Teşekkür ederim sayın Başkan. Ben böyle bir kenarda, bir köşede büyük bir zevk alıyorum, çünkü Cevad Memduh Altar’la ilgili benden önce çok önemli detaylar vurgulandı. Ben de mümkün mertebe üstüme düştüğü şekliyle bazı bilgiler aktaracağım, kitaplarından bahsedeceğim. Şöyle bir bilgiyle başlamak istiyorum: hani derler ya kıl payı otobüsü kaçırdım, ben de kıl payı Cevad Memduh Altar hocamı kaçırdım. Tam derse gideceğim vakit Hoca bir bisiklet çarpmasından dolayı rahatsızlandı, böylece ben de derslere gidemedim. Ondan sonra maalesef derslere devam edemeyince, ben hiç öğrencisi olamadım. Aslında seneler örtüşüyor ama dediğim gibi maalesef kıl payı hocamın öğrencisi olma şerefine nail olamadım. Onu ben de burada tanıyorum, daha iyi tanıyorum, daha önce elbette kaynaklardan tanıyordum, ama bugün özellikle yakınlarından daha da yakından tanıyacağımı düşünüyorum ve hakikaten mutluluk duyuyorum, çünkü her yanıyla daha iyi anlamaya devam ediyorum.
Ben tabii öğrencisi olamadım ama öğrencisi olanlar da var aramızda, onların izniyle bir öğrencisinin anısıyla başlamak istiyorum: Besteci Hasan Uçarsu’nun anısıyla. Hasan Uçarsu maalesef vakit uymadığı için derslere gidemiyor, program uygun değil, zaten Hoca da evinde ders verdiği için, biraz da mesafe olduğundan, Hasan Uçarsu bir türlü gidemiyor, fakat dersi de alıyor. Ne yapalım, ne edelim derken diyor ki Cevad hoca, “Tamam siz kendinizi hiçbir şekilde sıkıntıya sokmayın, bana ödevinizi hazırlayın”. Ödevi hazırlıyor Hasan Uçarsu, fakat yine öyle bir zamana denk geliyor ki yine gidemiyor. Ondan sonra telefonda “Hocam ne yapayım?” falan diyor. “Tamam evlâdım” diyor, “en iyisi siz bana ödevinizi okumaya başlayın” diyor. Hasan Uçarsu ödevi okumaya başlıyor telefonda. İşte hocam şudur budur derken, “Bir dakika üç cümle önceden alır mısınız?” diyor. “Tabii hocam alayım” diyor Hasan Uçarsu. Bir süre devam ediyorlar. “Şimdi bir önceki cümleyle bunu birleştirip tekrar okuyabilir misiniz?” diyor. “Tabii hocam” diyor Hasan Uçarsu. “Bakın orada şunu da değiştirin diyor” meselâ. Onun gibi telefonda örnekler veriyor. Ondan sonra “Aferin evlâdım. 100!” diyor telefonda. Tabii Hasan Uçarsu’yu hepimiz tanıyoruz, o dönemde öğrenci olarak çok gayretli olduğu için Cevad hoca kesinlikle onun şevkini kırmak istemediğinden böyle bir şey yapıyor.
Diğer bir ayrıntıyla devam edeyim: Derleme gezileriyle ilgili olarak bir yanlışlık vardır tekrar edilen. O da iki ayrı grup tarafından gerçekleştirildiği belirtilen ikinci derleme gezisinde ilk grup mensubu olarak Cevad Memduh Altar’ın Ferit Alnar, Halil Bedi Yönetken ve Tahsin Bangoğlu ile Kütahya, Afyon, Denizli, Aydın, İzmir, Manisa ve Balıkesir illerini 1938 yılında 1,5 ay boyunca tarayarak 603 ezgi derlediği ifade edilir. Maalesef Cevad Memduh Altar herhangi bir derleme gezisine çıkmamıştır. O tarihte Millî Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Şube Müdürüdür. Büyük ihtimalle derleme gezileriyle ilgili haberlerdeki yanlış anlama neticesi ismi zikredilmiştir.
