Teşekkür ediyorum. Önce herkesi selamlıyorum, herkese geldiği için de çok teşekkür etmek istiyorum.
Anlatacak çok şey var tabii, o kadar çok şey var ki, yani benim kişisel olarak 50 yılda tanık olduğum olaylar. Cevad Memduh Altar’ın tabii pek çok kişiliği var: yazar olarak, müzikolog olarak, araştırmacı olarak. Ama ben onun özel hayatından biraz bahsetmek istiyorum ki herhalde en tanınmayan yönü ve belki de birçok kişinin hani merak ettiği şeyler olur diye.
Anlatacak çok şey var, aldığım notlar bile 4 sayfa tuttu, ama ben artık aralarından seçerek anlatmaya çalışacağım. Bir kere ailesinden bahsetmek istiyorum ben. Bilindiği gibi 1902’de İstanbul’da doğuyor Cevad Memduh. Babası İsmail Memduh bey hariciye memuru. Onun babası, yani büyükbabası Osman Nuri Efendi çok önemli mevkilerde bulunmuş, Osmanlı döneminde hâkim, -kadı yani-, şeriyye mahkemeleri kadısı ve çok önemli, hattâ en önemli diyebileceğim Mekke kadılığında bulunmuş, daha sonra İngiliz yönetimi döneminde -bizzat İngiliz Vali’nin Osmanlı yönetimine ricasıyla- iki dönem Kıbrıs kadılığında bulunmuş bir insan büyükbaba. (Büyükbabasının Kıbrıs’taki görev dönemiyle ilgili küçük bir anekdot anlatayım: Osman Nuri Efendi’nin eşi Kıbrıs’ta vefat ediyor. Uzun yıllar sonra Cumhurbaşkanı Fazıl Küçük döneminde Cevad Memduh görevli olarak Kıbrıs’a gittiğinde büyükannesinin kabrini ziyaret etmek istiyor, eski kabristanın başka bir yere nakledildiğini ve kalan az sayıdaki mezardan birinin büyükannesininki olduğunu öğrenince gerekli muameleleri tamamlayıp kabri yeni yerine naklettiriyor.)
Cevad Memduh’un anne tarafından büyük büyükbabası yine hâkim, yine kadı. Böyle bir aile içinde doğuyor ve çocukluğu Osman Nuri Efendi’nin -o zamanın İstanbul’unda Türk ailelerin oturduğu en makbûl semt olan- Sultanahmet’teki büyük konağında geçiyor; işte o zaman Osmanlı yaşantısı, konak hayatı gereği evde halalar, teyzeler, kuzenler, öyle büyük, kalabalık bir ailenin içinde geçiyor hayat.
Tabii dönem çok ilginç bir dönem. 20. yüzyılın başında Sultanahmet gibi bir mahallede oturdukları için çok önemli iki olaya tanık oluyor babam. 6-7 yaşlarında bir çocuk olarak hafızasından hiç silinmeyen iki olay var. Bunlardan biri 1908 II. Meşrutiyet’in ilanıyla Sultanahmet’te yapılan mitingleri hatırlıyor ve o zaman ona da bir hürriyet şiiri öğretmişler. Bir iskemlenin üstüne çıkarıyorlar, 6 yaşında falan, elini kolunu da sallayacaksın diye, bunu çok anlatırdı, böyle hamasi bir ifadeyle, “Ey vatan, ey hürriyet!” falan diye bir şiiri son zamanlarına kadar onun son dörtlüğünü hatırlardı ve gülerek anlatırdı. Bir bu Meşrutiyet’in ilanına tanık olması, bir de onun arkasından gelen 1909 31 Mart Vakası’ndan sonra yine babasının elinden tutmuş olarak 6-7 yaşında bir çocuk Sultanahmet’ten geçerken sıra sıra asılmış insanları görüyor. O da hafızasında hiçbir zaman unutamadığı bir olay. Bunları her zaman anlatırdı. Sonra bu çocukluk anılarında, 1910 Sultanahmet yangını, Ayasofya yangınıyla o konak da yanıyor, kül oluyor. Bir gün babası gidiyor, okuldan alıyor. “Artık büyükbabanın konağı yok” diyor, Binbirdirek’te başka bir akrabanın yanına götürüyor. Ondan sonra orada oturmaya başlıyorlar.
Biraz eğitim hayatından bahsetmek istersek, 1909’da Ayasofya’da Mekteb-i Edep diye bir okulda ilkokula başlıyor. Ayasofya Merkez Rüstiyesi’ne gidiyor sonra, 6 sınıflık bir okul burası. Alemdar Numune Mektebi’ne gidiyor; burada Fransızca okuyor. Ayrıca Fransızcanın yanında Arapça ve Farsça okuyorlar. Çok sağlam bir Arapça ve Farsça temeli vardı babamın, yani o dilleri bilmediği halde o temelden gelen bilgiyle hem çok güzel telaffuz ederdi, hem okuduğu eski metinleri falan oldukça iyi anlardı. Fakat sonra babası kendisi gibi hariciyeci olmasını istiyor ve Nişantaşı Sultanisi’ne yolluyor. “Orada da çok değerli hocalarımız vardı” diye kendisi anlatırdı. O zaman tabii o dönemin gereği Musevi ve Ermeni hocalar var, çok değerli hocalardan okuyor. Babası dışarıda Viyana’da Konsüler Akademi’ye göndermek istiyor, bunun için de Almanca öğrenmesini istiyor. Büyükada’da Monsieur Andre Egert diye bir hocadan da Almanca dersleri alıyor.
