Ankara Radyosu
25 Mart 1943
Saat: 21.15
(Bu konuşma, 13 Ağustos 1945 günü Ankara Radyosu’nda Baki Suha tarafından tekrarlandı.)
Sayın dinleyenlerim,
Fransa’nın yine siyasi buhranla sarsıldığı bir devirdi; 3. Napolyon ancak 18 yıl yaşayabilen 2. İmparatorluğu kurmuştu. Öte yandan Fransa ile Avusturya ve Prusya arasında vakit vakit siyasi olaylar baş göstermesine rağmen 3. Napolyon’un barış döneminden 1870 savaşına kadar bu üç ülkenin sanat ilişkileri arasında herhangi bir geçimsizlikle karşılaşmaya da imkan yoktu. Nitekim 18. yüzyıl Avrupa’sının klasik sanatı, bu sanatın müzikte en ideal bir dışavurumu olan “Viyana Okulu”, Fransa’yı da kendi hükümranlık hudutları içine almış Beethoven gibi bir dâhinin elinde en son olgunluğa ulaştıktan sonra Romantiklere de sağlam bir ilham kaynağı olan bu okul, Avusturya, Almanya ve Fransa arasında hiçbir siyasi olayın sarsamayacağı ortak bir sanat devletinin kurulmasına önayak olmuştu. Bu ortak devletin bütün büyükleri, en az bir yüzyıldan beri olduğu gibi yine Viyana klasiklerinden beslenmişler, sonra Orta Avrupa Romantiklerine el uzatmışlardı.
Bundan başka, 19. yüzyıl müziği sanatını temsil eden Avrupa toplulukları arasında göze çarpan dil farkını uluslararası bir ifade olan müzik sanatı önlüyordu. İster Fransız işter Alman olsun, her sanat adamını bu dil, 19. yüzyılın ortalarına kadar, hiçbir sınırlamaya uygun olmayan ortak ifade zenginliği içinde alabildiğine birbirine yaklaştırmıştı. Hattâ bu sıralarda Fransa ile Almanya arasında sanatçı mübadelesi de yapılmaya başlamıştı. Tanınmış Fransız üstatlarından bazıları Alman saraylarına şef olarak çağrılıyordu. Ve Wagner gibi bir üstat ise Almanya dışında Paris’te bütün şiddetiyle mücadelesine devam ediyor, Paris sanat çevresinin verdiği imkanlar ölçüsünde rakipleriyle boğuşuyordu. Ve böylelikle bu üstat, yabancı bir çevre içinde kendi sanat kaderine bizzat şekil vermeye çalışıyordu. Bu da gösteriyordu ki 19. yüzyılın ilk yarısında müzik sanatının bütün üstatları -hangi topluma mensup olursa olsunlar- sırf Viyana klasiklerinin yarattığı bir hava içinde kendilerini mutlu hissettiler. Ve yine bu hava içinde ortak bir ifade kudretine ulaştılar.
İşte tam bu tarihlerde müzik sanatının hemen her sahasında yazdığı eserlerle sanat dünyasının ilgisini kendisine çeken acayip bir Fransız genci çevrenin gözünden kaçmıyordu. Alman Romantiklerinden Schumann’ın de heyecanla kutladığı bu genç, tıp öğrenimi görürken sırf Romantiklerin bıraktığı heyecanla kendini müziğe veriyor, Paris konservatuvarına giriyor, ne yazık ki konservatuvarı bitiremiyor, ama günün birinde dünyanın her yerinde kendisine, doğru olmamakla beraber, Fransız müziğinin yenileyicisi gözüyle bakılıyordu. Bu ateşli genç, bir süre sonra, yani 1830’da yazdığı bir Kantatla Roma ödülünü kazandı. Bu suretle kendisine 3 sene süreyle Roma’da öğrenim görme imkanları da verilmiş oluyordu.
