Cevad Memduh Altar1902-1995
<
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

PANEL

Prof. Dr. Gündüz GÖKÇE'nin konuşması:


           Teşekkür Ederim. Ben müzikten anlamıyorum demeyeceğim, anlarım, hiç olmazsa iyi bir müzik dinleyicisi olduğumu söyleyebilirim. Sabahleyin çok güzel konuşmalar dinledik burada. Hakikaten her şeyi çok güzel açıklayan konuşmalar vardı burada. Ayrıca Adalet hanımefendi radyonun içinden konuştu, ben radyonun dışından konuşacağım, bir radyo dinleyicisi olarak konuşacağım.

           Efendim, Mimar Sinan Üniversitesi benim rektörlük yaptığım dönemde biraz hasisti. Biz öyle herkese -Özer bey çok iyi hatırlar- kimseye kolay kolay ne fahri doktorluk verdik, ne fahri profesörlük verdik. Bunları çok tarta tarta verdik. Yani gerçekten bize herhangi bir maddi yarar çıkarır, şu iş adamıdır, şu siyasetçidir, kimse böyle bir şey almadı, ama Türkiye’ye bir şey verenler aldı. Bunların başında da Cevad Memduh Altar geliyordu. Kendisine çok hayrandım, çok seviyordum, hiç alâkası yok, rolü yok daha doğrusu. Doğrudan doğruya Türkiye’ye verdikleriydi bize bunu verdirten.

           Mimar Sinan Üniversitesi’nin çok ismi geçti. Müsaade ederseniz biraz da Mimar Sinan Üniversitesi’nin misyonundan bahsedeyim ben size. Aslında bu aynen Cevad Memduh Altar’ın misyonu gibiydi. Cevad Memduh Altar bey nasıl Atatürk devrimlerini taşımaya, yaymaya çalışan bir kimse idiyse, Mimar Sinan Üniversitesi de Atatürk devrimlerinin koruyucusu, eski Güzel Sanatlar Akademisi’nin devamıdır. Güzel Sanatlar Akademisi’ne o ismi veren de yine Atatürk’tü. Ve hep Türk resminin, çağdaş Türk resminin, çağdaş Türk mimarlığının, çağdaş Türk heykelinin ilk yaşadığı yer orasıdır. Ondan önce biliyorsunuz Osmanlı zamanıydı. Ne vardı ondan önce? Tekseslilik vardı. Resimde perspektif yoktu, minyatür vardı. Heykel zaten yoktu. Bu nereden geliyordu? Baktığımız zaman biz Avrupa’ya dönmeye çalışıyoruz, Avrupa hedef olarak bize gösterilmiş. Oraya baktığımız zaman çoksesliliğe gelmiş Avrupa, bizde yok. Peki Avrupa nasıl gelmiş oraya? Onun gerisine baktığımızda Hıristiyanlık dönemi var. Hıristiyanlık döneminde ki Ambrosius, Gregorius gibi düzenleyici bir takım kişiler çıkıyor. Sonra trubadurlar dönemi. Teksesli yine o da. Haçlı Seferleri. Gerek İspanya’dan aldıkları, gerekse Kudüs’ten aldıklarından bir şeyler çıkaran, etkilenen Avrupalılar. Sonra Rönesans geliyor ve çokseslilik başlıyor. Bizde o yok. Biz neredeyiz? Biz 1453’teyiz. Ben bunu gelenek olarak saymıyorum. Guillaume Dufay, Guillaume de Machaut gibi adamlar var. Hattâ Guillaume Dufay’in bir parçası var, “lamentation” falan diye başlıyor. İstanbul’un bizim tarafımızdan fethedildiğine - Konstantinopolis’in daha doğrusu- duyduğu üzüntüyü anlatıyor. Çoksesli, böyle kantat gibi bir şey, hem insan sesi, hem orkestra sesi falan, yani düpedüz nasıl biz gaflet içinde uyuduk da Türkler şu Konstantinopolis’i aldılar diyen bir şey. Rönesans, Fatih dönemi. Ondan sonra yavaş yavaş Barok gelişecek, arkasından, Barok gelmeden önce Rönesans sonlarında yine bizimle alâkalı bir şey var: V. Karl dönemi. Josquin de Prez -o zaman onların meşhur bestecisi- ve bizde Kanuni Sultan Süleyman. Ondan yardım isteyen kim? Fransa kralı, bizden yardım istiyor. Ondan sonra Barok gelişiyor, Barok bize giriyor III. Selim zamanında. Ondan sonra yavaş yavaş Batılı besteciler başlıyorlar. Romantizm zamanında Liszt geliyor. Böyle gidiyor. 20. yüzyılın başına geldiğimizde Avrupa’da büyük değişiklikler var müzikte. Bizde onlar yok. Biz yine teksesli müzikle devam ediyoruz, ama tekrar ediyorum ben yine, teksesli Türk müziğini o toplumun, o günkü toplumun -uyumlu bir toplum Osmanlı toplumu aslında- onun bir gereği olarak, onun vardığı bir nokta olarak görüyorum, ama Cumhuriyet Türkiye’sinde Atatürk diyor ki “Bugün bize dinletilmeye yeltenilen musiki bize lâyık değildir” benzeri bir söz söylüyor, çünkü artık bir atılım zamanı, bir dinamizm zamanı, o gelmiş, orada o seslerle devam edilemeyeceğini söylüyor ve çokseslilik başlıyor. İşte ilk bestecilerimiz, yurtdışına gidenler, ilk orkestralarımız, -siz çok güzel anlattınız, Riyaseticumhur Orkestrası- Pretorius’lar falan geliyor, sonra Herman Scherer, hattâ çok meşhurdur o 9 senfoniyi çaldırdığı zaman, anlatırlar ben yoktum onda, bir ara sazların akordu düştü sıcaktan, açtı her tarafı, bekledi bir süre falan diye anlatırlar.