Bu arada güzel sanatlara ve müziğe ilgisi nasıl başlıyor?, çok ilginç, bunu anlatmak istiyorum. Bir kere her şeyden önce okula gidip gelirken Beyoğlu’ndan geçiyor o zaman, yani kendi anlattığına göre, diyor ki “Müzikten önce bende güzel sanatlar ve resim ilgisi başladı” diyor. O zaman Beyoğlu’nda kitapçılarda büyük ressamların, büyük Avrupalı ressamların resimlerinin kartpostalları satılırmış, böyle döner rulolar halinde. “Okuldan dönerken ben mutlaka o kitapçılara uğrardım, büyük bir hayranlıkla o kartpostalları seyrederdim ve eğer cebimde 3-5 kuruş param varsa mutlaka onları alırdım ve o kartpostalları biriktirirdim” diye anlatıyor.
Güzel Sanatlara olan ilgisi aşağı yukarı böyle başlıyor diyebiliriz, fakat müziğe olan ilgisine gelince, bir kere evde bir müzik ortamı her zaman var. Yine o dönemin gereği olarak annesi ut çalıyor, çok güzel şarkı söylüyor ve evde müzikli toplantılar yapılıyor o zaman, eski Türk musikisinin büyük bestecilerinin eserleri seslendiriliyor, fakat o arada babamda Batı müziğine karşı büyük bir ilgi beliriyor. Bir kere Binbirdirek’te oturdukları evin arkasından akşamları böyle hüzünlü bir flüt sesi geliyor. O kadar ilgisini çekiyor ki bu flüt sesi, büyük bir hayranlıkla onu dinliyor. “Çok sonradan bu müziğin Lully’nin Gavotte’u olduğunu öğrendim” demişti. O müzik onu âdeta mıknatıs gibi çekiyor kendine. Ayrıca yine mektepten dönerken, o zamanlar Tepebaşı’nda Petit Chant diye bir müzikli bahçe varmış. Dışarıdan orkestralar gelirmiş, Macar orkestraları, Romen orkestraları, çeşitli Avrupa orkestraları geliyor, hafif müzik yapıyor, Macar müziği yapıyor falan. Yaşı da küçük olduğu için o Petit Chant’a almazlarmış, gidip parmaklıkların arasından o müziğe kulak verirmiş. Yine bir müzik hayranlığı var orada. Bazı hafta sonları babası onu alıp Sarıyer’deki bir ahbabına götürürken, vapur Büyükdere iskelesine uğradığında, iskelenin terasındaki bir lokantada çalan Macar orkestrasının müziği de çok ilgisini çekermiş. O hevesle bir yerden bir ağız armonikası eline geçirmiş, oralardan öğrendiği Macar parçalarını, özellikle de o zamanlar sık sık çalınan Çardaş Fürstin operetinin şarkılarını kulaktan çıkartırmış. Okulda teneffüslerde arkadaşları ilgiyle çevresini sararlarmış “Hadi Cevad çalsana!” diye, oturup onlara çalarmış.
Sonra çok yakın bir aile dostları var, o zamanın çok önemli şahsiyetlerinden, Türkiye’nin ilk jinekologlarından Besim Ömer Paşa var, onun kız kardeşi ve onun kocası, yine Besim bey, bunların çocukları -3 oğulları- var, bir tanesi Ekrem (Tektaş) bey, Almanya’da tahsildeymiş ve keman öğreniyormuş. İşte bu Ekrem bey geliyor, yine müzikli toplantı yaparlarken Ekrem bey “Ben size keman çalayım” diyor ve ilk olarak geliyor, evlerinde keman çalıyor. Babam büsbütün müziğe bağlanıyor. O çaldığı eser de (biraz sonra dinleyeceğimiz) Bach’ın Aria’sı, l’Air de Bach. Babam hayran oluyor bu esere ve ondan sonra her boş zaman bulduğunda Ekrem beyin evine gidiyor, kemanını dinliyor. Sonra Ekrem bey diyor ki, “Hadi gel Cevad” diyor, “sen de bir keman al, ben sana ders vermeye başlayayım”. Gidiyor annesine yalvarıyor yakarıyor, -işte böyle 15-16 yaşlarında-, gidiyorlar Beyoğlu’ndan bir keman alıyorlar ve o Ekrem beyle keman dersine başlıyor.
O sırada lise de bitiyor, Ticaret Mektebi’ne gidiyor. Oraya niye gidiyor, onu da bilemiyorum; anneme de soruyorum, o da bilemiyor, çünkü babam ticaretle hiçbir alışverişi olmayan bir insan, paradan hiç anlamayan, tamamen müziğe yönelmiş bir insan. Keman öğrenmeye başladıktan sonra diyor ki, “Ben gideceğim, Almanya’da keman tahsili yapacağım, illaki beni yollayın Almanya’ya”. Aman işte nasıl olur?, yıl 1920, harp zamanı falan, ailenin durumu uygun değil, nihayet büyük fedakârlıklarla onu yolluyorlar. İlk olarak Viyana’ya gidiyor, fakat Viyana’dan pek memnun kalmıyor. Çok yaşlı bir kontesin evinde pansiyoner kalıyor, evde terör estiriyor kadın. Arkadaşlarının da hepsi Leipzig’de. “Sen de buraya gel” falan derken en sonunda, hattâ eve bile haber vermeden, birtakım organizasyonlar yapıp kapağı Leipzig’e atıyor, atış o atış. İşte orada 1927’ye kadar kalıyor, hem viyola tahsil ediyor, hem müzikoloji tahsil ediyor ve 1927’de Türkiye’ye dönüyor. (Almanya’daki öğrencilik yıllarıyla ilgili yine küçük bir anekdot anlatayım: zamanın Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati bey Almanya’yı ziyaret ederken, iyi Almanca bilen girgin bir öğrenci olarak Cevad Memduh onu ve yanındakileri gezdiriyor. Bir gün Güzel Sanatlar Akademisi’ne de gidip bir resim atölyesine giriyorlar. Öğrenciler nü bir erkek resmine çalışıyorlar, çıplak model de var. Onu görünce ziyaretçi hanımlar “Aaaa!!” diye çığlık atıp elleriyle gözlerini kapatıyorlar!)