Sayın dinleyenlerim, işte 19. yüzyılın başında Romantizmi bilhassa orkestra müziği sahasında yenileyecek kadar bir varlık gösteren bu acayip delikanlı Hector Berlioz’du. Berlioz daha 30 yaşından önce yazdığı “Fantastik Senfoni” adlı eseriyle bütün bu işleri başaracak biri olduğunu kanıtlamıştı. Şurasını da unutmamalı ki hele Wagner gibi bir rakibin bulunduğu bir devirde Berlioz meydanı hiç de boş bulmamıştı. Büyük üstat Beethoven’in açtığı romantik hava içinde gelişen bu genç, günün birinde sanatı gönül eğlencesi olarak gören bir tanıdığına ancak yıllarca önce Beethoven gibi bir ustanın ima kastiyle söylemiş olduğu o ünlü cümleye benzer bir cümle söyleyen ilk Fransız üstadıydı; bu cümle de şuydu: “...Siz sanıyor muşunuz ki Mösyö ben müziği keyif duymak için dinliyorum? Ben isterim ki müzik benim ruhumu yaksın, asabımı sarssın...”. Berlioz’un bu sözü genç sanatçının büyük dâhi Beethoven’e ne büyük bir imanla bağlı olduğunu göstermeye yeter sanırım, çünkü vaktıyle Beethoven de Bettina’ya kendi müziğini dinletirken, gereksiz kedere kapılan genç kadına fena halde kızmış ve sırf sanata karşı gösterilen lüzumsuz duygusallığı kastetmek için olacak ki, müziğini dinleyince gözleri yaşaran bu hassas kadına, “Ekseri insanlar iyi şeyler karşısında duygulanırlar, işte böyle insanlar sanatçı olamazlar. Sanatçı ateşli olur ama ağlamaz” demişti. Görülüyor ki büyük dâhi bu sözlerle sanatın bir keder aracı veya basit bir eğlence konusu olmadığını anlatmak istemişti. Hayatı boyunca Beethoven’i kendine örnek alan Berlioz ise, biraz önce söylediğimiz Beethovenvari sözleriyle müziğin bir keyif vasıtası olmadığına işaret etmiş ve bu bakımdan da sanatın en büyük üstadıyla birleşmişti.
Sayın dinleyenlerim, diğer taraftan Berlioz kendi sanatını nitelendirirken de şöyle diyordu: “Benim müziğime hakim olan özellikler canlı bir ifadeyle içten kopan bir ateş, ritmik bir akış, şaşırtıcı bir varlıktır.” Şurası muhakkaktır ki sanatçı, kendi sanatı yolunda söylediği bu sözlerde pek de haksız değildi. Gerçekten de onun eserlerine üstün bir varlık ve tam bir Fransız inceliği hakimdi. Hattâ Berlioz’un eserlerinde vaktiyle Bach ve Beethoven tarafından kurulmuş olan bir program esası da göze çarpıyordu. Nitekim sanatçının sırf kendi aşk fırtınalarından esinlenerek yazdığı “Fantastik Senfoni” adlı eser, şiddetli bir aşkla sarsılmış olan bir sanat adamının karşılaştığı bazı olayları bize bir program altında gösteren panoramik bir yaratış niteliğindedir. Hattâ dinleyiciyi belli motiflerle ve çağrışım yoluyla bazı olaylara bağlayan sanatçı, bu suretle bir yandan esere gözle görülür derecede plastik bir varlık veriyordu, diğer yandan Wagner’in ünlü “leitmotif” prensibini Wagner’den daha önce benimsemiş oluyordu. Bu nedenle müzik eserlerine plastik tahlilleri de mal etmek suretiyle bir tür senfonik tarzı yaratmış olan sanatçı, bu fikri yalnız eserleriyle değil, kalemiyle de savunmuş ve tıpkı Schumann gibi günün birinde döneminin parmakla gösterilen bir sanat yazarı da olmuştu.
Sayın dinleyenlerim, üstat Berlioz da birçok sanat büyükleri gibi mesleğe gösterdiği sevgiyi çevresine ve ailesine de gösteren bir sanatçıydı. Berlioz’un ilk önce 1830 yılında yayımlanan ve sanatçının Almanya’da konservatuvara devam ettiği döneme rastlayan mektupları da bize ancak bu çapta bir sanat üstadından beklenen ruh ve büyüklüğünü göstermektedir. Berlioz, bu mektupların çoğunu şehirlerin birinde bir noterle evli olan kız kardeşine yazmıştı. 1830 yılında meydana çıkarılan bu 3 mektupta sanatçının sürekli olarak sözünü ettiği eşi Henriette, 1827 yılında Paris’i ziyaret eden bir İngiliz tiyatro trupunun Hamlet temsilinde Ophelia rolünü oynamış olan genç kadındı. Berlioz daha ilk karşılaşmada bu kadının bilhassa tiyatroda gösterdiği başarıya hayran kalmış ve ona kalben de bağlanmıştı. Bizzat Berlioz hatıratında, zamanında başta taşınmış olan bu İrlandalı kadına delicesine âşık olduğundan bahsetmektedir. Ne çare ki sanatçının genç ve güzel Henriette’e yaptığı evlenme teklifleri her seferinde reddedilmiş, nihayet sanatçı sırf kendini yiyip bitiren bu aşkı sevgilisine anlatmak için en büyük orkestra eseri olan “Fantastik Senfoni”yi yazmış, bu senfoni ilk olarak 1830 yılında Paris’te çalınmıştır.
