
Ankara Radyosu
10 Temmuz 1942, Cumartesi
Mozart gibi bir sanat dâhisinin 150. ölüm yılı için şu sıralarda dünyanın her yerinde tören yapılırken, onun adı daha kimlerin anılmasına vesile olmuyor? İnsanın kafasında 18. yüzyılın bütün bir yaratma ruhu, felsefesiyle, edebiyatıyla, mimarisiyle, resmiyle, heykeliyle, musikisiyle, hele bütün bu ruha hâkim olan insanseverlik imanıyla yeniden canlanıyor. Gitgide milliyet esaslarına dayanan özlü bir hümanizma ve onun yalnız sanatkâr ruhuna bağlı olan romantik heyecanı, bu heyecanın en çok müzikte kendini belli eden ateşli ritmi, Napolyon’un insanlık üzerinde göze aldığı iddia edilen çetin kavgayı canla başla gözleyen bir sanatçı zümresi ve yine Napolyon’un ruhlarda uyandırdığı lanetle sarsılan Beethoven, hep o yüzyılın insanları, hep o yüzyılın mizacı ve idealiydi.
Klasik sanatın 3 büyük dâhisi olan Haydn, Mozart ve Beethoven’i yine bu yüzyıl medeniyet tarihine kazandırdı. Sanat için sosyal bir yükseliş bu yüzyılda başladı. O zamana kadar yalnız saray metaı olan müzik sanatı, evvela bu yüzyılda Mozart eliyle benliğine kavuşmuş ve ilk defa olarak Beethoven gibi bir sanatçı, hem müziğe hem müzisyene sosyal bir şeref kazandırmıştı. Bu nedenle 18. yüzyılın son kısmında varlığını yalnız sarayın korumasına borçlu olan, çok kere anlayışsız hükümdarların, prenslerin oyuncağı olan müzik sanatı, yine bu yüzyılda haklı olarak nankör saraya ihanet etmiş, toplumun kucağına atılmış ve yine bu sanat ilk defa olarak Beethoven gibi bir dâhiye, prenslere el açmadan yaratmak ve ekmeğini kazanmak fırsatını bir ödül gibi bağışlamıştı. Bunun içindir ki müzik sanatı, iç ve dış olgunluğunu her şeyden önce bu büyük dâhiye borçludur.
Batı Almanya’daki Bonn şehrinde binbir yoksulluk içinde geçen içli çocukluk yıllarından sonra, önce 1778 yılında 8 yasında başlayan virtüozluk faaliyeti onu adamakıllı yormuş ve kısa bir süre sonra içkinin mahvettiği sefil bir babanın aileye olan bütün sorumluluğunu vaktinden çok önce yüklenmesi küçük Beethoven’i bir hayli yıprandırmış ve bu hal sanatçının yüzüne bugün resimlerinde ve maskesinde tamamen görülen tamamen görülen elem çizgilerini daha çocukken çizmişti. Londra’ya giderken Bonn’a uğrayan Haydn’ın ileride varlığını bütün dünyaya duyuracak dehayı keşfetmesinden, 17 yaşında öğrenim için ilk defa Viyana’ya geldiği zaman piyanosuna hayret eden Mozart’ın heyecanını tutamayarak: “Bu delikanlı kendinden çok bahsettirecek!” diye kehanet edercesine bağırdığı zamana kadar, genç sanatçı, 3 piyano sonatından başka daha birçok eserler de yazmıştı.
Çok sevdiği annesinin ölümünden sonra büsbütün Viyana’ya yerleşen 22 yaşındaki Beethoven’in iç ve dış acılarına bir acıyı daha katması gerekiyordu ki o da yazdıklarını beğenmemenin acısıydı. Bütün sanatçılar için bir mutluluk olması gereken “öz eleştiri” meziyeti, bu büyük adı hele son senelerine doğru büsbütün hırpalayan bir ıstırap halini almıştı. Mozart’ın tersine, sırf bu sebepten yaratma esprisi ağır hareket eden dâhinin Viyana’ya yerleşir yerleşmez 22 yıllık yaratmalarını bir anda reddederek, inkâr ederek bu şehirde yazdığı ilk eserinin üzerine “Op. 1” işaretini koyduğu hayretle görülür. Artık o andan itibaren sanatçının yaratma dehası da arada bir kendini tatmin edeceği âna kadar Beethoven’e bir üzüntü nedeni olmaya başlamıştı. Nitekim kendisi de şöyle diyordu: “Eserin bana en çok güven telkin ettiği noktada bile o eseri yeniden bestelemek için içimde bir açlık duyarım”.