           Biz o zaman daha küçüğüz, Anadolu’nun bir yerlerindeyiz, radyo dinliyoruz. Ben ilkokul son sınıftayım. Nurlar içinde yatsın, Lütfü Başeğmez diye bir mektep müdürü var, ama sınıf hocası girmiyor o giriyor bizim müzik derslerimize ve bize bir şeyler öğretiyor. Meselâ size söylemeye çalışacağım, bir marş var: [Arlezyen Süiti’nin melodisiyle] Otuz dokuz atlı hepsi yavuz, hepsi o yılmazın arkadaşı, sararlar onu sağdan soldan kırkla çevirir talihi yoldan”. Prozodisi falan düzgün mü bilmiyorum, aynen biz bunu öğrenmişiz. Bir gün evdeyim, evde yaramazlık yapıyorum herhalde, bir pazar günü, 11 yaşlarındayım o sıralarda. Çok güzel sesli birisi radyoda bir şeyler anlatıyor: Freder’in aşkı, Freder âşık olmuş, anne baba buna karşı çıkıyorlar, çünkü Freder biriyle nişanlı veya sözlü, çocuğa baskı yapıyorlar falan. Sonunda çocuğun bunu kaldıramayacağını anlıyorlar ve razı olacaklar, fakat Freder kendisini yukarıdan, kuleden aşağı atıyor ve intihar ediyor. Ne bu? Arlezyen Süiti, Bizet’nin Arlezyen Süiti. Bunu ben biliyorum ya, 39 atlı filan, bize o şekilde öğretmişler. Kim anlatıyor? Cevad Memduh Altar anlatıyor. Ondan sonra ben artık onun tiryakisi oluyorum yavaş yavaş. Gene arada unuttuğum oluyor, herhalde yaramazlık falan, ama mümkün olduğu kadar ben onu dinlemeye çalışıyorum.

           Burada iki şey var altını çizmek istediğim: birincisi, bir hocanın, Başeğmez’in bize müziği sevdirmek için yaptıkları. Aida’nın zafer marşı falan da geliyor, -sabahleyin bahsetmişti arkadaşımız-  onun da Türkçesi var. Bir kitap var, hatırlamıyorum şimdi o kitap kimindi, Halil Bedi Yönetken yahut Gazimihal’in olabilir miydi?, Türkçeleştirmişler, bize onu yaklaştırmaya çalışıyorlar. Faydası oldu ama bir kişi onu bize sevdirdi: İzahlı Müzik, o zamanki ismi o, pazardan pazara ben onun tiryakisi oldum. Olay böyle başladı. Çok önemli bir şey, sizin bahsettiğiniz radyo aslında çok önemli bir şeydi bu.

