Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

PANEL

Prof. Özer SEZGİN'in konuşması:


          Efendim, çok teşekkürler.

          Sizin bıraktığınız bir noktadan da ben devam edeyim müsaade ederseniz. İstanbul Festivali’nin bu sene 34. yılı düzenleniyor ve ben de bu festivalleri TRT’de 1987’den bu yana “Festivallerden” programlarıyla festival etkinliklerini çekip yayınlıyorum. Bu arada büyük sanat şöleninin kurucusu Nejat Eczacıbaşı’nın “İzlenimler ve Umutlar” kitabında festivalin tasarlandığı 1969’lu yıllarda kendisine unutulmaz destek veren iki kişiden söz ediyor: Salzburg’daki ünlü Mozarteum’un kurucusu Prof. Baumgartner ve Cevad Memduh Altar. Eczacıbaşı “Özellikle Altar’ın bu projeyi ilk duyduğunda gösterdiği heyecanı, Vakıf statüsünü titizlikle hazırlayışını ve maalesef devlet bürokrasinin festivale attığı çelmeleri hiç unutamıyorum” diyor ve şöyle devam ediyor: “Altar’ın İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’na ait kuruluş belgesini hazırlaması belirli bir süreyi aldı. Statünün düzenine çok önem veriyor, ömrü boyunca geçirdiği deneyimlerin ışığında devlet bürokrasisinin getirebileceği sıkıntıları statü maddeleri aracılığıyla önlemeye çalışıyordu. Onun bu aşırı duyarlılığını önceleri  yadırgamıştım. Ne var ki zaman geçtikçe karşılaştığımız sorunlar üstadın bu tutumunda ne kadar haklı olduğunu ortaya koyacaktı. Söz gelimi Kültür Bakanlığı’ndan bir yetkili, festival programlarını eleştirirken, çoksesli müziği kastederek ‘şu gâvur musikisine ne gerek var?’ demekteydi. Daha doğrusu festival çerçevesinde Topkapı Sarayı ve Aya İrini’de yapılacak etkinlikleri tüm dünyaya ilan etmemizin ardından Topkapı Sarayı’nın tabanı ve duvarı taş olan avlusunda yangın çıkabileceği veya Aya İrini’deki kubbenin müziğin titreşimlerinden yıkılabileceği gibi söylentiler yayan bürokratlarla uğraşmak gerekmişti”.

          Evet, o günden bugüne çok zaman geçti ve biz bu festivalleri, biraz evvel de söylediğim gibi, TRT’de yayınlıyorduk. Ancak dün yola çıkmadan önce bu seneki festival programını tekrar çekip yayınlamak için TRT’den naklen yayın arabası ve bütçe isteniyor tabii, efendim çok fazla Mozart varmış, onun için ne gerek varmış. Ve 1987den beri yapılan çekimlere bu sene son verildi. Halbuki biz geçen sene, önceki bazı senelerde de, ücret vermeden çekim yapıyorduk. Şimdi hatırlayacaktır sayın Cihat Aşkın, kendisine telefon ederek “Senin programını çekebilir miyiz?”, derdik, “Hay hay, çekin” derdi ve hiçbir ücret vermeden çekerdik. Bugün de 10 tane program var ki hiçbir ücret vermeden bunları çekebilecektik, ama maalesef dün saat 11’de arabaya binmeden önce öğrendim. Zaten gece yarısı bunları yayınlıyorlardı, saat 1’den 2’ye kadar, çünkü TRT’de diyorlar ki “Efendim, çoksesli müziğe ne kadar? 1 saat”! 24 saatte 1 saat! “E, verdik işte, gece saat 1’den 2’ye kadar, normal bir saati doldurduk”.

          Efendim, bir gün, şimdi bir anımı hatırladım, rahmetli Hikmet Şimşek’in evindeyiz bir konserden sonra. Adnan Saygun hoca, zamanın Kültür Bakanı’na -o zaman TRT tek tüfekti- dedi ki, “Sayın bakan, nedir bu TRT’nin hali?” “E hocam, halk istiyor” dedi. Adnan bey de “Sayın bakanım” dedi, “sabah akşam zam yapıyorsunuz, bunu da mı halk istiyor?” dedi. Adnan beyin vermiş olduğu cevap buydu.