Şimdi size bahsedeceğim kitaplardan bir tanesi “15. yüzyıldan bu yana Türk ve Batı kültürlerinin karşılıklı etkileme güçleri üstüne bir inceleme”. Yoğunluktan ötürü bu kitabı dün akşam otobüste gelirken daha rahat bir şekilde inceledim, daha önce şöyle bir göz gezdirmiştim, itiraf edeyim. Pazartesi, salı, çarşamba günleri bu hafta İstanbul’da bir müzik kongresi vardı. Düzenleyenlerden Mehmet Kalpaklı da aramızda. Ellerinize sağlık, gerçekten çok önemli, çok geniş bir kongreydi. Orada yabancı bir müzik bilimcisi ilk gün “1665’te Viyana elçisi Kara Mehmet Paşa döneminde elçiliğinde mehterhane müziği ve anlamı” diye bir bildiri sundu. Keşke ben bu kitabı geçen hafta okuyabilseydim. 25inci sayfadan itibaren o müzik bilimcisi sadece o dönemde bildirilmiş olanları, yani daha doğrusu onları ağırlayan heyetteki ilgili kişinin kendi yöneticisine verdiği raporu bildiriyordu, yani o belgeyi sunuyordu ve onun üstünden bilgiler veriyordu. Vallahi Cevad hoca 25 yıl önce hepsini tek tek bildirmiş. Zaten Viyana arşivlerinde bizzat kendisi çalışmış. Bunun yanı sıra müzik bilimcisinin gösterdiği belgeleri de aynen gösteriyor, burada 25inci sayfadan sonuna kadar hepsi var. Ayrıca Evliya Çelebi ya da o dönemle ilgili ne varsa hepsi geniş olarak hep bu kitabın içerisinde yer alıyor. Biz tabii pazartesi günü o müzik bilimcisini zevk ve hayranlıkla izlemiştik. Dün akşam otobüsteki halimi sanırım anlatmama gerek yok.
İkinci kitap olarak “Paul Hindemith’le karşılaşmam” adlı kitabını sizlere anlatmak istiyorum. Şimdi maalesef bu kitaplar artık çok fazla yayınlanmıyor ki yayınlanmalarına da ihtiyaç var. Bilindiği üzere 1935 yılında özellikle Paul Hindemith Türkiye’ye geldiği zaman onun temaslarında Cevad Memduh Altar yanında yer almıştır. Bu yayın da 25-29 Nisan 1983 tarihleri arasında Ankara’da Alman Kültür Merkezi’nde düzenlenen Hindemith Haftası çerçevesinde Cevad beyin yaptığı konuşmayı içeriyor ve Kültür Merkezi’nce basılmış. Sunuş bölümü olarak da Frankfurt Paul Hindemith Enstitüsü Müdürü Dieter Rekstort’un bir yazısı yer almaktadır. Türkçe ve Alman dillerinde yazılan kitap 45 sayfayı içeriyor. Kitapta Cevad hoca, Paul Hindemith ile mesaisi ve dostluğunu anlatıyor, onunla çalışma hadisesini ise şöyle beyan ediyor: “1935 yılında Millî Eğitim Bakanlığı’nda Güzel Sanatlar Şube Müdürlüğü görevini yürütürken zamanın Milli Eğitim Bakanı rahmetli Saffet Arıkan ile bu konuya büyük emeği geçen Bakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Cevat Dursunoğlu adına Paul Hindemith’i karşılama ve onunla çalışma fırsatını elde etmiştim.” Şimdi hangi metni okursanız okuyun, Cevad Memduh Altar’ın yazdığı bir şey çok fazla dikkatinizi çekiyor: inanılmaz bir saygı, inanılmaz bir sevgi ve değer verilmesi, kesinlikle hiçbir kimseyle polemiğe girmemiş, herkese müthiş barışçıl bir şekilde yaklaşmış. Tabii yakınları bunu bizden daha iyi ifade edeceklerdir, ama benim dışarıdan bakan bir gözle gördüklerim bunlar. Ve Paul Hindemith’le de dost oluyorlar, önce bir mesai, sonra da dost oluyorlar, ailece dost oluyorlar ve Hindemith ne zaman bir raporu ele alsa Cevad Memduh Altar da hemen onun raporlarını Türkçeye çeviriyor. Bundan dolayı Hindemith de çok mutluluk duyuyor ve “Göğsü kıvançla kabaran müzik yazarından vefalı çevirmeni Bay Cevad’a, Paul Hindemith, Ankara Nisan 1935” ibareli bir fotoğrafını armağan ediyor.