Almanya’dan döndükten sonra kısa bir süre Akademi’de görev alıyor, bu dönemde Akademi’deki ünlü ressam hocalarla yakın ilişkileri oluyor. Ondan sonra Ankara’ya gidiyor. Musiki Muallim Mektebi’ne öğretmen olarak atanıyor (müdür Zeki Üngör bey). Dışarıda bir fotoğrafı vardır zaten, grup halinde çekilmiş. Musiki Muallim Mektebi’nin o zamanki hali, yazılarının arasında bir yazı buldum, çok hoş bir yazıydı, tabii burada okumaya imkân yok ama oradan bazı alıntılar yapmak istiyorum. O zaman Musiki Muallim Mektebi Cebeci Çayırı’nın ortasında. Cebeci Çayırı uçsuz bucaksız, hiçbir şey olmayan bir yer. Üç tane eski bağ evi var, bir tanesi 80 öğrencisi olan Musiki Muallim Mektebi, bir tanesi Müdür evi, bir tanesi kızlar yatakhanesi; erkekler yatakhanesi de 15 dakika mesafede Hatip Çayı’nın eteklerinde eski bir tekke ve bu ikisinin arasında bir tane kır kahvesi var, sönük bir ışık yanıyor, oradan oraya, yani okuldan tekkeye giderlerken bunlar, “onu âdeta bir deniz feneri gibi görürdük biz” diyor. Okulun bazı taşıt araçları var, ama bunlar dört ayaklı taşıt araçları: iki tane at, bir tane merkep ve bir atlı araba. Atlı arabayla hem erzak taşıyorlar, hem icabında hocaları yatakhaneye taşıyorlar ya da yatakhaneden derse taşıyorlar. Hattâ kendisi öğrencileri alıyor, bir de merkebi var, elinde fenerle merkebe biniyor, arkada öğrenciler arabaya biniyorlar, Hatip Çayı’nın kenarındaki yatakhaneye gidiyorlar. Diz boyu, hattâ bele kadar batacak gibi çamur. Bir defasında şişman bir hanım öğretmen, atlı arabayla okula giderken arabanın tabanı çöküyor, arabacıya sesini duyurana kadar hanımın arabanın içinde koşması gerekiyor! Yatakhanede akar su falan yok, taşıma suyla musluklu bidonları doldurup kullanıyorlar.Yani Musiki Muallim Mektebi oralardan bugünlere gelmiş, şaşılacak şeyler. “Bir gece yatarken bir sarsıntı oldu” diyor, “bir de gözümü açtım, yıldızları gördüm”. Meğerse deprem olmuş, tekkenin bir duvarı çaya uçmuş gitmiş! Yani bu şartlar altında eğitim veriliyor.
Daha sonra Gazi Eğitim Enstitüsü (burayla da ilgili nükteli pek çok anıları vardı, Atatürk’ün bu okulu sık sık ziyaret ettiğini de anlatırdı), Kız Teknik Öğretmen Okulu (burada 1947’den 1967’ye kadar 20 yıl Sanat Tarihi ve Estetik dersleri verdi), Ankara Devlet Konservatuarı (orada da yıllarca Opera Tarihi okuttu; o dönemde derdine her zaman ortak olduğu ve çok sevdiği öğrencisi sevgili Çetin Işıközlü de demin çok güzel anlattı), en sonra da, Ankara’ya gittikten 52 yıl sona geri döndüğü İstanbul’da Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı. Orada Bakanlar Kurulu kararıyla hemen hemen vefatına kadar lisansüstü Sanat Felsefesi ve Müzik Felsefesi dersleri verdi. O kadar büyük bir şevkle veriyor ki o dersleri, o ileri yaşına rağmen büyük bir heyecanla, sanki ilk defa hocalık yapıyormuş gibi o derslerini hazırlıyor, fotokopiler çekiyor, onları öğrencilerine götürüyor dağıtıyor, ileri yaşında Göztepe’den kalkıyor, vapura biniyor, gidiyor dersini veriyor, tekrar zor bir şekilde geri geliyor. Yani o şevkini hiçbir zaman kaybetmiyor. En sonunda da artık gidemeyecek olduğu zaman eve geliyorlar öğrencileri. Eğitimci olarak kişiliğini de bu şekilde özetleyebiliriz.
