Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

RADYO

Ankara Radyosu
1 Nisan 1943
Saat: 21.15

UNUTULMUŞ DAHİLER

Sayın dinleyenlerim,

            Sanat dünyasında mezarları bile kaybolmuş kahramanlar az değildir. Güzel sanatların çeşitli kollarına hizmetleri geçmiş olan bu büyükler arasında öyle dâhilerle karşılaşılır ki bunların bazıları zamanlarında anlaşılmadıkları gibi kaderin garip bir cilvesine de kurban olup gitmişlerdir. Yine kimi sanat dâhileri zamanlarında anlaşılamamışlar, ama ölümlerinden sonra onları unutan insanlık mezarlarını da bulamamış, ya da arşivlerde yapılan araştırmalar sonunda meydana çıkarılabilen birkaç kemik parçası elden ele dolaşıp durmuştur. Yine bu türden kemikler müzelerdeki kasalardan çalınmış, şunun bunun elinde birtakım araştırmalara âlet olmuştur.

            Örneğin, Viyana Müzik Enstitüsünün kurucusu Joseph Haydn’ın başının ölümünden 8 gün sonra mezardan çalınması ve elden ele dolaşan bu başın aradan uzun yıllar geçtikten sonra Viyana Müzikseverler Birliği müzesinde huzura kavuşabilmiş olması, sanat adına işlenen suçların en başında gelen olaylardan sayılır. Hayata gözlerini yummuş olarak dört kişinin sırtında taşınarak bir çukura atılıveren Mozart’ın mezarı, ölümünden bir hafta sonra bile saptanamamıştır. Nihayet uzun yıllar boyunca yapılan araştırmalar sonunda meydana çıkarılan bir kafatası, Mozart’ın başı olduğunu ortaya koyacak kesin deliller olmamasına rağmen üstadın doğum şehri olan Salzburg’daki Mozarteum’un müzesine konmuş, böylelikle kim bilir hangi fani, ölümünden uzun yıllar geçtikten sonra başta taşınma ayrıcalığına erişmiştir! Müzik sanatının büyük dâhisi Beethoven’in başı ise, araştırma konusu olarak Viyana’nın tanınmış bir laboratuarında uzun zaman saklı tutulmuş, üstadın kulak kemikleri üzerinde araştırma yapmak amacıyla kafatasından alınmış olan küçük bir parça günün birinde bu laboratuardan çalınmış ve bütün araştırmalara rağmen kimin eline geçtiği bugüne kadar anlaşılamamıştır.

Sayın dinleyenlerim,

            Romantizmin büyük üstatlarından Schumann, günün birinde, sanat dünyasının kaybolmuş bir mezarını aramaya çıkmıştı. Bulunması gereken mezar, vaktiyle yeni zamanlar sanatına kadar müzik dünyasının büyük üstadı olan Bach’ın mezarıydı. Bir gün Leipzig şehrinin tanınmış bir kabristanında geç vakitlere kadar okunmadık mezar taşı bırakmayan Schumann, üzerine aldığı bu önemli görevin içinde bulunduğu yüzyılın ancak sonlarına doğru yerine getirilebileceğini aklına bile getirmeden evine dönerek, bu başarısızlığın verdiği üzüntüyle şu satırları karalamıştı: “Bu akşamüstü Leipzig kabristanına büyük bir adamın mezarını aramaya gitmiştim. Saatlerce orada burada arandım durdum. Hiçbir yerde Johann Sebastian Bach’ı bulamadım. Bu işi mezar bekçisine sorunca, aradığım adamın kendisi için meçhul bir insan olmasından dolayı bekçi başını salladı ve ‘Bach çoook!’ diye cevap verdi. Eve dönerken, ‘Bu ne şairane bir tesadüf! Şu fani zerreleri düşünmeyelim, şu adi ölüm hakkında bir fikir yürütelim diye kulunu bile etrafa savurmuş. O halde onu hep orgunun başında o kibar kıyafetiyle dimdik oturur düşünmekten başka çarem yok,’ diyordum kendi kendime.”