           Bizim bir tek radyomuz vardı, şimdi garip bir şey ama o bir radyonun ne kadar büyük bir şans olduğunu -benim neslim için- söylemek gibi garip bir durumdayım ben. Kim ne derse desin ben buna inanıyorum, o bir radyo bize, özellikle Anadolu çocuklarına çok şey öğretmiştir. Bir de Halkevleri vardı eskiden, çok büyük kayıptır o Halkevlerinin kalkması. Biz hakikaten çok seviyeli şeyler dinledik. Bahsettikleri gibi Refik Fersan, Ruşen Kam, (Ruşen Kam çok güzel kemençe çalardı, Farısi ve klasik müziği anlatırdı, önce okurdu şiiri -Farsçasını-, ondan sonra açıklamasını yapardı ve çalarlardı), Mesut Cemil beyin bir ünison erkekler korosu vardı, “dök zülfünü meydana gel” yahut “ben gibi sana âşık üftade bulunmaz” falan gibi koro eserleri çalarlardı, ama bayağı seviyeli şeylerdi bunlar ve tabii ki sizin soyadınızı taşıyan Necip Aşkın vardı. Necip Aşkın’ın radyo salon orkestrası vardı, hafif şeyler çalardı, ama çok sevdiren şeylerdi bunlar, Pao Linke’den, Johann Strauss’dan, İvanoviç’ten falan birtakım valsler çalarlar, Carmen Silva meselâ, Tuna Dalgaları falan, ama bizim gibilerin başka şeyimiz yoktu, yani tek radyo avantajı, oydu, alternatif yoktu.

           Meselâ şimdi size ilginç bir şey anlatacağım: eşimin iki dayısı varmış, birisi okumuş, öbürü okumamış. Okumayınca bunu sanata vermişler ve demişler “bu okumayacak”, sanata vermişler. Çok iyi bir ayakkabıcıydı, hakikaten sanatkârdı. Şimdi eşim anlatıyor, diyor ki, “Cumartesi pazar günleri dayım gelirdi, bilhassa pazar günleri eve” -Adapazarı’nda oluyor bu-, “bize Tevfik Fikret’ten, Yahya Kemal’den şiirler okurdu, Fransızca şarkı söylerdi!” Nereden alıyor o zamanki Adapazarı’nda? Neredendi o ortam? O tek radyoydu, başka alternatifi olsaydı belki olmayacaktı, başka alternatifi yoktu. Düşünün ayakkabıcı şöyle dar bir yerde çalışır, bakar işine falan, televizyon da yok, ancak kulağıyla bir şey alacak, onu dinleyecek. O alternatif olsa, bugünküler gibi bir sürü birbirinden ucuz kanal, belki onları açacak, ama yok, öyle bir şansı yok. İyi ki yok. O kendi olduğu yerde dinleye dinleye o kulak terbiyesini ediniyor. Biz de böyle yetiştik, ben ve arkadaşlarım, o zamanlar müzik ilgisi daha fazlaydı. Özer bey söylüyor biraz önceki konuşmasında, bizim İstanbul Festivali etkinlik sayısının nereden nereye düştüğünü söylüyor. Bunu bu yaygın kurumların, bu televizyonların etkisinde aramak lazım.