Ancak bir aralık sanatçının maruz kaldığı bu türden can sıkıcı olaylar onu geçici bir zaman için sevgilisinden uzaklaştırmıştı. Nitekim bir süre sonra sanatçı döneminin tanınmış piyanisti olan Camilla adındaki genç ve güzel bir kızla karşılaştığı gün Henriette’ya olan sevgisini telafi edecek birini artık bulduğuna inandı. Hattâ Berlioz 1832 yılında bu genç kızla nişanlandı. Ne çare ki 3 sene süreyle Roma ödülünü kazanan sanatçı, Camilla’yı çok sevdiği için istemeye istemeye Roma’ya gitti, ama Paris’ten uzak geçen ilk 2 sene sanatçının güzel Camilla’ya olan sevgisini öldürmeye yetmişti.
Berlioz, 1832 yılında Roma’dan Paris’e döndü. Günün birinde “Fantastik Senfoni”yi bizzat idare ederken, tesadüf onu hâlâ unutamadığı Henriette ile bu konserde tekrar karşılaştırdı. Bu son 2 yıl içinde Henriette bizzat bir tiyatro kumpanyası idare etmeye heves etmiş, bu işi istediği gibi başaramamış, üstelik bazı can sıkıcı skandallar da olmuş, işte bu sefer Berlioz’un sanatı binbir dert ve ıstırap içinde kıvranan genç kadının ruhunda hiçbir iz bırakmadan geçme imkânını elde edememişti. Nitekim Henriette “Fantastik Senfoni”yi ancak bu seferki dinleyişinde sanatçının kendisine olan büyük sevgisinin farkına varabildi ve aynı yıl içinde ikisi arasında hiç sıkıntı çekmeden bir anlaşma, bir kavuşma imkânı doğdu. Henriette, 1833’te Berlioz’la evlenmiş, büyük üstat Liszt bu evlenmede şahit olarak bulunmuştur. Ne yazık ki aradan çok geçmiyor, hastalık, parasızlık, kıskançlık gibi sevimsiz durumlar bu yeni evlilik hayatını altüst etmeye başlıyor. Hattâ Henriette katıldığı son temsillerin birinde halkın dehşetli ilgisizliğiyle karşılaşıyor. Bu hale çok üzülen genç kadın artık sahneye ebediyyen veda ediyor. 1834 yılında bu sanatçı çiftin bir oğulları dünyaya geliyor, ama zamanla aralarındaki geçimsizlik dayanılmaz bir hal alan Berlioz ile Henriette 1842’de ayrılıyorlar. Bir süre sonra hastalanarak felce uğrayan, günün birinde konuşma imkânını büsbütün kaybettikten sonra tam anlamıyla bir enkaz haline gelen zavallı Henriette, 3 Mart 1854’te vefat ediyor. Bu sefer Berlioz ikinci defa olarak Marie Recio adlı bir kadınla evleniyor, ama tam bir bahtsızlık içinde geçen bu evliliği de 1862’de Recio’nun ölmesiyle sona eriyor. Ne yazık ki 1867 yılında da Berlioz’un okyanuslarda kaptanlık eden biricik oğlu Louis şiddetli bir hummadan sonra ölüyor. Berlioz da 8 Mart 1869’da oğlunu kaybettikten sonra hayata küsüyor ve 66 yıl süren bir işkence de böylelikle sona ermiş oluyor.
Sayın dinleyenlerim, şimdi 19. yüzyıl yaratma yıllarına hükmetmiş olan bu sanat adamının 1853’te, yani bir zamanlar başta taşınmış olan güzel Henriette’nın, kocasından ayrıldıktan sonra çok feci bir akıbetle boğuştuğu bir yılda, Hannover’den kız kardeşine yazdığı bir mektubu okuyalım, bakalım o zaman tam 50 yaşında olan Berlioz bu mektupta kardeşine neler diyor:
“1853 Kasım, Hannover, Sevgili kardeşim, Burada Brunswick’te verdiğim 4 konser bana büyük başarılar getiren 4 zafer akşamından başka bir şey değildi. Burada benim için bir ziyafet verildi. Bu ziyafette bütün sanatçılar, bütün şairler de bulunuyordu. Bana altın, gümüş ve taşlardan yapılmış bir şef değneği hediye ettiler. Burada yetimlerle sanatçıları himaye için bir müessese kurdular. Ve idare ettiğim konserlerden birinin hasılatını bu kuruma terk ettikleri için bu örgüte “Berlioz Vakfı” adını verdiler.
