Cevad Memduh ALTAR
Güzel Sanatlar Akademisi’nin Mimarlık Bölümü Şefi Prof. Bruno Taut’ı, daha çok 1937-1938 yıllarında yakından tanımıştım. Taut, çok sık olmasa da arada bir Ankara’ya Millî Eğitim Bakanlığı’na gelirdi; başta Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi inşaatı olmak üzere, Bakanlığa ait öteki inşaat alanlarıyla ilgili çalışmalar yapardı. Taut, sakin mizaçlı bir insandı; az konuşur, çok dinlerdi.
Ben o tarihlerde Millî Eğitim Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanı rahmetli Cevat Dursunoğlu’nun yanında, güzel sanatlarla ilgili bir şubenin müdürü olarak çalışırdım; Dursunoğlu’na Büyük Cevat, bana da Küçük Cevat derlerdi. O tarihlerde bakanlık teşkilatı içinde ilk olarak kurulacak bir Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nün örgütlenmesi işleriyle ben uğraşırdım. Henüz kurulmak üzere olan Ankara Devlet Konservatuvarı’nın bütün işleri benden geçerdi. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi ile Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın reorganizasyon işleriyle de ben görevlendirilmiştim.
Prof. Bruno Taut, Güzel Sanatlar Akademisi’nin Mimarlık Bölümü’nün başına nasıl getirilmişti? Kaldı ki yalnız Akademi’nin meslek bölümlerinin başına değil, Ankara Devlet Konservatuvarı ile Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na da yabancı uzmanlar getirilmesi üstünde önemle duruluyordu; bu konu ile Atatürk çok yakından ilgileniyor ve elde edilen sonuçlar üstünde kendilerine sık sık bilgi sunuluyordu. Dış ülkelerdeki öğrenci müfettişlerimiz, belirli nitelikteki uzmanları arayıp bulma çabası içindeydiler. Nitekim Akademi’nin Resim Bölümü ile Süsleme Sanatları Bölümü’nün başına, Fransa’dan Leopold Levy ile Marie Louis Sue adlı, zamanın tanınmış iki uzmanı getirildi. Sue, Fransa’nın en büyük transatlantiği olan Normandie gemisinin iç mimarisi ile dekorasyonunun yapılmasını başarıyla gerçekleştirmiş bir sanat büyüğü olarak tanınıyordu. Mimarlık Şubesi’nin başına getirilecek uzman ise bir türlü bulunamıyordu.
Yapılan uzun araştırmalardan sonra, Mimarlık Bölümü’nün başına, Almanya’nın en başta gelen mimarlarından biri olan Hans Poelzig’in (1869-1936) getirilmesi kesinleşmiş ve bu konuda Berlin’de yapılan çalışmalar olumlu sonuç vermişti. O tarihlerde 66 yaşında olan Poelzig, 1935 yılının Nisan ayında, ünlü kompozitör Paul Hindemith ile birlikte ve aynı trenle Ankara’ya geldi. Paul Hindemith, kurulmak üzere olan Ankara Devlet Konservatuvarı’nı organize etmek üzere Ankara’ya gelmişti. Her ikisini de eski Ankara garında bakanlık adına karşıladım; ama yataklıdan birbirlerini çok iyi tanıdıkları izlenimini veren üç yabancı inmişti: üçüncü yabancı, Ankara Devlet Mahallesi ile Merkez Bankası binalarının mimarı olan Clemenz Holzmeister idi; o sıralarda henüz inşa halinde olan Büyük Millet Meclisi binasını da Holzmeister yapıyordu.
Yolcuların üçü de neşeliydi. Bizim iki uzman ile tanıştım; Prof. Poelzig de beni Holzmeister ile tanıştırdı. Poelzig’i görür görmez, Birinci Dünya Savaşının bu ünlü mimarla ilgili bir anısı hayalimde canlanıverdi. 1915 ya da 1917 yılında İstanbul’da inşasına karar verilen Türk-Alman Dostluk Yurdu binasının projesi, Alman hükümetince Poelzig’e hazırlattırılmış ve Poelzig, temel atma töreninde bulunmak üzere İstanbul’a gelmişti. Bina, Çemberlitaş’ta Sultan Mahmut Türbesi’nin karşısındaki yokuşun başında bulunan Şehremaneti [Belediye] binasının önünde yer alan boş ve büyük arsada inşa edilecekti, biz de bu arsaya komşuyduk. Günlerden bir gün aynı arsa üstündeki bir çukuru çeviren kalabalığın arasına ben de katıldım, en öne kadar sokuldum; nutuklar dinledim ve töreni merakla izledim. Bu iş için İstanbul’a gelmiş olduğuna göre herhalde Poelzig de oradaydı; ben o tarihlerde 13-14 yaşlarındaydım.