           1951-52 senelerinde İstanbul’da lisede okuyoruz. O zamanlar bizim bütün aldığımız şey radyo. Ankara radyosu var, bir de İstanbul radyosu var. Bu radyolarda klasik müzik programları dinliyoruz, sizin İda Hendel’in dinlediği gibi. BBC bize, Türkiye’ye plaklar vermiş, tabii hep İngiliz icracı ağırlıklı: Sir Thomas Beecham, Sir Malcolm Sargent, Sir Adrien Boot, bir de Costant Lambert vardı, o da erken ölenlerden, bunları vermiş. Almanlardan kimi dinliyoruz? Furtwangler, Klemens Klaus filan gibi, onlar daha Alman. Tabii Toscanini, Bruno Walter filan gibi şeyler. Biz hep bunları dinliyorduk. Yani Lise 1’deyken hiç müzikle alâkası olmayan ben ve arkadaşlarım, biz bunları dinliyorduk. Hattâ çok ilginçtir, şimdi müzikle alâkası olanlar iyi bilirler, Gustav Mahler yahut Anton Bruckner hangi senelerde meşhur olmuştur yani yaygınlaşmıştır plakları? Daha çok yeni. Biz 51-52 yıllarında, Aydoğan diye bir mühendis arkadaş vardı, biz onunla onları dinlerdik. Çok az icrası vardır, bir tane 4. Senfoni’si vardır Mahler’in, yine bir 3. Senfoni’si vardır Bruckner’in -Romantik Senfoni-, bir de 3 Küçük Orkestra Parçası diye bir eseri vardır Bruckner’in. Tabii Bruckner olunca bilenler bilir pek öyle küçük olmuyor onlar, Bruckner’in küçüğü bile bir hayli uzun oluyor. Biz bunları oradan dinlerdik, ama başka hiç kimse bize bir şey öğretmedi. Şimdi nerede o? Yok, çünkü işin alternatifi yok. Özer bey biraz önce yine söyledi, çok acı bir şey o festivallerin kalkması, yani inanılır gibi değil bugünkü durum, kasten sanki, bir darbe gibi bir şey bu yapılan. Bunu nasıl kabul edersiniz? İşte bizi yetiştiren o tek radyoydu, ben dışarıdan siz içeriden çok güzel anlattınız. Hakikaten çok şey borçluyum o radyoya ben ve tabii ki hocaya da.

           Sonra rektör olduk hasbelkader, karşılaştık, kendisine anlattım bunu ben, yani böyle böyle olmuştu falan diye. Hakikaten ne kadar güzel konuşurdu, ne kadar yumuşak, ne kadar candan, her kelimeyi seçerek, hattâ kelimenin telâffuzundaki her notayı seçerek konuşurdu. Müthiş bir sesi vardı. Fakat en dokunanı bana, kendisi bir bisiklet kazası geçirdi, ayrıldı, gelemeyince biz öğrencileri oraya yolladık. Ama ondan önce, bazen öğrenciler gelmezler, kar yağmıştır, bir şey olmuştur, ama Cevad Memduh gelmiştir! Ben bunu söylerdim, “Yahu” derdim, “bakın Göztepe’den geliyor, kaç vasıta değiştirip geliyor, yani bunu örnek alamaz mısınız?” Bunları hep konuşurduk. Sonra bir gün geldi bana, üstelik de tevazua bakın, bana “hocam” diyor, bana postumdan dolayı diyor, ben tabii “estağfurullah” deyip ne yapacağımı şaşırıyorum filan! “Artık bana izin verin” dedi, “estağfurullah” dedim, “sürdüremeyeceğim” dedi ve öyle ayrılmıştık. Sonra Yahya Efendi dergâhında defnedildi, dostları vardı, arkadaşları vardı, ahbapları vardı, orada ayrıldık, ama hep düşündüğüm şey, hakikaten ben ve benim neslim çok şey borçluyuz kendisine, yani Atatürkçü olarak borçluyuz, bütün Türkiye olarak, ama bizler tek tek, biz hakikaten öğrendiğimiz çok şeyi ondan öğrendik. O İzahlı Müzik programı, o bir şeydi, ciddi bir şeydi. Yumuşak bir şekilde, sevgi dolu bir şekilde anlatır, anlatır, anlatır. Ben şimdi Freder’i hatırlıyorum, sonradan tabii çok dinledik falan. Böyle gitti.