Hindemith’in hayvanat bahçesindeki bir aslan macerası var. Aslanlara pek düşkün Hindemith. Tabii Cevad Memduh hoca da bunu büyük bir keyifle
anlatıyor. Hayvanat bahçesine gitmek istiyor, yeni kuruluyor tabii o zaman. Gerekli izinler alınıyor, gidiliyor. O arada bir an yalnız bırakıyorlar Paul Hindemith’i, dönüp bir bakıyorlar ki bir yavru aslan Paul Hindemith’in bacaklarının arasında. Tabii endişe ediyorlar, eyvah yandık falan diye. O arada bakıcıları yetişiyorlar, aslanı alıyorlar. Cevad hoca diyor ki, “Şimdi böyle bir durumda ben şöyle düşündüm” diyor, “bak biz size Almanya’dan en önemli müzik adamımızı gönderdik, siz onu aslanlara yedirttiniz diyecekler” diyor. Bu anekdotun ilerisinde de şöyle bir şey diyor -ki bu hakikaten Altar hocanın hiç alışık olmadığımız bir tarzı- “Şimdi gelelim o tarihlerde Ankara’da bile Hindemith’e meydan okumaya kalkışan iki ayaklı aslanlara: nitekim onun Ankara’ya davet edilmesine şöyle diyenler de oldu: Türkiye’ye neden Almanya’dan müzikçi gelecekmiş, bizim müzikçilerimiz yetişmiyor mu? Madem yabancı uzman gelecek pekâlâ Fransa’dan, Avusturya’dan, hattâ Macaristan’dan da uzman getirtilebilirmiş”. Şimdi bu ülkelerin isimlerini zikredince biz tabii hemen anlıyoruz kimlerin söylediğini bunları. “Malûm ya Türklerin dediği gibi herkesin gönlünde bir aslan yatar ve herkes kendi aslanını iş başına getirmek ister, ama biz muhtaç olduğumuz aslanı nereden getirteceğimizi tayinde hata etmedik kanısındayım ve zamanla elde ettiğimiz sonuçlar gerçeği olduğu gibi kanıtlar niteliktedir.”
Metnin devamında Cevad Memduh Altar gayet pozitif bir yaklaşımla Hindemith ve çalışmalarıyla ilgili bilgileri aktarmaktadır. Aynı zamanda Karl Ebert, Liko Amar, Zuckmayer, Praetorius gibi önemli isimlerin Türkiye’ye gelmeleriyle ilgili bilgiler vermektedir. Bu yayın tıpkı Gültekin Oransay’ın yayınlamış olduğu Paul Hindemith raporları gibi önemlidir, o süreci aktaran bir başka kaynak elimizde mevcut değildir.