Sayın dinleyenlerim,

            Leipzig’daki mezar bekçisinin Bach’a sonsuz bir aşkla bağlı olan Schumann’a sayısının çok olduğunu söylediği Bach, Leipzig’de geçen 65 yıllık mütevazı bir hayattan sonra 1750 yılında ölen ve ölümünden 20 yıl sonra eserleriyle birlikte unutulan Johann Sebastian Bach idi.

            1650 yılında sanat âlemine hâkim olan Barok üslubu, yine aynı tarihlerde Orta Avrupa’da bilhassa müzik sanatını etkisi altına almasıyla başlamıştı. 1685 yılına doğru Turing eyaletinin Eisenach kasabasında dünyaya gelen Johann Sebastian Bach, gençlik çağlarına ulaştığı sıralarda yazdığı eserlerle müzik dünyasına hocalık ettiğinin, pre-klasikler denilen bir devrin kurucusu olduğunun, daha doğrusu kelimenin tam anlamıyla müzik eserlerini zaman kavramının üstüne çıkaran bir üstat olduğunun farkında değildi.

            Tarih karşısındaki hayat grafiğine gelince: Bach, 30 Yıl Savaşlarıyla 7 Yıl Savaşları arasında ve Osmanlı İmparatorluğuyla Avusturya’nın ve Rusya’nın nüfuz yolunda mücadeleye girişmiş oldukları bir zamanda yaşamıştı. Bach, gençliğinde Kaiser I. Leopold’ün öldüğü yıl Lubeck’e gitmiş ve bu şehirde devrin büyük org üstadı Buxtehude’yi dinlemişti. O tarihlerde haftadan haftaya yayınlanmakta olan gazetelerden İspanya’da taht kavgaları yapılmakta olduğunu duymuş, Prusya Kralı I. Friedrich Wilhelm ile çağdaş olmuş, Weimar’dan Göthen’e giderken Prens Eugen’in Belgrat’taTürklerle çarpışmakta olduğu haberini almış, Leipzig’de kralın önünde eserlerini çalmış, nihayet Potsdam’da Büyük Friedrich’in karşısına yaşlı bir dahi olarak çıkan Bach, bu müziksever kralın klavsende kendisine çaldığı bir temayla o anda doğaçlama meydana getirdiği eserle bu olaya tanık olanları hayrete düşürmüştü.

            Öte yandan Bach’ın hayatı çağdaş sanatçıların çoğunda olduğu gibi bazı garipliklerle doluydu. Örneğin, Leipzig belediyesi Bach’tan daha fazla değer verdiği Graupner adlı bir kişiyi Leipzig’deki Thomas kilisesine organist olarak angaje edememiş ve kendi tabiriyle aynı işe Bach’ı angaje etmek zorunda kalmıştı. Hamburg’daki bir organistlik görevini elde etmek için 4.000 fark rüşvet verdiği sonradan saptanmış olan öteki kişi de yine Bach gibi bir üstada tercih edilmişti. Oysa ölümünden 4 yıl sonra yayınlanan bir kitapta Bach’ın o sıralarda Almanya’da bulunan tanınmış 10 kompozitörün en yükseği olduğu yazılıydı. Ancak bir süre sonra Leipzig’in büyük bestekârı Bach, eserleriyle birlikte unutulup gitmişti. Aradan 20 yıl daha geçmişti, artık hiç kimse vaktiyle Bach adında bir sanat adamının yaşamış olduğunu hatırlamıyordu. Ancak bu büyük adamın vefatından yarım yüzyıl sonra yine başka bir sanat büyüğünün ağzından çıkan bir söz Bach sanatını yeniden diriltmeye yeterli oldu; bu sözü de Beethoven söylemişti. Günün birinde Bach’ın eserleri önünde heyecanından ne söyleyeceğini şaşıran Beethoven, “bach” kelimesi Almancada “dere” anlamına geldiği için, “Ona dere değil, deniz demeliydiler” demişti.