           Bizim hakikaten şanssız günlerimiz galiba. Bunları yaşıyoruz biz, yani bunları duymak... Hâlâ var bazı programlar, meselâ Hikmet Şimşek’in yaptığı programlar var pazar günleri radyoda, yahut yine birtakım konser nakilleri falan yapılıyor, yani klasik müzik, fakat kaç tane televizyon var biliyor musunuz? Herkesin şöyle tık diye değiştirebileceği yahut uzaktan tık diye değiştirebileceği. Yok, zoru almıyor insanlar ve giderek dünya tabii böyle bir şeye gidiş var, pop müzik, onu da anlıyoruz da... Adanalı var mı içinizde? Yok galiba. Adana’da Halkevi’ne çok yakın bir evde oturuyoruz. O yıllardan daha da eski bu, 7-8 yaşlarında filanım. Her gün orada -Adana’da sıcak iklim- şimdi orası Belediye binası o bina, orada akşamları insanlar, memurlar, öğretmenler, hattâ genç çocuklar çıkarlar, orada bir kafede bir şey içerler, çay içerler, konuşurlar, sohbet ederler filan. Çok güzel müzik çalardı, Türk müziği çalardı -Safiye Ayla veya Münir Nurettin-, sonra hafif Batı müziği çalardı, yine Johann Strauss gibi bir şeyler çalardı, ama devamlı dışarı yayılırdı bu. Böyle bir kaliteye özen vardı, şimdi kaliteye özen yok. Ve tuhaf bir şekilde kişilik değiştirdik. Tuhaf bir şey oldu bu. Tabii anlamak, değerlendirmek çok çok zor.

           Benim söyleyeceklerim aşağı yukarı bunlar. Şimdi bir fıkrayla bitireyim, müsaade ederseniz. Bir Bektaşi fıkrası var. Bir gün bir Bektaşi babası, dükkânı var, orada bir şeyler satıyor. Bir adam çocuğunu yolluyor, “Git” diyor, “bana 5 kuruşluk şeker al” diyor. O zaman 5 kuruşa bayağı şeker veriliyor. Çocuk bir geliyor, böyle  bir torba şekerle. “Ne oğlum bu?” diyor, “kaç paralık bu?” diyor. “E, 5 kuruşluk baba” diyor. “E nasıl şey 5 kuruşa” diyor, “yanlış oğlum bu. Ya sen fazla para verdin bilmeden yahut da o yanlışlık yaptı”. Alıyor şekeri, “Gel bakayım çocuğum”, çocuğunu da alıp gidiyor. Orada oturuyor Bektaşi babası yine. “Yahu erenler” diyor, “ne bu?” “Nedir o?” diyor. “Çocuk 5 kuruşluk şeker aldı, sen bunu verdin. Bunda bir yanlışlık var.” Çocuğa dönüyor, soruyor Bektaşi babası: “Oğlum, sen geldiğinde ben ne yapıyordum?” “Baba erenler” diyor, “bir dostun gelmişti, onunla sohbet ediyordun.” “Ha, getir o sohbeti, dükkânı götür” diyor. Şimdi efendim, bu insanlar da keşke gelseler de şu TRT’yi şimdiki haliyle götürseler!

            [....]

           Bir ufacık şey daha söyleyebilir miyim? Burada Kocatepe Camisi var biliyorsunuz. İçinize siniyor mu o cami? İşte aynı problem. Oraya Dalokay’ın projesi yapılmadı, o yapıldı. Dalokay’ın projesi sonra hafif değişikliklerle İslamabad’da yapıldı. Üstelik de Suudi Arabistan’ın malî desteğiyle yapıldı ve bizim sanatçılarımız onun içinin fayanslarını falan yaptılar. Şu çıkıyor: demek şu durumda, bırakın Pakistan’ı, Suudi Arabistan bile daha Atatürkçüymüş bizden! Biz yapamadık. Bundan -ismini söylemeyeceğim- bundan yine bir 10-15 sene önce bir Kültür Bakanı “acısız arabesk” diye bir yarışma açtı! Karikatür gibi! “Acısız arabesk”, kebap sanırsınız! Şimdi, sanatta hep acı vardır: Bach’ın Passion’ları vardır, adı üstünde: “passion”. “Trajik” vardır, “patetik” vardır isimlerde. Acı her yerde vardır. “Acısız arabesk”! Ve bunu birisi kazandı. Ben bunu dinledim, onun da ismini söylemeyeceğim, kim olduğunu. “Seni üç yaşındaki erkek kardeşimden bile kıskanıyorum” diyor! Yani sevgiye bakın, sevgi dahi aşağılanıyor burada, yani bir çocuk düşünün, 3 yaşında, yengesine kötü gözle bakan, ondan dahi kıskanıyor! Kültür Bakanlığı yaptı bunu! Ya... İşte, ha bu, ha Kocatepe Camisi. Onun için sayın Aşkın’ın iyi niyetlerine gönülden katılıyorum; öyle yapmamız lazım, nikbin olmamız lazım inşallah. Bir de tabii bizim kendimizin de kendi müziğimize uzaklığını ben kınıyorum. Neden radyolar, televizyoncular çalmazlar bizim kendi icracılarımızı, kendi bestecilerimizi? Çetin işte orada, “Sen benim operamı seyrettin mi?” diyor. Nasıl seyredeceğim ben? Bir zamanlar daha fazla veriyorlardı bizim kendi bestecilerimizi, daha çok Adnan Saygun, Alnar, Akses, onları da veriyorlardı ama genç nesillere de gelmişlerdi. Nerede şimdi o programlar? Meselâ Cengiz Tanç falan vardı, rahmetli, nerede şimdi onlar? Onlar da yok. Ne bizim orkestralarımız çalıyor, onlar da yok, bizim orkestralarımız da çalmıyor; radyo hiç çalmıyor. Bunu hakikaten herkesin düşünüp kavgaya hazır olması lazım, gerekirse. Kusura bakmayın.