          Maalesef bir şey daha var: buraya bir de istatistik çıkarmıştım bu festivallerle ilgili. 1973 yılında başladığı zaman 40 ayrı topluluk 79 gösteri yapıyor ve 17 ayrı mekânda; 1974 yılında 44 ayrı topluluk 104 gösteri yapıyor; 10 yıl sonra 1983’te 65 topluluk 100 gösteri yapıyor, 6 ayrı mekânda; 1984’te 68 topluluk 115 gösteri yapıyor, 19 ayrı mekânda; 1993 yılında 64 topluluk 113 gösteri yapıyor, 14 ayrı mekânda; 1994 yılında 42 topluluk 46 gösteri yapıyor, 4 mekânda; 2003 yılında 26 topluluk 31 gösteri yapıyor, 15 mekânda; 2006 yılında 22 topluluk 25 konser yapıyor, 5 mekânda.

          Efendim, tabii bugün sizler ailesi olarak ve öğrencileri olarak Cevad hocayı çok güzel anlattınız, tanıttınız. Benim kendi yakınlığım konservatuar yıllarımdan. Onlar bir ilah gibiydi, biz öyle kolay kolay yaklaşamazdık, ancak bir yaramazlık yaparsak disiplin kurulunda falan karşılaşırdık. Çok şükür oraya düşmedim. Ama daha sonra Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda müdürlüğüm sırasında beraber olduk. Orada da öğrencileri Server Acim ve Hasan Uçarsu bazen gelmezlerdi, geç kalırlardı, biz orada hocayla ders yapardık uzun saatler ve kendisinden çok yararlandım. Tabii biz bugünlere onların sayesinde geldik, çünkü büyük önder Atatürk’ün yanında görev aldılar, onlarla beraber yetiştiler.

          Efendim, bugün de 15 Haziranda Türkiye’nin çoksesli müzikle tanışmasının 180’inci yılı. Tarihî kayıtlara ve belgelere göre, ilk opera seyreden padişah III. Selim olmakla beraber II. Mahmut’un 15 Haziran 1826 Perşembe günü Yeniçeri Ocağı’na karşı harekete geçip iki gün sonraki Cumartesi ilga fermanını yayınlaması, aynı gün yeni ordunun piyade ve süvari birliklerinin kurulması, ayrıca Enderun ve Dar-üs-Saadet ağalarından seçilerek yetenekli gençlerden bir boru takımı oluşturulması, süvari boruzeni Vaybenim Ahmet Ağa’yla trampeteci Ahmet Usta’nın bunları eğitmelerinin kararlaştırılmasından sonra tam 180 yıl geçti. Bir de sayın hocamızın yetiştiği dönemlere bakacak olursak, bir de onu bugünlerle karşılaştıracak olursak, Cumhuriyet’in başında 70.000 vakıf eğitimle ilgileniyordu, yalnız İstanbul’da 16 tarikat ve 438 tekke vardı. Toplum şeyhlik, ağalık, çelebilik, büyücülük gibi çeşitli adlar altında ve belli kisveler içinde halkın sırtından geçinen kişilerin baskısı altındaydı. Okullar birbirine kapalı dikey kuruluşlar halinde 3 ayrı kanalda yapılanmıştı. Birincisi ve en yaygın olan, Kuran eğitimine, Arapçaya ve ezberciliğe dayalı okullar, mahalle mektepleri ve medreseler. İkincisi yenilikçi Tanzimat okulları, idadiler ve sultaniler. Üçüncüsü yabancı dilde öğretim yapan okullar, kolejler ve azınlık okulları. Bu 3 kanal 3 ayrı görüşün, 3 ayrı yaşam biçiminin, hattâ 3 ayrı çağın insanını yetiştirebiliyordu. Kitapçıları da ayrıydı: birincinin kitapları Beyazıt’ta, ikincinin (idadilerin ve sultanilerin) kitapları Cağaloğlu’nda, yabancı kolejlerin ve azınlık okullarının kitapları da Beyoğlu’nda satılıyordu. Bugün de aynen böyle devam ediyor.