            Öte yandan, 1820 yılına doğru romantizmin sayılı üstatlarından Mendelssohn’un, Bach’ın 70 yıldır ele alınmamış olan Matheus Passion adlı koro ve orkestra eserini uzun etütlerden sonra kendi yönetimi altında icra etmesiyle Bach yeniden dünyaya gelmiş ve 50 cildi bulan eserleri ancak 19. yüzyılın başlarına doğru sanat dünyasına önderlik etmeye başlamıştır.

            Leipzig’de Thomas kilisesinde uzun yıllar kantorluk ve organistlik etmiş, iki defa evlenip 20 evlât dünyaya getirmiş olan Bach’ın bütün eserlerinde fikir, vuzuh, hakikat gibi insani hasletlerin en öncüleri bir araya gelmiş bulunmaktadır. Hayatı boyunca uluhiyete bağlı olan Bach’ın bütün yaratmalarının dinî ya da din dışı olması durumu üzerinde iki yüzyıldan beri uzun tartışmalar yapılmış, güzellik ve zarafet gibi hasletleri de içine alan bu eserler her şeyden önce insan hasletini açıklayan sanat abideleri olarak tanınmışlardır. Bütün bu eserler öylesine bir hasretin ifadesidir ki, modern bir araştırmacının söylediği gibi, uzun bir süre Bach sanatıyla uğraşan bir insan günün birinde kendini karlarla örtülü yüksek bir dağın doruğunda bulur. Ve bütün dağı kaplayan yoğun bir sis tabakası bu doruğun ancak eteklerine ulaşmış olan diğer sanat dehalarının başlarını olsun bu Bach sanatıyla mest olan insana göstermek fırsatını vermez. Zaten tehlikenin büyüğü de bu noktadadır: bu dağın zirvesine ulaşanların çoğunda Beethoven’e bile dönememek takatsizliği baş gösterir ki buna takatsizlik değil haksızlık demek daha doğru olur, çünkü Beethoven Bach’ın devamıdır ve Beethoven’e ulaşamamak Bach’ta yarım kalmak demektir.

            Beethoven ile Wagner’in sanatı esas itibarıyla insana yönelmiş bir sanattır. Buna karşılık az önce büyük bir hasretin ifadesi olarak nitelendirdiğimiz Bach sanatı ise insanoğlunun “bilinmeyen büyüğe” olan hasretinden başka bir şey değildir. O halde kendini Bach ve Beethoven sanatına vermek demek, insanın kendi benliğine dönmesi demektir.

Sayın dinleyenlerim,

            Müzik sanatının her alanında eser yaratmış olan büyük dahi Bach, sanat dünyasının mezarıyla birlikte unutulmuş dahilerinden biriydi. Onun mezarını medeniyete hizmet isteğiyle Schumann aradı, bulamadı. Mendelssohn, eserleri yoluyla ona yeniden hayat verdi, ancak 19. yüzyıl sonlarına doğru bu büyük adamın eşsiz yaratmalarını meydana çıkarmak amacıyla kurulan uluslararası nitelikteki Bach Derneği, 40 yıl boyunca bu yolda yaptığı araştırmalar sayesinde Bach gibi bir sanat büyüğünün kim olduğunu insanlığa anlattı. Bach’ı sevenler artık onun mezarını da meydana çıkarma zamanının gelmiş olduğu düşüncesinde birleştiler.

            Hayatının son yıllarını iki gözden tamamen mahrum olarak geçiren Bach’ın ölümünden birkaç saat önce gözleri birdenbire açılıvermişti. Ve çoluğunu çocuğunu bir kere daha dünya gözüyle görmek nimetine mazhar olan bu büyük sanatkâr, iyileştiğini sanarak sevinmişti. Ancak gözlerinin yeniden görmesinden bir iki saat sora gelen şiddetli bir buhran onu alıp götürdü.