Değerli ailesinin bize inceleme maksadıyla birer nüsha verdiği Karl Ebert mektuplarından biraz bahsetmek istiyorum. Bu mektupları inceledik. Karl Ebert mektuplarının bir kısmı da raporlardan oluşmaktadır. Ebert önce bir opera ve tiyatro okulunun kurulması ve yürütülmesi mi, yoksa tümüyle bir opera kurumunun işlerliğe kavuşturulması ve buna bağlı olarak operaların sahnelenmesinin mi düşünüldüğünü öğrenmek istiyor ve bunun da ne kadar süre içinde hangi tarihten itibaren Ankara’da bulunmasını gerektireceğini sorarak muhtemel tarihler hakkında malûmat veriyor. 28 Şubat 1936’da geleceğine dair bilgiyi Muhsin Ertuğrul Cevad Memduh beye bildiriyor. Karl Ebert 3 Mayıs 1936’da İsviçre’den gönderdiği 27 sayfalık raporda tüm fikirlerini sıralıyor. Sanırım bu raporları daha önce Almanya’da yayınlamışlardı. Bu konuda Feza Tansuğ benden daha iyi bilgilere sahip. Bu satırlarda Karl Ebert’in özellikle Ahmet Vefik Paşa’yı, Muhsin Ertuğrul’u ve çalışmalarını takdir ve beğeniyle karşıladığını görüyoruz. Avrupa’da tiyatro denilince ne tür konuların önem kazandığını ve Türkiye’de bu konularda neler yapılabileceğini ifade ediyor.
Şimdi bu görüşler içinde en önemli olanı, bir devlet tiyatro akademisinin kurulması yönündeki fikir. Yurt dışına bazı adayların eğitime gönderilmesinin yeterli olacağı yönündeki fikirlere karşı çıkarak şahsen faydalı olsa da yüzde doksanı pedagojik altyapıya sahip olmayacağından memlekette bu istifadelerini hiç kimseye aktaramayacaklarını belirtiyor ve bir çiçekle yaz olmaz deyimini kullanıyor Karl Ebert. Tabii bunları bize aktarırken Cevad hocanın inanılmaz bir dil uzmanı olduğunu da görüyoruz, çünkü çok rahat ve anlaşılır ifadelerle aktarıyor, -Fatih Yayla’nın da ifade ettiği gibi- herkesin anlayabileceği tarzda aktarıyor. Tiyatro okulu, opera okulu ve kurumlarıyla ilgili neredeyse A’dan Z’ye tüm detayları anlatıyor Karl Ebert, hangi derse ne tür vasfa sahip öğretmen girebilir, müdür nasıl bir kişi olmalıdır, kostüm bilgilerinden makyaj bilgilerine kadar, dönem dönem, yıl yıl lisans eğitiminin ne şekilde olacağına kadar, gerek tiyatro gerek opera okulunda neyin ne şekilde olacağı, çekinceleri, samimi itirafları, yardım talepleri, anlayış beklentileri ve istekleri ayrıntılı biçimde aktarılıyor. Tabii bu çevirilerde Ebert’in görüşleri sanki kendi dilindeymiş gibi aktarılıyor, o günkü dille ve bugün de gayet iyi anlaşılır ve abartısız. Bir şey daha dikkatimizden kaçmıyor: Hindemith’le olduğu gibi Cevad Memduh Altar ile Karl Ebert arasında oluşan dostluk ve samimiyetten ötürü ifadelerin rahat, açık, yarar gözetilir biçimde kullanılmasıdır.