(Atatürk ile ilgili bir soru üzerine:)

           [Atatürk’ün, Türk müziği konusunda] icralardan şikâyet ettiğinin söylendiği olur. Ancak sabah da bu konuşuldu hep, kendisi çoksesliliğe gitmeyi bir görev diye görüyor ve orada da yine o da söylendi hep bizim benliğimizden çıkmaktan yana; bizim benliğimizden, eski geleneğimizden, göreneğimizden uzaklaşmadan, zaten onu her sanatçı için söylüyor. “Benliğinden kopan uluslar diğerlerinin avıdır” diyor. Aslında bütün sanatlar için söylüyor bunu ve söylediğinden de şu çıkıyor aşağı yukarı -o da çok güzel bir tespit-, diyor ki, “Bizim bunu alıp en son musiki teorilerine göre geliştirmemiz lazım” benzeri bir şeyler söylüyor. Bu kime uyuyor? O sırada dünyada böyle bir millî akımlar var, meselâ Bela Bartok, Zoltán Kodály (Macaristan’da) yahut Enesco (Romanya’da), Janacek (Çekoslovakya’da). Aslında böyle millî ekoller de var, yani tarifi biraz da o. Ve son derece mantıklı ve sonuç veren bir şey. Bizde de aslında ilk zamanlarda bizim millî bestecilerimiz dediğimiz o ilk Beşler’den aynı yollardan gidenler oldu. Aslında kendisi hep benliğimizi kaybetmeden çoksesliliğe gitmekten yana. Bu çok doğruydu, ama şu değildi -müsaade ederseniz orada bir parantez açmak istiyorum-: ‘kopya yapın’ değildi, eskinin aynen tekrarı değildi. İşte o camiden kastım oydu. O cami, bilenler belki bilirler, Sultan Ahmet Camisi’nin 4 minarelisidir, başka bir şey değildir. Atatürk ondan yana değildi. Yani gelenekten yana olacağız, ama onu aynen yapacak değiliz. Bu eklektisizmdir. Böyle şey olmaz. Adanalılar yine olsaydı söylerdim, Adana’da nehrin kenarında bir Sabancı camisi var, o da maalesef Selimiye camisinin 6 minarelisidir. Bunlar olacak şeyler değil. Gerçekten bizim çağdaş olmamız gerekiyor.

           Meselâ yine müzikten açacak olursak, bugün bizim sevmediğimiz besteciler olabilir -Batı müziğinde-, Anton Weber’i sevmeyebilirsiniz, Schönberg’i sevmeyebilirsiniz, John Cage’i sevmeyebilirsiniz, ama bunlar sanatın gidişinde hepsi belli bir noktanın adamları oluyor. Siz sevmeyebilirsiniz. İşte Viyana’da da Art Nouveau’nun sesesyon binası vardır, onun üzerinde bir yazı vardır: “Der Zeit ihre kunst, der Kunst ihre Freiheit”, yani Almanca bilmeyenler için söylüyorum, bunun anlamı: Der Zeit ihre kunst, zaman onun sanatı, der Kunst ihre Freiheit, sanat onun özgürlüğü. Aslında bu formül her zaman için geçerlidir, beğenin veya beğenmeyin. Atatürk’ün de yapmak istediği o zamanlar buydu. İzah etmek için bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkürler size. Sağ olun.