Son yıllarda Bonn arşivinde yapılan derin incelemeler sonunda anlaşıldığı gibi, Bonn Üniversitesi’nde başladığı ve bir süre sonra bıraktığı felsefe öğrenimi, genç sanatçıyı felsefeden metafizik düşüncelere büsbütün bağlıyor ve bu hal onu gitgide derinleşen bir dünya görüşü çizmeye mecbur ediyordu. Daha genç yaşlarda kendini din bağnazlığından kurtaran dâhinin yüksek bir doğa sevgisiyle “panteiz”’e doğru yol aldığı ve hayatının son yaratma devresindeyse “insan sevgisi”ni kendine büsbütün din edindiği kesindir. İşte yıllar içinde olgunlaşan bütün bu düşün faaliyetinin izlerini 9. Senfoni yılı olan 1824’e kadar yaratılan eserlerin hepsinde adım adım izlemek mümkündür.
Sanatçı bütün o ulu eserlerini yaratırken “Greko-Romen” dönemin “metin hazineleri” arasında dolaşıyor, Yunan filozofları, Yunan şairleri, bilhassa Eflatun, ona ilk hümanizma heyecanını veriyor, Rönesans edebiyatı ve felsefesi onun bu heyecanını büsbütün güçlendiriyordu. Nihayet büyük çağdaşları Goethe ile Schiller, devrin klasik havası içinde ilk defa olarak Beethoven ile 19. yüzyıl müzik sanatına romantik bir heyecan veriyor ve Beethoven bu idealde vücut buluyordu. İşte böyle bir hava içinde yetişen büyük dâhi, pek tabii olarak o zamana kadar hiçbir sanatçının gösteremediği bir ifadeyi sanatında göstermiş ve ilk defa olarak onun eserleri, kendisinin de bir yazısında ima ettiği gibi, insan ile sanat arasında manevi bir bağ olan “ahlâk”a bu ifade içinde tanıklık etmişti. Büyük sanatçının bu yolda bir insanlık sembolünü eserlerine katması dolayısıyla bütün yaratmalarına derin bir sorunu etkili kılması, aşağı yukarı 1802 yılına doğru kulaklarının büsbütün sağırlaşmaya başlamasıyla ve bunun sonucu olarak ileride insanlıkla arasındaki her türlü teması önleyecek olan geniş uçurumun açılmak üzere olduğunu hissetmesiyle başladı. Zaten bu tarihlerden itibaren henüz pek erken filozofluğa başlamış olan sanatçıyı, Eflatun felsefesinin esaslı incelemesinden gelen temiz bir demokrasi havası içinde, saraya fazla bağlı olan Goethe’yi bile şaşırtan bir “insan sevgisi”nin peşinden koşarken görüyoruz.
Önce Napolyon’a ithaf etmek istediği 3. Senfoni’nin meçhul bir kahramana ithaf edilmesi, Napolyon’un kendini birdenbire imparator ilan etmesinden ve bu duruma çok üzülen “cumhuriyetçi” sanatçıda o zamana kadar kahraman tanıdığı Napolyon’un insan sevgisine ve bu sevginin en büyük göstergesi olan “demokrasi”ye ihanet etmiş olduğu kanısının uyanmasından ileri gelmekteydi. Nitekim bunun verdiği acıyladır ki bu büyük adam “Eyvah insanlık yine bir evladını kaybetti!” demekten kendini alamamış ve taparcasına sevdiği Napolyon’u kendi ideali için artık ölmüş olduğunu açıkça söylemek istemiştir.
İşte Beethoven bu inanç üzerinde gitgide olgunlaşan bir yaratma havası içinde insanlığın bütün acılarını, bütün sevinçlerini dile getiriyor ve insanlığa ancak “demokraside ahlâk” yoluyla varılabilecek amacı en samimi bir ifadeyle anlatıyor ve bütün eserleriyle “insan sevgisi” adına bir sanat anıtı dikiyordu.