Poelzig ile Hindemith’i Ankara Palas Oteli’ne yerleştirdim; Holzmeister de ayrılıp gitti. Poelzig, daha Ankara’ya ayak bastığının ilk günü, oturup dinlenmeden, Merkez Bankası binasını kendisine gösterip gezdirmemi benden rica etti. Her halde trende Holzmeister ile bina üstünde hayli görüşmüş olacaklardı. Merkez Bankası binasının inşası o günlerde tamamlanmış, hattâ banka faaliyete de geçmişti. Poelzig’i istediği yere götürdüm. Binanın içini dışını dikkatle gezdi; memurların çalışmalarını da uzun uzun izledi ve sonra, “Her halde bu memurlar, memleketinizdeki azınlıklardan olacaklar. Siz Türkler egemen bir ulusun çocuklarısınız, bilmem bankacılık yapar mısınız?” dedi. Ben, bu ünlü mimarla bu konuda nasıl konuşulması gerekiyorsa öyle konuştum ve memurların hepsinin Türk asıllı olduklarını söyledim ve onu ikna ettim!
Aynı gün öğleden sonra her iki uzmanı da bakanlığa götürdüm. Gerek bakanımız rahmetli Saffet Arıkan, gerek Teftiş Kurulu Başkanı rahmetli Cevat Dursunoğlu ile lüzumlu görüşmeler yapıldı, çalışma sorunları üzerinde anlaşmaya varıldı. Poelzig iki gün içinde temaslarını bitirip, Büyükelçi rahmetli Hamdi Arpağ ile sözleşme imzalamak üzere Berlin’e döndü; ve işte o zaman bizleri çok üzen bir hadise oldu: Poelzig Berlin’de ansızın vefat etti.
Bu beklenmedik olayın üzerinden henüz birkaç gün geçmişti ki, Akademi Mimarlık Bölümü’nün başına yeniden bir uzman bulabilmenin telaşına düştük; yazışmalar çizişmeler yeniden başladı. O tarihlerde (1936) Berlin’de düzenlenecek olan Olimpiyat Oyunları’yla ilgili bir konuyu görüşmek üzere Berlin’e gönderilmiştim ve bu vesileyle de Berlin’de zamanın ünlü mimarlarından Bräuhaus de Groot ile Akademi’nin Mimarlık Bölümü Başkanlığı için görüşecektim; bu görüşmeyi, öğrenci müfettişimiz rahmetli Reşat Şemsettin Sirer ile birlikte yapacaktık.
Ankara’nın Ulus Meydanı’ndaki Sümerbank Genel Müdürlüğü binasının mimarı olan Bräuhaus de Groot’u Grünewald semtindeki villasında ziyaret ettik; kendisine durumu anlattık; Mimarlık Bölümü şefliğini bakanlık adına teklif ettik. Bräuhaus de Groot bu teklif memnun oldu, teşekkür etti ve kesin cevabı birkaç gün sonra verebileceğini söyledi. İki gün sonra da teklifimizi üzülerek reddetmek zorunda olduğunu bildirdi; büyük bir inşaat kurumunun sahibi olarak, kurumu kapatmasının ve dolayısıyla birçok mimar ve memurun bu yüzden açıkta kalmalarının mümkün olamayacağı üstünde bize uzun açıklamalarda bulundu.
Ankara’ya döndüm, durumu bakanlığa arz ettim; esasen öğrenci müfettişimiz de sonucu yazıyla bakanlığa bildirmişti. Yeniden uzman aramanın telaşına düşüldü; bir süre sonra da yapılan araştırmaların sonu alındı: söz konusu görevi üstlenmek isteyen birkaç yabancı uzmanın en başında Prof. Bruno Taut geliyordu. Onun ilginç öyküsü de şöyle gelişti: Bruno Taut, o sıralarda Japonya’da Tokyo’da çalışıyordu. Kendisiyle yazılı anlaşmaya varıldıktan sonra Türkiye’ye gelerek Akademi’nin Mimarlık bölüm şefliği görevini üzerine aldı ve yanılmıyorsam 1938 yılı sonlarına ya da 1939 yılı başlarına kadar Akademi’de çalıştı; ayrıca Millî Eğitim Bakanlığı’nın İnşaat Bürosu ile ilgili işleri de yürüttü; Ankara’daki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin inşaat projesini yaptı ve inşaata nezaret etti.