          Efendim, biraz da müzik eğitiminden ve ülkemizin sorunlarından bahsederek, onlar bizi buraya kadar getirdiler, bizim ne yapmamız lazım? diye ben düşünüyorum. Ve burada bir iki noktaya da parmak basmak istiyorum. Bundan önce de size -ve Türkiye’de belki ilk defa sizler dinleyeceksiniz- Türkiye’nin doğusundan ve batısından ve tarihin derinliklerinden 3 tane şarkı dinletmek istiyorum.  Efendim, her çağın kendine özgü bir mimarisi, heykeli, resmi ve müziği vardır. Zaman içinde Anadolu’nun doğusunda ve batısında kullanılan müzikler tespit edilmiştir. Üretilen yapıtların kalıcı olabilmesi, yani notaya alınması ve bu dizilerdeki seslerin ifadesi ilk olarak M.S. 480 ve 525 yılları arasında Romalı filozof Boytius tarafından yapılmıştır. Yunanistan Kültür Bakanlığı yayınlarından “Musique de la mer” adlı kitap ekinde Atina’da 1982 yılında kaydedilen, Peleponese et Etnographie vakfının arşivinden elde edilen  popüler bir şarkıyı dinliyoruz. M.S. I. yüzyılda. Bu hemen hemen Aristo’nun de Assos’ta okul açtığı dönemlere geliyor, çünkü Assos bölgesinden. Şimdi onu dinliyoruz. 20 saniyelik bir şarkıdır bu. Tarihte ilk notayla tespit edilen müziktir. Birinci yüzyılda. [.....] Efendim, şimdi de size Anadolu’nun doğusundan -bunu sizler ilk defa dinleyeceksiniz Türkiye’de-, Sümerlerin M.Ö. 2046 yıllarında Ugarit bölgesinde söylenen iki şarkıyı dinletmek istiyorum. Biri erkek, biri kadın tarafından. California ve Berkley Üniversitesi profesörlerinden Ann Drakkorn Kilmer’in araştırmasından elde edilen çivi yazısıyla yazılmış 6 tabletin çözümlenerek ve o döneme ait üretilen, liri andıran bir enstrüman eşliğinde dinleyelim. [.....] Evet, şimdi de hemen Hatay’ın altında Ugarit bölgesinden bir aşk şarkısı dinleyeceğiz. [.....]

          Evet, efendim görülüyor ki ülkemizde tekseslilik 4000 yıldır devam ediyor, hâlâ da var. Çokseslilik ise Avrupa kıtasının müziği. Biz de Amerika gibi Avrupa’dan aldık. Büyük önder Atatürk ile başlayan akademik müzik eğitimi o dönemde kurulan ve uzun yıllar aynı sayıda kalan kurumlarla yürütülmekte, nüfus artışına karşın bu kurumlarda artış daima çok gerilerde kalmaktadır. Gelişmiş ülkelerde ise bu oran ters orantılı bir şekilde gelişerek bizim için bugün ulaşılması çok zor rakamlara varmıştır. Bu ülkelerde öğrenciler okul öncesi ilköğretim ve orta öğretimden sonra da üniversitelerde normal eğitimlerini sürdürürken aynı zamanda müzik eğitimi yaparak kültürün bir parçası olan bu dalda da şarkı söyleme, çalgı çalma, birlikte müzik yapma ihtiyaçlarını gidermekte ve müziğin kendilerine vermekte olduğu duygulardan zevk almaktadırlar.

          Müzik okulları, okul öncesi çocuklardan üniversite gençliğine kadar ve yetişkinlere amatörce müzik yapma olanaklarının sağlandığı müzik eğitim kurumlarıdır. Ayrıca profesyonel müzikçilerin de hazırlık dönemidir. Örneğin ilk öğretimden ve orta öğretimden bu okullara gelen yeteneği ve müziğe profesyonelce hevesi olanların hemen konservatuarlara geçebilmeleridir. Özetle ifade edecek olursak müzik okulları, okul öncesi hobi, profesyonelliğe geçiş, amatörlerin saptanması ve müzikten anlayan, müziği seven ve dinlemesini bilen kimselerin yetişmesini sağlayan bir eğitim yuvasıdır. Bizim ülkemizde müzik okulları neden olmasın? 1987 yılında rahmetli Millî Eğitim Bakanı Avni Akyol’la Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri’ni kurduk. Bugün 55 ilde Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri var.