            Geçen yüzyılın sonlarına kadar, Bach’ın Leipzig’deki Thomas kilisesinin kabristanına defnedilmiş olduğu biliniyordu. 1894 yılında yapılan esaslı bir araştırmada, sanatkârın Thomas kilisesinin güney kapısından itibaren 6 adım ileride hazırlanmış bir mezara defnedildiği saptandı. Oysa burası zamanla umumî bir park haline getirilmişti. Yine 1894 yılında, bugünkü Thomas kilisesinin yerinde bulunan eski kilisenin yerine yeni bir kilise yapılması kararlaştırılmıştı. Önceki binaya oranla daha geniş olması gereken bu yeni binanın temelleri kazılmaya başlandı. Sonunda 1894 yılı Ekim ayının 22nci günü evvelce Bach’ın gömüldüğü bilinen yerin bir heyet önünde açılması sırasında 3 mezar meydana çıktı. Bunların birinde genç bir kadının iskeleti bulunuyordu. İkinci mezardan kafası dağılmış bir iskelet çıktı. Üçüncü mezardaysa yaşlı, orta boylu, sağlam yapılı bir insanın iskeleti vardı. İşte bu sağlam iskeletin başında Bach’ın evvelce yapılmış olan yağlı boya portrelerindeki karakteristik hatlar hemen göze çarpıyordu. Bu iskeletin Bach’a ait olduğuna artık şüphe yoktu. Bundan emin olmak için aynı iskelete ait başın alçıdan bir kopyası meydana getirildi ve Leipzig’in tanınmış bir heykeltıraşı olan Heffner’in, yaşlı insanların kafalarına yüz hatlarının nasıl uymakta olduğunu uzun uzadıya araştırdıktan sonra elde bulunan alçıdan yapılma kafatasına göre yaptığı bir büst, yalnız Bach’ın bilinen iki portresine aynen benzemekle kalmamış, hattâ yüz ifadesi bakımından da bu iki portreye uyum sağlamıştı.

            Tanınmış Bach biyografı Albert Schweitzer’ın de dediği gibi, heykeltraş Heffner’in uzun araştırmalar sonunda meydana getirdiği Bach büstü, sanatkâra hayatının son yıllarında her gün bir dert, bir üzüntü vermiş olan Thomas mektebinin kapısına her ayak bastığı andaki ruh halini gösteren bir büst idi. Fakat her şeye rağmen insanlık ona karşı yapmakla mükellef olduğu görevi yerine getirdi, çünkü vaktiyle büyük sanatkâr Schumann’a nasip olamayan bu keşif, günün birinde adedi inanılamayacak kadar çoğalmış olan başka Bachseverlere nasip oldu. Şimdi Bach müziğinin öteki sanat büyükleri üzerindeki etkisini kısaca gözden geçirelim.

            Beethoven’i çok modern bulan şair Goethe, 21 Haziran 1827 tarihinde Bach sanatı hakkında yazdığı bir yazıyı şöyle bitiriyordu: “Gerçekten de bu fırsat bana Berka şehrinin kabiliyetli organistini hatırlatmıştı, çünkü ilk olarak o şehirde tam anlamıyla bir sükûnet içinde ve her türlü kafa dağınıklığından uzak olarak sizin büyük üstadınız J.S.Bach hakkında bir fikir edinebildim.”  Öte yandan Goethe gibi bir şair “Epinemide” adlı eserini yazarken sırf yaratma heyecanı elde etmek için arkadaşı organist Schütz’e Bach’ın sonatlarını çaldırır, o sırada kendini dış dünyadan uzak tutabilmek için yatağına yatıp yorganı alnına kadar çekermiş.

            Goethe’nin Mendelssohn yoluyla Bach sanatına ulaşırken söylediği şu sözler, yalnız o zamana kadar değil, hattâ zamanımıza kadar Bach hakkında söylenmiş olan sözlerin en güzeli olarak kalmıştır. Goethe, Bach müziğini dinlerken duyduğu şeyleri şu sözlerle anlatmak istemiştir: “Sanki ebedî âhenk, kâinat yaratılmadan biraz önce uluhiyetin kalbinde nasıl taşındığını kendi kendisine anlatıyordu. O âhenk benim içimde de öyle çarpıyordu ve sanki kulağımdan mahrum imişim, gözlerim az görüyormuş, diğer hislerimin hiç birisi yokmuş ve esasen böyle şeylerin hiçbiri bana lâzım değilmiş gibi bir his içimde hâkim oluyordu.”