“Bir pazar günü parklardan birinde halk tarafından şiddetle alkışlandım. Ve bahçede bulunan askeri bando beni görünce fanfarla selamladı. Velhasıl bütün şehir müthiş bir müzik tutkusuyla yanıp tutuşuyor. Burası da Hannover, bana karşı aynı heyecanı gösterdi. Yalnız bir farkla ki burada bu heyecanı ilk defa görüyordum, çünkü 11 sene önce buraya geldiğim vakit halkı ve sanatçıları oldukça soğuk bulmuştum. Onun için bu sefer Hannover’de her şeyi değişmiş buldum. Hele buraya geldiğimin ikinci akşamı (yani önceki gün) karşılaştığım alkışla mukayese edilebilecek bir alkışı hayatımda hatırlayamıyorum. Partisyonumu çelenkle süslediler, konser bittikten sonra beni bağırarak, tepinerek yine sahneye çağırdılar. Hele bu işe en çok bizim sefir sevindi. Sefir bana şöyle söylüyordu: ‘Siz ölüyü dirilttiniz! Çünkü Hannoverliler tanıdığım milletlerin en soğuğudur. Burada yılda iki defa olsun alkış duyulmaz.’ Beni takdir edenlerin en başında Kral vardı. Kral da Kraliçe de bütün temsillere geldiler. Kral son temsilde “Kral Lear”in uvertürünü dinledikten sonra birçok şeyler söylemek üzere beni yanına çağırttı.... Bir çok şeyler diyorum... çünkü daha birkaç gün önce beni çağırtmış ve iltifatlara boğmuştu. Kral sözlerine şunu da ilave ettı: ‘Hem siz öyle bir idare ediyorsunuz ki, ben sizi görmüyorum ama hissediyorum.’ Böyle bir dinleyiciye sahip olmak mutluluğu beni çok sevindirdi. Sonra Kral sözlerine şöyle devam ettı: ‘Evet, ben Tanrıya şükredeyim ki bana kaybettiğim şeyleri telafi etmek için müziği sevme zevkini verdi’.
“Zavallı genç kralın 15 yıldan beri gözleri görmüyormuş. İki kaza geçirmiş ve iki gözü de arka arkaya bu kazalara kurban gitmiş. Sokağa çıktığı zaman âdeta Kraliçe onun Antigone’u oluyor. Sen onu önceki gün locasında bütün heyecanıyla müzik dinlerken görmeliydin… Tabii etrafındakiler, yaverleri, yani müzikten fazla bir şey anlamadıkları halde sanki anlarmış gibi hep kralı taklit ediyorlar. Eğer biraz fazla para kazanmak maksadıyla daha 2 ay için orada burada dolaşmaya vaktim olsaydı, bugüne kadar olan yarı kazançla yetinirdim. Ama Aralık sonunda mutlaka Paris’e dönmek zorundayım. Onun için Camille’e benden rica et, kasım maaşımı göndermesin, sonra ocak maaşımla beraber verir.
“Tekrar görüşelim sevgili canım kardeşim. Kocanın ellerinden sıkarım. Seni de yeğenlerimi de bütün kalbimle öperim. Amcama benden bahset ve sağlığı hakkında bana bilgi ver. 8 Aralığa kadar post restant olarak Leipzig’e mektup yazabilirsin. Hector Berlioz”
Sayın dinleyenlerim, sanatçının birçok mektuplarında da olduğu gibi bilhassa bu mektubu da gösteriyor ki, 19. yüzyılın ortalarına kadar uluslararası bir hava içinde gelişen, olgunlaşan müzik sanatının büyük üstadı Berlioz, hayatının sonuna kadar yalnız ıstırapla karşılaşmış, fakat her seferinde de onun ıstırabını dindiren, onu devamlı başarıya ulaştıran, en kara günlerinde onun elinden tutan koruyucu, yalnız sanatı olmuştur.