Ben bu meyanda bir hususa daha dikkatinizi çekmek istiyorum: Ulu Önder’in direktifiyle temeli atılan Ankara Devlet Konservatuarı yapılırken yukarıdan görünümünün duvar piyanosu şeklinde tasarlanması, Ankara’nın en kurak yerine orman çiftliğini kurma, ayağı takılarak elindeki ikramı konuk devlet yöneticisinin üstüne düşüren hizmet elemanına ve insanına “ben bu ulusa her şeyi öğrettim, hizmetkârlığı öğretemedim” gibi bir deyişle sahip çıkışı ve onu yüceltişi, Cumhuriyet’i ve bu yenilmeyen adamla ulusunu tanımak isteyen bir zamanların düşmanı zorunlu dostlarını karşılayan, ağırlayan Riyaseticumhur Musiki Heyeti. Atatürk içeriğe ve detaylara çok önem gösteriyordu. Düşünsenize Cevad beyin yurt dışında tahsilini tamamladığını öğrenir öğrenmez onu sinemada buldurtmuş, o kıyafetle görüşmüş ve önemli görevler vermiş. Öyle ki Paul Hindemith, Karl Ebert ve diğer değerli şahıslarla belki bir başka branştan kişi ilgilenseydi birçok nokta kaçırılacaktı. Asıl Cevad bey gibi samimi, hiç kimse hakkında kötü kelam sarf etmeyen, tamamen yapıcı bir kişi köprü vazifesi görmeseydi aynı nitelikleri başka kimse gösterebilir miydi? Hem Hindemith hem de diğer müzik adamları bu kadar etkilenerek gerçekçi raporlar sunarlar mıydı?, yoksa bu hareket göstermelik, şekilci bir hareket, ben de aynı anlayışla bir şeyler karalar dönerim mi derlerdi? Her an yanlarında bulunan rehberlerin ne büyük önemi vardı.
Türkiye’de güzel sanatlar alanındaki kurumlarla ilgili 1960 yılında yazdığı ve yayınlanmamış notları da var değerli ailesinin bize aktardıkları arasında. Bunlardan çok kısa bahsetmek istiyorum. Bu notlarda plastik sanatlardan resim heykele kadar, müziğe kadar türlü konulara bilgin olarak yöneldiğini görüyoruz, kısa net ifadelerle. Bunun yanı sıra bütün konularla ilgili bilgiler veriyor, bütün kurumlarla ilgili. Bunların işleyişiyle ilgili, İzmir Devlet Konservatuarı’ndan tutun da Sanayii Nefise Mektebi’nin inşasından cumhuriyetin ilanına kadar, devletin güzel sanatlara yardımına kadar, fevkalade
istidatlı çocuklar, yani harika çocuklar yasasından tutun da Bursa Güzel Sanat Okulu’nun kuruluşuna veya bunların tarihsel süreçlerine kadar birçok konuda bilgiler veriyor. Umuyoruz bir gün gelir bunları da yayınlar, Türkiye’de müzik biliminin yararına sunarız.
Geçenlerde bir yazışmada naklettiğim bir hususla bitirmek istiyorum. Bilmiyoruz ve çok klişe ifadelerle geçiştiriyoruz bir çok şeyi, dinlemiyoruz, katılmıyoruz, okumuyoruz ve neredeyse artık içgüdülerimizle yaşamaya başladık. Bu da insanî vasıflarımızın çöküşü anlamına geliyor. Ben hep şunu savunuyorum: asıl bilmek demek, araştırmak ve öğrenmek demek, görmek demek, kendi gözlerimizle görmek demek, çünkü biliyorsunuz dinimizde de var, ilk emir “oku”, yani git öğren, bak, araştır falan değil, “oku”, yani kendin oku. Tabii her şeyi başkasından öğrenme kolaylığına sahip olduğumuz için böyle değerleri hep aradan kaçırıyoruz ve gelişigüzel cümlelerle geçiştiriyoruz. Cumhuriyet dönemiyle ilgili olarak yapılan yanlışlıklar, konuşmalar asıl işte buralarda, bu tür zeminlerde bunlar daha rahat bir şekilde konuşuluyor. Müzik Kongresi’nde çarşamba günü ben Osman Zeki Üngör’ün 1926 yılında yazdığı ve hiçbir yerde yayınlanmamış olan raporlarını okudum ve bütün bilgileri altüst etti. Bir diğer husus da Riyaseticumhur Musiki Heyeti olarak şu anki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın olmadığını, başka bir Riyaseticumhur Musiki Heyeti’mizin 2 yıl boyunca görev yaptığını ve hiçbir tarih kitabında bunların yer almadığını da aktardım, ama o zümrenin dışına bu bilgiler çıkamadı. Ama bir önceki oturumda başka bir katılımcı Ancen Özasker’in kitabından olduğu gibi alarak ve Özasker’in kendi bilgisi çerçevesinde veya kaynaklarından edindiği kadarıyla -ki yanlış bilgilerin aktarılmasıdır- bize aktardı ve böylelikle yanlış bilgiler devam etmiş oldu. Bu konulardaki en iyi bilgiler ancak ve ancak ehil kişilerin ya da bu tür toplantıların konusudur ve umarız buradan oluşturacağımız yayınlar bu yönde yardımcı olur ve okunur. Sonra da aynı hatalarla uğraşıp zaman kaybetmektense biz Cevad Memduh hocalarımızın bize devrettiği mirası artık sahiplenerek biraz daha yürümeye başlarız.