Cevad Memduh’un bir bürokrat olarak yaşantısına gelince, fazla ayrıntıya girmek istemiyorum ama özetle şöyle: 1935 yılında Millî Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Şube Müdürü olarak başlıyor, daha sonra 1943’te Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nde Radyo Dairesi Müdürlüğü, 1945’te Basın Yayın Genel Müdür Yardımcılığı, 1951’de Devlet Tiyatrosu ve Opera Genel Müdürlüğü, 1954’te Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü, 1964’te TRT Genel Müdür Yardımcılığı görevlerinde bulunuyor ve 1967’de emekli oluyor. Onun bu görevleriyle ilgili anılarımın arasında örneğin 1940’lı yıllarda radyodan canlı olarak yaptığı ve bugünün klâsik müzik dinleyicisinin yetiştiği ünlü “İzahlı Müzik” programı var, bu programı bilmeyen yoktu. Bu o kadar sevilen ve tanınan bir programdı ki, adı bile dilimizde âdeta bir deyim halini almıştı, örneğin biri herhangi bir konuda çok fazla açıklama yapsa, “A, seninki izahlı müzik gibi oldu!” denirdi! Radyo skeçleri de çok sevilen programlardı. Oynanmak üzere seçilecek skeçleri babam bazen eve getirirdi, aile içinde hep birlikte okur, bizler de fikrimizi bildirirdik. Daha önce de 1938-39 yıllarında radyoda Mesut Cemil ve Cemal Reşit beylerle müzik üzerine konuşmalar yaparlarmış. Bir de tiyatro oyuncusu Muhip Arcıman ve eşi Saime hanımla dörtlü müzik konuşmaları yapılırmış, çoksesli müziği tanıtıp sevdirmek için. (Bunların metinleri babamın arşivinde hâlâ durur.) Bir defasında canlı yayında konuşurlarken, hamile olan Saime hanım uyuyakalmış. Konuşma sırası ona gelip de uyuduğunu görünce babam hemen, “A, ben senin şimdi ne diyeceğini biliyorum, sen şöyle şöyle diyeceksin, öyle değil mi?” diye durumu idare etmiş!
Bunun dışında babamın bir de yazar ve çevirmen kimliği var. Yazarlığından değerli uzmanlar söz ettiler, ben biraz da çevirilerinden bahsetmek istiyorum, çünkü zaten ilk Ankara’ya geldiğinde yazmaya başlıyor ve büyük bir açığı kapatmak üzere yazıyor, çünkü bildiğiniz gibi Türkiye’de müzik konusunda yayın hemen hemen hiç yok gibi, yani Cevad Memduh’a Türkiye’nin ilk müzik yazarı diyebiliriz. İlk yaptığı çeviriler de Leipzig’deki kendi hocası Johannes Merkel’in “Armoni” ve “Kontrpuan” adlı eserlerini Türkçeye kazandırıyor. Dışarıda örnekleri var, ilk baskıları; ilk ve son herhalde. Babamın çeviri alanındaki çalışmaları bu iki eserle sınırlı kalmıyor. Devlet tiyatrolarının ve operanın kurulmasından sonra, yine bu alandaki boşluğu doldurma çabalarına katkıda bulunarak Norveçli yazar Henryk İbsen’in “Bir Bebek Evi” ve “John Gabriel Borkman” adlı tiyatro eserleriyle Puccini’nin “Madame Butterfly” ve Leoncavallo’nun “Palyaço” adlı operalarını Türkçeye çeviriyor. Bu operaların müziğe uyumlu, yani prozodik olarak çevrilebilmesi için müzik ve dil uzmanlarıyla bir ekip çalışması yapılıyor.
Cevad Memduh’un ilk yazdığı kitaplar, bildiğiniz gibi, “George Bizet ve Sanatı”, “Goethe ve Müzikli Dram Sanatı”, “Ludwig van Beethoven”, müzik alanıyla ilgili kısa yazılardan oluşan “Sanat Yolculukları”. Daha sonra bürokratik görevlerinin yanı sıra büyük özverilerle 16 yılda tamamlayabildiği 4 ciltlik “Opera Tarihi”ni yayımlıyor. Bu son eserin ilk iki cildi Millî Eğitim Bakanlığı tarafından büyük formatta basılmıştı, daha sonraki iki ciltle birlikte eserin tamamı bu kez Kültür Bakanlığı tarafından ve ilk ciltlerin formatı ve dizinleri göz önüne alınmadan daha küçük formatta basılınca dizinler bozulmuş ve babam çok üzülmüştü. Kitapları karıştırıp da dizindeki sayfa numaralarının tutmadığını gördükçe kahrolurdu. Bir sonraki basım için ben yardımcı olmuş, tüm dizini baştan hazırlamıştım da içi rahat etmişti.
“Opera Tarihi”nden sonra babamın yazı hayatı sayısız makaleler, konferanslar ve araştırma yazılarıyla sürdü. 1983-1993 yılları arasında 10 yıl hizmet verdiği Mimar Sinan Üniversitesi’ndeki lisansüstü öğrencilerine verdiği Sanat Felsefesi, Müzik Felsefesi ve Barok Sanat derslerinin özenle hazırladığı notlarının kitap olarak basılabileceğini söylerdi hep. Vefatından sonra ben ders notlarını temize çekip yayına hazırladım ve kitap Yapı Kredi Yayınları’ndan “Sanat Felsefesi Üzerine” adıyla basıldı. Ayrıca “Opera Tarihi”ni de yeniden elden geçirip güzel bir formatta Pan Yayınları’nda yeniden basılmasını sağladım. Son olarak da “Sanat Yolculukları”nın 1953’ten bu yana eskimiş olan dilini elden geçirdikten sonra, içine “Goethe ve Müzikli Dram Sanatı”nı, Beethoven’in ölümünün 125. yıldönümü vesilesiyle Ankara Devlet Tiyatrosu’nda yaptığı “Ludwig van Beethoven” başlıklı konuşmanın metnini ve 1956’da Mozart’ın 200. doğum yıldönümü vesilesiyle Ankara’da ve Viyana’da gerçekleştirilen kutlama programları çerçevesinde verdiği “Osmanlı-Avusturya İlişkilerinde Mozart” başlıklı konferansın metnini de kattım. Böylelikle Cevad Memduh’un tüm eserlerinin yeni ve modern basımları gerçekleştirilmiş oldu.