Prof. Bruno Taut ile olan en önemli anım, Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ebediyete intikali dolayısıyla, Ankara’daki cenaze töreni için yapılacak katafalkın hazırlanmasıyla ilgili çalışmalardır. Hükümet, bu için yapılmasıyla Prof. Taut’ı, yani onun yönetimi altındaki Bakanlık İnşaat Bürosu’nu görevlendirmişti. Ben de bakanlık adına Taut’a yardım etmekle görevlendirilmiştim. Katafalkın kurulacağı yer, eski Büyük Millet Meclisi binasının ana cadde üstündeki duvarının Sayıştay’a yakın olan kısmının önüydü.
Ankara’da sonradan yıkılan Belvü Palas otelinin birinci katındaki üç büyük odada -aralarındaki kapıları açarak ve uzunca masalar koydurarak- Taut’a geçici bir atölye kurduk ve hazırlanacak katafalk projesini gerçekleştirme işi de Salahaddin Refik mobilya ve mefruşat firmasına alelacele ihale edildi. Prof. Taut, cenaze töreninden üç gün önce, çalışma arkadaşlarıyla birlikte Ankara’ya gelip işe el koydu. Tasavvur ettiği projeyi, büyük, gri renkli dikdörtgen kartonlar üzerine, füme ve renkli pastel boyalarla bizzat kendisi işledi ve projenin uygulanmasına hemen geçildi; bütün gece çalışıldı. Ertesi gün, Ata’nın aziz naşını taşıyacak olan tabut katafalktaki yerine konacaktı. Tabutun konacağı yerin üstü, arkası ve yanları, yukarıdan aşağı pliler halinde inen ipekli kumaşla çevrilecek, böylece klasik ve ağırbaşlı bir “baldaquin” [tavanlık] meydana gelmiş olacaktı. İnşası bu suretle tamamlanan “baldaquin”, ipekli kumaşın iç cidarlarına aplike edilen defne buketçikleri ve katafalkın dışında ve her iki yanında alev saçan yüksekçe meşalelerle çok asil ve ihtişamlı bir görünüm arz ediyordu. İşte Ata’mızın aziz naaşları, tam zamanında böylesine muhteşem bir katafalktaki yerine kondu; ve resmî kuruluşlarla birlikte Ankara halkı, çoluk çocuk, genç ihtiyar, katafalkın önünden yaşlı gözlerle saatlerce aktı durdu.
Prof. Taut, cenaze töreninden bir gün sonra, kendi eliyle işlediği katafalk projesini tüm detaylarıyla içeren 10 kadar karton levhayı, imza ve tarih atarak bana armağan etti; ben de bu acı hatıranın tek belgeleri olmanın niteliğini taşıyan kartonları, birkaç yıl kitaplığımda sakladıktan sonra, Millî Kütüphane arşivine teslim ettim; o tarihte Millî Kütüphane’nin başında rahmetli arkadaşımız Adnan Ötüken bulunuyordu.
Prof. Taut, Ata’mızın aziz naaşı Etnoğrafya Müzesi’ndeki geçici kabre konduktan sonra, birkaç gün daha Ankara’da kaldı ve inşaatı çok ağır ilerlemekte olan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin işleriyle meşgul oldu. Ödenek darlığı inşaatı geciktiriyor, hele projenin tamamının -parasızlık yüzünden- aynen tatbik edilememesi ve binanın tren yoluna paralel kısmının inşasından vazgeçilerek tasarrufa gidilmiş olması, onu çok, hem pek çok üzüyordu ve yapacak hiçbir şey yoktu. Taut ile birlikte fakülte inşaat sahasına gitmek üzere anlaştık ve tespit edilen gün ve saatte orada buluştuk. Binanın ön cephesinin sol tarafındaki beton direklerin biraz olsun yükselmiş olduğunu gören Taut’ın yüzünde ansızın bir sevinç emaresi belirdi ve bana doğru eğilerek: “Hele şükür, merkebin kuyruğunu olsun görebilmek bana nasip oldu!” dedi. Taut’ın bu sevincini hâlâ unutamıyorum; ve söylediği şey de hemen herkesin bildiği bir Alman halk deyiminden başka bir şey değildi.