Hepinize sabrınızdan ötürü teşekkür ediyorum.
Şimdi en zor an. Başlamak güzel de bitirmek çok zor, hakikaten çok duygusal bir an benim için. Ben bugün ilk oturumda söylemiştim, ben kıl payı hocamın öğrencisi olmayı maalesef kaçırdım, fakat bugün konuşmalar esnasında bir siluet canlandı hafızamda. Sanki böyle okula gittiğim zaman hocayı merdivenlerde görmüş gibiyim, öyle bir şey geldi yani. En üst kattan -Özer hocam, Ayşe hocam çok iyi hatırlarlar- en üst kattaki eski müzikoloji odası şimdi Müdür Yardımcısı odası oldu, oradan çıkarken zannedersem, yanında bir öğrencisiyle birlikte giderken -ama benim daha ilk başladığım zamanlarda- sanırım ben hocamı gördüm veya bugün yaşadıklarımdan sonra ben onu gördüğümü zannetmeye başladım.
Şimdi, panellerle ilgili hep şu söyleniyor: Yahu hep olumlu yönleriyle ortaya koyuyorsunuz, bu adamların hiç mi kötü yanları yok? falan filan diye. Ben de hep şunu söylüyorum: Sel gider kum kalır. Bize ne verdi ve biz ondan neyi devralıp neyin üstüne gitmeliyiz? Bu Cevad Memduh Altar için ya da diğer isimler için -bundan önce Gültekin Oransay, Mahmut Ragıp Gazimihal- onlar için de geçerliydi. Bak şu tarafı da yok muydu? gibi ifadeler vardı. Ama biz ondan neyi alıp neyi götürmeliyiz? Çünkü hakikaten müzikoloji camiasında o kadar yeni doğmuş gibiyiz ki, bir çok şeyin farkında değiliz. Kim ne yazmış? Hiçbir şeyden tam anlamıyla, gereğiyle haberdar değiliz. İşte ben bir hafta önce o kitabı okumuş olsaydım, o yabancı müzik bilimcisi -kaldı ki değerli bir müzik bilimcisi- ben ona derdim ki, “Üstat 25 yıl önce her yönüyle yazmıştı, yeni bir şey değil bu”. Ama evet, hep yabancı müzik bilimcileri çok iyiler, bizim müzik bilimcilerimiz yok, biz iyi yapamıyoruz gibi zannediyoruz. Halbuki işte Cevad Memduh Altar 25 yıl önce yapmış.