Bunun dışında, yaptığı araştırmalar var, yani bu bürokrat ve müzikolog kimliğinin dışında bir de araştırmacı kimliği var. İster özel olarak yurtdışına gitsin, ister Dışişleri tarafından gönderilsin, gittiği yerlerde Türk kültürüyle ilgili araştırmalar yapıyor. Viyana’da, Dubrovnik’te, Saraybosna’da, Varşova’da, birçok yerlerde araştırmalar yapıyor ve bu araştırmalarının sonuçlarını da mutlaka yayınlıyor. Çok ilginç şeyler buluyor. Bunlardan bir tanesi de işte demin sözü edilen “XV. yüzyıldan bu yana Türk ve Batı kültürlerinin karşılıklı etkileme güçleri üzerine bir inceleme”. XVII. yüzyıldaki Osmanlı elçisi Kara Mehmet Ağa’nın Viyana’ya yanında 300 kişilik heyeti ve mehterhanesiyle gidişini, hem elçinin seyahatnamesini, hem de Avusturya saray nazırı Lorenzo de Churelicz’in raporunu inceleyerek anlatıyor ve daha başka etkileşimler arasında mehter müziğinin Batı müziğini nasıl etkilediğini ortaya koyuyor.
Uluslararası birçok kongrelere katılıyor: bunlardan biri 1949’da Varşova’da Chopin’in 100. ölüm yıldönümü için katıldığı kongre. Bu hem de bir piyano yarışmasıydı. Halina Czerny Stefanska birinci gelmişti o yarışmada (kendisi ünlü Czerny ailesindendir, uzun yıllar sonra Türkiye’ye konser vermeye geldiğinde babam gezdirmişti onu). Varşova’da “Chopin ve Türkiye” diye bir tebliğ sundu. Bu tebliğ daha sonradan Ulus gazetesinde de dört bölüm halinde yayınlanmıştı. Varşova yakınlarındaki Szelazowa Wola’da Chopin’in doğduğu evde yapılan anma töreni sırasında bahçeden büyük bir duyarlılıkla topladığı yaprakları kurutarak selofan kâğıdı altında özenle saklamıştır, kütüphanesinde hâlâ durur.
1956’da Viyana’da Mozart’ın 200. yıldönümü için “Osmanlı-Avusturya ilişkilerinde Mozart” diye bir tebliğ sundu. Beni de götürmüştü oraya, ilk defa yurtdışına çıkmıştım. Ve orada Avusturya hükümeti Kültür Bakanlığı büyük Avusturyalı tarihçi Hammer’in 4 ciltlik “Osmanlı Tarihi”nin bir tıpkıbasımını hediye etmişti, hiç unutmuyorum. Anlattığına göre, Hammer kendini öylesine Osmanlı ve Türk gibi görürmüş ki, Joseph adını Yusuf olarak değiştirip mühür kazdırtmış, Viyanada’daki mezarını da bir Osmanlı mezarı stilinde yaptırıp mezar taşına eski yazılarla Osmanlıca yazdırtmış. Bu mezarın fotoğrafı babamın arşivinde hâlâ durur.
Daha sonra üyesi olduğu Uluslararası Sanat Tenkitçileri Derneği’nin birçok toplantısına katıldı. Ve sadece o toplantılara katılmakla kalmazdı, döndükten sonra o ülkeyle ilgili bütün bildiklerini, öğrendiklerini yazıya döker, onları mutlaka yayınlardı. En son da 1974’te Chicago’da bir Verdi Kongresi oldu. “Türkiye’de Verdi ve sanatı” konulu tebliğini orada İngilizce olarak sunmuştu. Bu tebliğ ayrıca İtalyancaya da çevrilerek İtalya’daki Verdi Enstitüsü tarafından yayınlandı. Enstitünün müdürü olan ve ünlü Medici ailesinin soyundan gelen Dr. Medici’yle yakın ilişki içinde olan babam yıllarca onunla yazışmıştı. Tabii bu mektuplar da arşivinde duruyor.
Sonra 1953-54 yıllarında 3 aylığına Amerika’ya gitti, bir fellowship’le. Orada doğudan batıya Amerika’yı gezdi. Ona sormuşlar nereleri görmek istiyorsunuz diye. Görmek istediği, tanımak istediği en önemli kişilerden biri Wanda Landowska idi. Wanda Landowska Polonyalı çok önemli bir klavsenist. Onu tanımayı çok istiyordu. O zaman da çok yaşlı, Wanda Landowska 1877 doğumlu zannediyorum, o zaman da çok yaşlı bir hanım. Gidiyor onunla tanışıyor. Tabii babamın zaten çok sıcak bir kişiliği olduğu için bütün tanıdığı insanlarla sadece iş ilişkileri değil aynı zamanda özel ilişkiler de yürütürdü; senelerce mektuplaşır, gittiği zaman ziyaret eder falan. Wanda Landowska ile de çok uzun seneler yazıştı. Sonra konservatuarda klavsen sınıfının kurulması için çok önemli yazışmalar geçiyor aralarında ve Ayşe Savaşır’ın Amerika’ya gidip klavsen eğitimi görmesiyle ilgili bütün o organizasyon Wanda Landowska ile yazışmalarında ki dosyası dışarıda duruyor olduğu gibi. İnşallah günün birinde yayınlanır.