Bir yandan devamlı rahatsızlıklar, diğer yandan sanatçının etrafıyla doğrudan doğruya temasını sağlayacak olan işitme duyusunun günün birinde tamamen kaybolması gibi nedenler, bu büyük adamın toplumla ilgisini büsbütün kesmesini ve çevresindekilerle de ancak yazıyla anlaşmasına neden olmuştur ki bu durum onun insanlık duygularını değil, ancak arkadaşlık duygularını bir hayli sarsmıştı. Nitekim 1802 yılında artık ölümünün yaklaştığını sanarak yazdığı meşhur Heiligenstadt Vasiyetnamesi’nin bazı yerlerinde kendisi de kardeşlerine şöyle demekteydi: “Ey beni haşin bilen, müziç bilen, yahut insanlardan hoşlanmadığımı sanan sizler, bana karşı ne kadar haksızlık ediyorsunuz. Size böyle görünen bu olayın gizli nedenlerini bilmiyorsunuz. Kalbim ve duygularım çocukluğumdan beri en derin iyilik arzusuyla doluydu. Büyük işler başaracak kabiliyeti kendimde görüyordum. Fakat düşününüz ki 6 senedir akılsız doktorlar elinde büsbütün kötüleşen çaresiz dertler içindeyim. Hastalığım yıldan yıla iyi olacak ümidiyle aldatıldım. Ve nihayet böyle sonu olmayan bir felaket karşısında esasen ateşli, canlı bir insan olarak yaratılmış olmama ve toplumun her halini en uysal şekilde karşılayacak bir ruha sahip bulunmama rağmen kendimi vaktinden çok evvel toplumdan çekip ayırmak ve hayatımı tek başıma geçirmek zorunda kaldım. Kendimi bu durumdan da kurtarmaya çalıştım. Fakat esasen sakat olan kulağımın bende bir kat daha fazla üzüntüye neden olan akıbeti beni ne haşin bir insan haline soktu. Ve beni toplumdan dışarı itip çıkaran da işte bu durumum oldu. Şurası muhakkak ki insanlara daha yüksek sesle konuşun, bağırın, çünkü ben sağırım dememe imkan yoktu. Ah bunu söylemek benim için nasıl mümkün olsun? Bu suretle bilhassa bende başkalarında olmasından daha mükemmel olması icap eden bir duygunun zaafı ilan edilmiş olacaktı. Hayır bunu yapamazdım”.
Sayın dinleyenlerim,
Görülüyor ki Beethoven gibi bir sanat büyüğünün henüz 32 yasındayken bu derece elim bir acının altında ezilmesi onu bir yandan çok sevdiği toplumdan uzaklaştırıyor, diğer yandan bu uzaklaşmanın verdiği derin hasret onu insanlığa büsbütün bağlıyor. Büyük sanatçının toplum karşısındaki acılarını bize çok yakından gösteren bu önemli belgenin yazıldığı tarihten tam 10 sene sonra, yani “tam bir sağırlık” endişesinin artık gerçekleşmiş olması felâketi karşısında bile Beethoven’deki toplum sevgisi ve başkalarının derdine koşma heyecanı hiç şüphe yok ki büsbütün artmıştı. Nitekim bu büyük adam 1812 yılında kullandığı hatıra defterlerinden birine şu satırları yazıyordu: “Sen kendini değil yalnız başkalarını düşün. Senin için artık içinde doğduğun mutluluktan, yani sanatından başka hiçbir mutluluk olamaz”. İşte Beethoven’in insanlık uğrunda yazdığı bütün eserleri ıstırap ve hasret gibi yalnız insan içinden gelen iki büyük yaratıcı elemanın sentezinden başka bir şey değildi.
Tam bir sağırlık içinde geçen son 20-25 yılının eserleri iyice incelenecek olursa, müzik sanatında malzemenin dış görünüşü demek olan sesler ile bu sesin işitilerek işlenmesi zorunluluğundan doğan bir durumun Beethoven’in eserleri için her türlü değerden uzak alelâde bir işitme olayı olduğu anlaşılır.