Prof. Taut henüz Ankara’da olduğuna göre, Atatürk için yapılacak Anıt Kabrin yerinin de kendisince tespit edilmesine hükümetçe karar verilmiş ve bu husus ile ilgilenmesi rica edilmişti. Taut bu çok önemli işe de dört elle sarıldı ve asistanlarıyla birlikte elverişli bir yerin aranmasına başlandı; ben de kendisine refakate memur edildim. Ankara’nın yakın çevresindeki tepeler üstünde araştırmalara başladık. Taut, her işinde olduğu gibi bu işte de arayışlarını sessiz sedasız sürdürüyor, kendince elverişli gördüğü bir yeri incelerken uzun uzun düşünüyordu. Ben ise, Taut’ın arada bir konuşmasını, düşünce ve kanısını bize de aktarmasını sabırsızlıkla bekliyordum. Ama nafile yere beklediğimi anlamakta gecikmedim ve onun bu sessiz haline ben de alıştım. Birkaç gün sonra Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı köşkünün bahçesine de gittik. Tabii bahçede bugünkü Cumhurbaşkanlığı köşkü yoktu ve eski bir Ankara bağ evinin değiştirilmesi suretiyle meydana gelmiş bir köşk vardı. Yaverlerin dairesi ise ayrı bir binadaydı. Prof. Taut, köşk ile yaverler dairesinin arasındaki ulu çınarların olduğu yerde durdu; derin bir düşünceye daldı , sonra da ansızın bana dönerek ve eliyle ulu çınarların altını göstererek, “İşte Atatürk’e anıt kabir olacak yer burası!” dedi. O anda ben de Taut’ın görüşüne katılmaktan kendimi alamadım. Ulu Önder Ata’yı ve O’nun ulu hatırasını, bu yemyeşil bahçede, birbirlerini kucaklarcasına göğe baş veren bu ulu çınarların oluşturacağı izlenim, ne büyük bir ihtişamla simgeleyecekti. Taut, o her zamanki sessizliğiyle çınarların önünde uzun uzun durdu ve onları seyre daldı.
Birkaç gün sonra Ankara Valisi rahmetli Nevzat Bey, Prof. Taut’ı makamına davet etti; rahmetli Cevat Dursunoğlu ve ben Taut ile birlikte Valiye gittik. Vali, Taut’a, Atatürk katafalkının meydana getirilmesinde harcamış olduğu üstün çaba ve özveriden ötürü teşekkürlerini bildirdi ve masasının gözünden çıkardığı bir zarfı, kabul etmesi ricasıyla ona uzattı. Taut, içinde ne olduğunu pek fark edemediği zarfa tereddütle uzandı, zarfı eline aldı ve açıp da içinde para olduğunu görünce, zarfı hemen kapayıp teşekkürlerle Valinin önüne koydu ve iyi anlaşılmasını dileyen bir ifadeyle şöyle dedi: “Bunu almam imkânsız. Atatürk gibi bir kahramana, bir devlet büyüğüne yapılacak katafalkla sadece benim görevlendirilmiş olmam bile, bana verilen en büyük ödüldür!” Prof. Taut’ın bizleri yürekten duygulandıran bu asil davranışının hayranlığı içinde, Valiye veda ederek Bakanlığa göndük. O tarihten bu yana, bu olağanüstü anı, hayalimde tazeliğini hiç kaybetmeden sürüp gider!
Ata, sonsuzluğa göçtükten bir süre sonra Prof. Taut’ı kaybettik ve çok üzüldük. Vasiyeti gereği Edirnekapı Şehitliği’ne gömülmüş olduğunu duyduğum zaman, onun Türkiye’ye tüm gücüyle hizmet edebilme isteğini besleyen idealin gerçek yönünü ve Vali Nevzat Tandoğan’ın vermek istediği “honoraire”i reddetmekteki üslubun inceliğini daha iyi anladım!
Güzel Sanatlar Akademisi’nin Mimarlık Bölümü ile ilgili anılarımı yazıp vermemi benden isteyen değerli arkadaşlarıma, unutulmaz hatıralarımı tazelemeye imkân verdikleri için can teşekkür ederim.