En son olarak da 1967’de TRT’den emekli olduktan sonra, her zaman düşündüğü, bir ideal olarak gördüğü bir şey sayın rahmetli Nejat Eczacıbaşı sayesinde gerçek oluyor. Bir vesileyle karşılaştıklarında, onun da aklında öyle bir İstanbul Festivali yapma fikri var, bunu birlikte nasıl yapabiliriz diye konuşuyorlar ve babam, bilmiyorum bir buçuk iki sene belki, o zaman Ankara’da oturduğu halde devamlı İstanbul’a gidiyor geliyor, gidiyor geliyor ve Vakıf Senedi’ni bizzat kendisi kaleme alıyor. İleride olabilecek bütün müdahaleler nasıl engellenebilir?, vakıf amacından saptırılmadan nasıl yürüyebilir?, bunları da göz önüne alarak çok değerli bir belge olarak senedi hazırlıyor ve işte İstanbul Festivali büyük başarılarla bugüne kadar devam ediyor. Bundan birkaç sene önce de hatırladılar, biz tabii çok duygulandık, çok mutlu olduk, festivallerden bir tanesinin -bundan 3 sene önceki zannediyorum- açılış konseri ilk defa olarak Ayasofya Müzesi’nde yapıldı ve Cevad Memduh’un anısına yapıldı. Ayasofya’nın üst galerisinde Mozart’in Requiem’i ve Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu icra edildi. Biz tabii bundan çok mutlu olduk.
Cevad Memduh’un Atatürk’le ilgili anılarına gelince, bazıları anlatıldı ama ben yine üstünde durmak istiyorum, çünkü bu konu onun için son derece önemliydi. Zaten Atatürk hayranlığı onda daha öğrencilik döneminde başlıyor. Kurtuluş Savaşı zamanında Almanya’da büyük bir ilgiyle savaşın gidişatını izliyorlar ve Atatürk’ün ordularının İzmir’e girdiğini öğrendikleri gün Talebe Cemiyeti’nde birbirlerine sarılıp ağlaşıyorlar ve öğrenciler hep beraber Atatürk’e bir telgraf çekiyorlar, tebrik telgrafı ve bağlılık telgrafı.
1927 yılında Ankara’ya döndükten sonra, yurt dışında öğrenim görmüş birkaç Türk öğrencinin yurda döndüğünü öğrenen Atatürk onları tanımak istiyor. Musiki Muallim Mektebi’nde müdürü olan Zeki Üngör bey, ötekilerin İstanbul’da olduğunu, Ankara’da bir tek Cevad Memduh’un bulunduğunu söyleyince “Öyleyse onu getirin bana” diyor. Zeki bey köşke gideceklerini söyleyince babam büyük bir heyecana kapılıyor. Ata’yla bu ilk karşılaşmasını her vesileyle ve aynı heyecanla anlatırdı. Zeki bey “Emrettiğiniz genci getirdim Paşam” deyince Atatürk, Manastır şivesiyle o’ları uzatarak “Sen misin çucuk!” diye onu karşılıyor, “Anlat bakalım, Almanya’da neler yaptın?” diye soruyor. Babam, gözlerine zorlukla bakılabilen bu etkileyici insana neler yaptığını elinden geldiğince anlatıyor. Ata, “Bundan sonra Salı günleri çaylı toplantılara sen de gelirsin, müzik programlarına yardım edersin” diyor. Böylelikle Salı çaylarına katılıyor. Bir defasında da Atatürk’ün isteğiyle viyola çalmak üzere bir program hazırlıyor. Köşkün girişinde herkesin ayakta durup dinledikleri bu konserde önce arkadaşı piyanist Sadri bey eşliğinde Locatelli’nin Aria’sını çalıyor. Atatürk, babamı alnından öperek tebrik ediyor ve davetlilere dönüp “Arkadaşlar, bu müzik böyle dinlenmez” diyor, adamları çağırıp piyanoyu salona aldırıyor, konserin geri kalanını oturarak gereği gibi dinliyorlar. Ata’ya büsbütün hayran olan babam, bir yazısında şöyle diyordu: “Gazi Paşa tarafından köşke çağrılmam, mesleğime daha büyük bir şevk ve ilgiyle bağlanmamda başlıca etken oldu.”
Yine bir gün Atatürk’ün çağırtması üzerine Cevad Memduh’u sinemadan çıkarıp köşke götürmelerinin hikâyesini her zamanki nükteli ifadesiyle pek güzel anlatırdı: Bir Cumartesi günü nasılsa şehrin tek sinemasında bir film görmeye gidiyor. Film oynarken birden ışıklar yanıyor, içeriye sivil giyimli iki kişi girip etrafa bakınmaya başlıyorlar; herkes durumu garipsiyor. Babamı görünce yanına geliyorlar, kulağına eğilerek kendisini alıp köşke götüreceklerini söylüyorlar. Babam da kalkıp bu iki kişinin arasında salondan çıkıyor. Bu olayı anlatırken, “Ben nereye gittiğimi biliyordum ama acaba salondakiler ne düşünmüşlerdir diye hep merak etmişimdir” diye gülerdi.
