sorar mısınız? Onu anlayınız, onu bağrınıza basınız. Onun dilindeki mucizeyi hayretle dinleyiniz. Bu dilin yepyeni zenginliğinin içinde şimdiye kadar hiç duyulmadık bir olgunluğu, bir asaleti hemen duyacaksınız. Çünkü bu adam Beethoven’dir. Onun sizlere hitap ettiği dil ise en son senfonisinin sesleridir ki bu şayanı hayret adam bütün ıstırabını, bütün hasretini, şimdiye kadar eşi görülmemiş bir sanat senfonisine koymuştur.”