Commedia del arte konusuyla ilgili bir çalışma hazırlamıştım. Konservatuardaki ilk yılımdı ve bu çalışmayı bir yıl sonra Opera Tarihi bölümü öğrencilerinden birinin elinde gördüm, çalışıyordu. Bunu kimin verdiğini sordum. Şu an öğretim görevlisi olan bir arkadaş, -o zaman asistandı- o vermiş öğrencilerine, fakat benim haberim yok ve -tabii çocuğuz, Lisans 1’de olduğumuz için küçük görülüyoruz- öyle bizden izin falan almak hak getire. Yani bunu vermiş. Ben de gittim, -muziplik de var işin içinde- “Hocam merhaba” dedim, “ben commedia del arte konusuyla ilgili geçen yıl bir çalışma hazırlamıştım” dedim. “Evet” dedi. Ama ondan önce de metni şöyle bir okudum. Meselâ bir kısım var metinde, “her şeye rağmen...” falan diye devam ediyor metin, fakat ben orada “rağmen”i unutmuşum -daktiloyla yazıyorum-. Benden alırken veya intihal ederken o “rağmen”i o da unutmuş, yani o kadar dikkatsiz, onu bile okumuyor. Sonra dedim ki, “Ben ona çalışıyorum” -hâlâ çalışıyorum, geçen sene de çalıştım- “notlarınızı verebilir misiniz? Çok faydalanabileceğimden eminim”. Hemen hızla yanımdan kaçmaya başladı ve dedi ki, “Cevad Memduh Altar’ın “Opera Tarihi” kitabını oku, orada var” dedi. “Ben onu okudum” dedim. Sonradan benden aldığını söyledi. Fakat o zaman da başka bir şey fark ettim: commedia del arte ve müzikle ilişkisi üzerine bir tek Cevad Memduh Altar’ın “Opera Tarihi” kitabı var, Türkiye’de başka kaynak yok bu konuyla ilgili olarak. Geçenlerde İstanbul’daki kongrede Cemal Ünlü bir sunum yaptı, ben ona da söyledim, “Bakın commedia del arte ile ilgili kaynak bir ‘Opera Tarihi’nde var, bir de ben verebilirim size” dedim. O kadar bâkir bir durumdayız ki ve kendileri bu boşluğu öyle bir doldurmuş ki, yani inanılmaz bir şey.
Zeynep hanımı saygıyla anıyorum ve selamlarımızı da ailesi aracılığıyla iletiyoruz. Gerçekten tam bir Cumhuriyet hanımefendisi. Görünmeyen, daha doğrusu isimsiz bir kahraman demişti, sessiz bir kahraman demişti Adalet hanım, Cevad Memduh Altar gibi. O sessizliğin arkasındaki sessiz kahraman Zeynep hanım, galiba -anladığım kadarıyla- çocuklarına öyle bir etki yapmış ki, “Aman babanızı rahatsız etmeyin, o rahat rahat çalışsın” diye. Bir de baksanıza onun metinlerini daktiloyla yazıyor, alıyor, okuyor, yardımcı oluyor. Paul Hindemith’le, Karl Ebert’le birlikte olan fotoğrafların hepsinde Zeynep hanım var. Hindeminth’i arslan yavrusunun affettiği hayvanat bahçesi macerasında da hep Zeynep hanım var, hep yanında. Bazıları vardır, -onu da düşünüyorum şimdi- “Bana ne senin müzikçilerinden?” diyebilirdi. İnanılmaz bir Cumhuriyet kadını var. Hakikaten saygılarımı iletiyorum kendilerine.
Bugün bestecilerin eserlerinin icrasıyla ilgili inanılmaz çabalar sarf ediyoruz, yazılar yazıyoruz. Daha dün akşam Server Acim hocamla bu konuyu paylaştık, dedik ki, orkestraların kapanmamasıyla ilgili olarak mücadele veriyoruz, bunu hakikaten neden yaptığımızı bilmiyoruz. Evet, benim Senfoni Orkestrası ile şuradan buradan hiçbir alâkam yok, ama Senfoni Orkestrası’nın kapanmamasıyla, tam tersine çoğalması ve Türk bestecilerinin eserlerinin seslendirilmesiyle ilgili uğraşıyoruz. Bugün anladım neden olduğunu, daha doğrusu tekrar hatırladım neden olduğunu: bu bir virüs gibi âdeta, ama güzel bir virüs ve bu virüsün çok daha yayılması gerekiyor.