Köşke bir gidişinde Ata’nın gelmesini beklerken, pencerenin içinde açık duran bir kitap ilgisini çekiyor, dayanamayıp kalkıp bakıyor, ünlü Fransız müzik yazarı Albert Lavignac’ın “La musique et les musiciens” (Müzik ve Müzisyenler) adlı eseri olduğunu, bazı satırlarının altının kurşunkalemle çizilmiş olduğunu görüyor ve Atatürk’ün müzik devrimlerini nasıl bir rastlantı olarak değil, bilinçli olarak başlattığını anlıyor.
Atatürk’le ilgili pek çok anısının içinde bir de onunla bilardo oynaması vardır: Köşke bir gidişinde yaverleriyle bilardo oynadığını görüyor. Atatürk, “Bilardo oynamayı bilir misin, çucuk?” diye soruyor. Babam da “Bilmem” demeye utanıyor, “Bilirim” diyor. “Gel öyleyse ortak olalım” diye Atatürk onu çağırıyor, tabii oynamayı pek beceremiyor ama Atatürk sayesinde kazanıyorlar. “Sen bu oyunu bilmiyormuşsun, çucuk!” diyor, ama ortak oynadıklarından kazandığı paranın yarısını babama vermekten geri kalmıyor.
Atatürk’ün Çankaya’da ve Marmara Köşkü’nde sofrasında ve yakın çevresinde bulunmuş, onunla müzik konusunda pek çok kez konuşmuş bir kişi olarak, birlikte çekilmiş bir tek fotoğrafının bulunmamasına ya da onun el yazısını içeren tek bir belgeye sahip olmamasına babam pek hayıflanırdı. Ama bence babam her zaman işiyle gücüyle ve idealleriyle öylesine meşgûldü ki, bu tür spekülasyonları düşünecek vakti yoktu.
1934 yılında Atatürk’ün talimatıyla yapılan ilk Müzik Kongresi’nde alınan kararlar çerçevesinde 1935’te Musiki Muallim Mektebi’nin bünyesinde Ankara Devlet Konservatuvarı’nın, daha sonra da operanın kurulması çalışmalarına “Ata’nın direktifleri altında bir müzik neferi olarak bizzat katıldığı”nı her zaman gururla anlatan Cevad Memduh, Hitler Almanya’sının dünyaya armağanı denebilecek ünlü uzmanlardan Paul Hindemith, Karl Ebert, Ernst Praetorius gibi önemli kişilerle çok yakın bir temas içinde çalışmak fırsatını buluyor ve yıllarca dostluklarını sürdürüyor. Hindemith ve Ebert’le olan yazışmaları ve onların hazırladıkları raporları içeren dosyaları babam yıllarca özenle saklamış ve araştırmacıların hizmetine sunmuştur. Bu önemli dosyalar halen elimizde bulunmakta ve müzik arşivlerinde alacakları yeri beklemektedirler. Cevad Memduh’un yakın dostu Paul Hindemith’le olan anılarının bir bölümü, “Paul Hindemith’le Karşılaşmam” adı altında basılmış, 1983 yılında Hindemith Enstitüsü’nün Ankara’daki Alman Kültür Enstitüsü’nde düzenlediği bir etkinlikte konferans biçiminde anlatılmıştı. Bu anılar arasında Hindemith’le eşini yeni kurulmakta olan Ankara hayvanat bahçesine götürmeleri pek hoş bir hikâyedir. Çocuksu bir kişiliği olan Hindemith’in bir ‘oyuncak tren hastası’ olduğunu da yıllar sonra Almanya’da ziyaretine gittiğinde öğrenecektir.
Hindemith ve Ebert’le ilgili anıları arasındaki yine ilginç bir tanesi, bu iki uzmanın sorumlulukları konusunda bir türlü anlaşamamaları ve birbirlerine girmeleridir. Sonunda dönemin Güzel Sanatlar Genel Müdürü Cevat Dursunoğlu’nun girişimiyle, bakanlığın en alt katında “mahzen” dedikleri bir odada bir araya gelip saatler süren bir görüşme ve tartışmayla sorumluluklar paylaştırılır ve kâğıda dökülüp ikisi tarafından imzalanır. Bu ilginç belge de sözünü ettiğim dosyanın içinde bulunuyor.
Cevad Memduh’un konservatuarın kurulması çalışmalarıyla başlayan hizmetleri, yıllar boyunca aldığı önemli görevlerde, müzik ve güzel sanatlar alanında sürüyor; bunların arasında, onun çabaları ve mücadelesiyle çıkartılan, ama bugün önemi göz ardı edilen ve artık uygulanmayan “Harika Çocuklar Kanunu” özel bir yer işgal eder. Nitekim bu kanun sayesinde sıradışı yetenekli çocuklar olarak İdil Biret, Suna Kan, Verda Erman gibi virtüozlar yurt dışında eğitim görüp Türkiye’yi uluslararası arenada yüz akıyla temsil etme fırsatını bulmuşlardır.