Öte yandan, büyük felâketlere maruz kalmış bir sanatçı olan Beethoven’in ilk defa olarak 9. Senfoni’nin sonuna insan seslerini de karıştırmasına ve bu senfoninin son bölümüne ilave ettiği büyük koroyla Eflatun’un “Devlet” kuramındaki muhtelif sosyal sınıfları simgeleştirdikleri anlaşılan solistlere şair Schiller’in sırf insan sevgisinden doğan bir huzuru anlatmak üzere yazdığı “Neşe” adlı şiirini söylettiğine bakılırsa, sanatçının en ıstıraplı zamanında bile kalbinden uzak tutmadığı insan sevgisine ne kadar büyük bir imanla bağlı olduğuna hayret etmemeye imkân yoktur. Beethoven, bu büyük eserinde artık senfonik müziğin enstrümanla söyleyemediği yerde sözü insan sesine vermiş ve bu suretle işitemediği için hasretini çektiği o ses uğrunda ne sıcak bir aşkla yandığını anlatmak istemiştir. Nitekim geçen yüzyılın büyük musiki üstadı Richard Wagner 1846 senesine kadar tamamen unutulmuş olan 9. Senfoni’yi yine aynı yıl içinde ele alıp ilk defa olarak Dresden’de idare ederken, eserin niteliğini anlatmak amacıyla yaptığı çok değerli bir konuşmanın bir yerinde şöyle diyordu: “Bu şayanı hayret adam, bütün ıstıraplarını, bütün hasretini, bütün neşesini şimdiye kadar eşi görülmemiş bir sanat eseri haline bu senfonide ortaya koymuştur!”.
İşte 1827 senesi martının 26’ncı gününe kadar devam eden 57 yıllık bir hayat, kültür tarihine Beethoven gibi bir dâhiyi kazandırdı. Müzik sanatının ilk büyük kahramanı olan bu eşsiz adama dünya lâyık olduğu değeri vermiş, gerek hayatında, gerek ölümünden sonra bu büyük adam hakkında ne yazılar, ne kitaplar yayımlanmıştı. Hattâ o zaman Beethoven’in ölümü bir dünya olayı olmuştu. Sokaklara sığamayan cenaze törenine 20 bin kişiden fazla insan katıldı. Viyanalı şair Franz Grillparzer tarafından Beethoven’in vefatından 6 ay sonraki kabrine taş dikme töreni için yazılan o ünlü konuşma, büyük dâhinin uygarlık tarihindeki yerini ne güzel belli ediyordu. Nitekim şair Grillparzer bu konuşmasının bazı yerlerinde şöyle diyordu: “Biz buraya bir taş diktik. Ona bir hatıra taşı olsun diye mi diktik? Hayır, bize bir işaret olsun diye! Torunlarımız nerede diz çökeceklerini, nerede ellerini kavuşturacaklarını bilsinler, onun kemiklerini örten toprağı öpsünler diye diktik... Burada yatan, Tanrı ışığına kavuşmuş bir insandı. Ve bütün hayatını bir amaç peşinden koşarak, hep o amacı düşünerek, o amacın bütün dertlerine katlanarak, o amaç için varını yoğunu vererek geçirdi. Eğer bu karmakarışık zamanda içimizde biraz olsun birleşme duygusu varsa, onun mezarında toplanalım. İşte onun içindir ki âşıklarla kahramanlar, şarkıcılarla peygamberler, öteden beri zavallı sefil insanlara nereden gelip nereye gittiklerini hatırlatmak için yaratılmışlardır.”
Sayın dinleyenlerim
Hayatının son gününe kadar bütün sevgisiyle, bütün acısıyla, kısaca her türlü insanlık kaygısıyla tek başına geçirmiş bir sanat münzevisinin iç yaşayışını en gizli köşelerine kadar vermenin mümkün olamayacağı kanısındayım. Bir Orta Avrupa atasözünün de anlatmak istediği gibi, “çok ışık olan yerde çok da gölge olacağı”na göre, Beethoven’in gerçek insanlık portresin görmek, ancak bütün bu gölge ve ışık sorunlarının baştan aşağı çözülmesiyle mümkündür ki, zaten sanat dünyası da bu önemli görevi bütün gücüyle yerine getirmeye azmetmiştir. Bununla beraber bu çok yönlü sanat büyüğünün zamanında nasıl tanındığını, yine başka bir sanat büyüğünün yanı şair Goethe’nın kanısı bize biraz daha yakından gösterecektir. O halde sözlerimi Goethe’nın Beethoven hakkındaki bu önemli kanısını aynen tekrarlamakla bitireyim: “Onun yolunu dehası aydınlatır ve ona şimşek gibi ışık verirken, karanlıkta kalan bizler daha günün nereden doğacağının farkında değiliz.”