          Her toplantıda dile getiriyorum ve bazı arkadaşlar şahittir, beni hep böyle bir öneriyle dinliyorlar. Amacımız müzik okulları kurmak olmalıdır, çünkü müzik öğretmenleri de büyük bir ihtiyaç, hâlâ kadroları tamam değil Millî Eğitim’de. Ayrıca konservatuarlarda da ilk Cumhuriyet kurulduğu yıllarda halkın müzik eğitimine katkıda bulunmuşlar, yönlendirmeler yapmışlar, ama aslında bugün üniversiteye bağlandıktan sonra müzik ve sahne sanatları alanında sanatçı yetiştiren yüksek öğretim kurumlarıdır. Onun için müziğin halka yayılması lâzım, çünkü müzik bir dil, bir sanat ve bir bilim. Zaten bilimsiz bir sanat olmaz. Büyük önder Atatürk’ün biz müzisyenlere getirdiği en büyük şeylerden bir tanesi de dil devrimiyle olmuştur, çünkü o zamana kadar soldan sağa giden portenin altına sağdan sola eski Türkçe sözler yazılıyordu. Cumhuriyetle ve dil devrimiyle bu ikisi aynı paralelde yürümüştür. Portenin altına Türkçe sözlerle yazabilmek. Belki de İstiklal Marşı’ndaki prozodide “-lar” diye başlayan, bitmesi gereken müzik cümlesi “-lar” diye başlıyor (-larda yüzen alsancak...), öyle tahmin ediyorum ki çok zorlandı besteci Üngör. Onun için sizlerden de ricam bunu her yerde dile getirmek ve müzik okulları kurulmasına öncülük etmek.

          Biraz evvel, sabahleyin Server beyin söylediği 1985’te yaptığımız müzik okulları etkinliğine katıldığımız zaman Almanya Cumhurbaşkanı şunu söylemişti, benden şunu rica etti, dedi ki: “Siz T harfisiniz, çok aşağıdasınız, Grihenland yukarıda [Yunanistan]” (çünkü Münih Stadhalle’de sağda bir sahne, solda bir sahne kurdular, bir ekip çalarken öbürü hazırlanıyor, o çalarken bu hazırlanıyor) ve “ben iki grubun arasında konuşmak istiyorum” dedi “ve politik sorunları olan komşu iki ülkenin çocukları şu anda karşılıklı müzik yapıyorlar, çünkü dilbilimcileri uzun zamandan beri ortak bir dil arıyorlar ama biz onu çoktan bulduk: o dilin adı ‘müzik’tir” dedi, çünkü müzik biraz evvel bir dildir demiştim, dil olmasının en büyük özelliği de kulağın aldığı ve kulağın verdiği bir olay. Dilde de öyle, çocuğa “anne” dedirtiyoruz, “baba” dedirtiyoruz, ya da İngilizcede “today” dedirtiyoruz, ya da Almancada “guten tag” dedirtiyoruz. Kulak alıyor, kulak veriyor. Müzikte de “do” diyoruz “do” diyor, “la” diyoruz “la” diyor. Bu nedenle çok küçük yaşta başlaması gerekiyor ve yayılması da gerekiyor, ama bugün ülkede bu tür okullar yerine ne tür okullar açılıyor, onu siz daha iyi biliyorsunuz. Ve sayın bakan çıkıyor, diyor ki: “Atatürk Kültür Merkezi’ni yıkacağım” diyor. Orada yıkılmak istenen şey acaba içindeki kurumlar mı diye insan soruyor, çünkü ben Atatürk’ün insan yetiştirme projesinin ürünüyüm, 9 sene devlet beni ayakkabımdan paltoma, kemanımdan kemanımın teline kadar vererek okuttu, bu mücadeleyi yapmak mecburiyetinde hissediyorum kendimi. Onun için sizlere de bu müzik okulları kuruluşunda -ki sağ olsalardı büyüklerimiz, babanız Cevad bey de- buna öncülük ederlerdi diye düşünüyorum.

          Efendim, sözlerimi böyle kapatıyorum.