Malûm-u âliniz, mart ayında biz bir panel tertip ettik: Rauf Yekta paneli. Şimdi onun şahitlerinden Feza Tansuğ burada, Yelda hanım burada. Ve biz hiç beklenmedik bir şeyle karşılaştık: Rauf Yekta beyin adını kullanarak bir panel yaptığımızdan ötürü mirasçısı, yani torunu bizden telif rica etti! Hattâ o anda telefonu hemen diğer telefona yönlendirdim ve Yelda hanıma da dinlettim. İnanılmaz bir şeydi. Ondan sonra Cevad Memduh Altar panelini hazırlamaya başlayınca -ki bize yeni bir kan lazımdı- ailesinin inanılmaz uğraşısı, desteği hasıl olunca heyecanlanıp -ki heyecanımı çok iyi bilir değerli çalışma arkadaşım Yelda hanım- hemen onu aradım, “Bakın, aman işte, yani deli divane oldular” dedim. Ayşe hanım benim piyano hocamdır, İnci hanıma demiş ki, “Sen işi gücü bırak, bu konuya eğil, bu bizim görevimiz” demiş. Diğer yanda benden para isteyen birileri, bu yanda da benden daha fazla bu panel için uğraşan birileri. Hakikaten ellerinden öpüyorum. Sağ olsunlar, var olsunlar.
Bugün aslında biz de düzenleme kurulu olarak biraz eksiktik. Maalesef bazı arkadaşlar bazı sebeplerden ötürü gelemediler, ama alnımızın akıyla sanırım bu paneli noktaladık. Bir kere dev puntolarla Yelda Cavga’ya çok teşekkür ediyorum. Onunla ekip ruhumuz bu kadar iyi uyuşmasaydı herhalde bugüne gelemezdik. İkinci kitabımla ilgili olarak kurumdaki kişiyle anlaşamamaktan ötürü neredeyse yırtıp atıyordum, çünkü o kadar önemli bir şey benim için birlikte çalışmak. Bunun yanı sıra düzenleme kurulu için ta kalkıp İstanbul’lardan Atilla Cömert geldi, burada da hastalığına rağmen Lüal Karatay geldi. Dört kişi, düzenleme kurulu olarak bugün o kadar büyük kadroya rağmen bu işi bitirdik ve hepsine gerçekten çok teşekkür ediyorum.
Beni kırmadılar, Ayşe hanım piyanoya geçti. Hasan Tura, Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası’ndaki görevini -bu akşam da konserleri var- bıraktı geldi ve çok tatlı bir müzik ziyafetiydi. Hakikaten harika anlardı.
Ben son sözü teslim ederken başta Feza Tansuğ, diğer katılımcılar, Cihat Aşkın, Adalet Ağaoğlu, Gündüz Gökçe, Ahmet Altar, Çetin Işıközlü, Özer Sezgin, İnci Kut, herkes, hepsine çok teşekkür ediyorum. Bizi kırmadılar, burada oldular ve bize Cevad Memduh Altar’ın o zengin kişiliğini o zengin sohbetleriyle aktardılar. Sağ olsunlar, var olsunlar. Umarım biz en kısa zamanda bu yayını da hazırlarız.
Bu arada geçemeyeceğim, çok heyecanlandığım için söylüyorum. Öğretmenler Marşı’nın keman piyano düzenlemesi harikaydı, Server hocamın ellerine sağlık diyorum.
Ve inşallah bundan sonraki Rauf Yekta paneli, Halil Bedi Yönetken, Muzaffer Sarısözen ve önümüzdeki yıl 2007 olduğu için Adnan Saygun panellerinde, etkinliklerinde ya da sempozyumunda bir arada olmak dileğiyle hepinize saygılarla huzurunuzdan ayrılıyorum. Teşekkür ederim.