Babamız o yılların Ankara’sındaki modern Türkiye’nin müzik ve güzel sanatlar devrimlerinin idealist kadrolarını oluşturan en seçkin çevreleriyle çok yakın ilişkiler içindeydi. Bu sayede bizler, evimize devamlı girip çıkan bu insanların arasında büyüme ve yetişme şansını elde etmiştik. Müzik, tiyatro, edebiyat, resim alanında isim yapmış insanlar her zaman çevremizdeydi: Ulvi Cemal ve Ferhunde Erkin, Necil Kâzım, Ferit Alnar, Halil Bedi Yönetken, Mithat Fenmen gibi müzikçiler, Cüneyt Gökçer, Semih Sergen, İ. Galip Arcan gibi tiyatrocular, Nurullah Taşkıran, Aydın Gün, Ferhan Onat gibi operacılar, Ahmet Muhip Dranas, Ahmet Kutsi Tecer, Mehmet Emin Yurdakul gibi şairler, Zeki Faik, Arif Kaptan, Turgut Zaim, Bedri Rahmi gibi ressamlar, Zühtü Müridoğlu gibi heykeltıraşlar ve daha pek çokları.
Ankara’nın o yıllardaki ilk Batı müziği yaşamında, annemiz Zeynep Altar’ın da küçüklüğünden itibaren değerli hocalarla yetişmiş iyi bir amatör piyanist olarak katkılarına ve tüm hizmetlerinde eşine destek olmasına da değinmeden geçemeyeceğim. Annemiz radyoda konserler vermiş, Praetorius’un ve Halil Onayman’ın yönetiminde Grieg ve Çaykovski konçertoları çalmıştı. Evde viyolonist İzzet Nezih ve eşi Pakize hanımla prova yaptıklarını hayal meyal hatırlıyorum. Bu resitalleri çok daha sonraki yıllarda Ankara’da Ses Tel Birliği’nin Cenap And’ın evinde verdiği bir resitalle noktalamıştı. Annem baştan sona bütün etkinliklerin o kadar içindeydi ki, babam her ne konuda olursa olsun bir şey anlatırken unuttuğu isimleri “Neydi Zeynep?” diye ona sorar, cevabını da hemen alırdı. O kadar ki, onları iyi tanımayanlar, “Anneniz eskiden babanızın sekreteri miydi?” diye sormaktan kendilerini alamazlardı!
Biraz da kişiliğinden üç beş kelimeyle söz etmek istiyorum izin verirseniz. İşte herkes söyledi, çok hoşgörülü, çok bağışlayıcı. Tabii bütün bu hoşgörünün ve bağışlayıcılığın temelinde yatan şey ‘sevgi’dir. Babamın hayatında sevgi her zaman çok büyük bir yer tutmuştur. İnsan sever ve her insana aynı derecede sevgiyle yaklaşır, herkesle ona göre konuşurdu. Kendisi son derece canayakın ve nüktedan bir insandı, son derece esprili bir insandı, hani eski İstanbul efendisi dediğimiz terbiyeli, nazik bir insandı, kimseyle kavga etmezdi, düşmanlıklara metelik vermezdi. Bir özelliğinin siz çok üzerinde durdunuz, hani hiç kimseye ters gitmez diye, evet hiç kimseye ters gitmezdi ama prensiplerinden de hiçbir zaman ödün vermezdi, -iş konusunda-, yani dostluk başka prensipler başka. Bir örnek vermek istiyorum: Harika Çocuklar Kanunu, o zaman yürüyordu o kanun, işte İdil’ler, Suna’lar gidiyorlardı, başkaları gidiyordu. İstismar etmek isteyen kimseler oldu. Hattâ askerî yönetim dönemindeydi, büyük iltimaslar yaptırılmak istendi, araya insanlar konuldu, onlara bile “hayır” demesini bilmiş bir insandır. Hiçbir zaman prensiplerinden vazgeçmedi, ödün vermedi.
Bir de çok yeniliğe açık bir insan olduğundan bahsedildi. Hakikaten çok yeniliğe açık bir insandı. Tabii Atatürk hayranlığından da gelen bir şey. Meselâ bu kadar ciltler dolusu yazılar yazan bir insan, yeni harf devrimine geçildikten sonra tek satır eski harfle yazı yazmamıştır ki bu kadar çok yazı yazan bir insan, belki çok daha kolay olabilirdi yazı yazması. Kurşun kalemle saman kâğıt üzerine daime yeni harflerle sayfalar dolusu yazı yazar, sonra yine kendisi oturur, onları annem okurdu o yazardı veya o okurdu annem yazardı, beraber temize çekerlerdi. Hiçbir zaman eski yazıyla yazmaya yanaşmadı.
Yine yeniliğe açık olmasına bir örnek vermek gerekirse, meselâ bu konularla hiç ilgisi olmayan uzaya çok büyük bir ilgi duyardı. İşte o zaman yeni yeni böyle uzay çalışmaları yapılıyor, füzeler, Amerika, Rusya falan. İnanır mısınız, gazetelerden bütün bu haberleri toplar, dosya yapardı. Yani kendi mesleğiyle, kendi çalışmalarıyla hiç ilgisi olmayan bir şey ama ‘yeni’ bir şey, yenilikle ilgili bir şey. Onun için her türlü yeniliğe açık bir insandı.
Öğrencilerinin şevkini hiç kırmadığından da bahsedildi. Gerçekten de öyleydi. Meselâ Kız Teknik Öğretmen Okulu’nda öğretmen olduğu zamanlar, işte ben de o zaman ona yardım etmek isterdim, yorgun olduğu zamanlar, “Hadi ver sınav kâğıtlarını ben okuyayım” derdim. Ben okurdum, o dinlerdi. &l