Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

PANEL

Oğlu Ahmet ALTAR'ın konuşması:


          O kadar çok şey söylendi ve o kadar güzel şeyler söylendi ki, ve duygusal şeyler söylendi. Tabii bunlar bizim açımızdan aile olarak son derece önemli. Hemen konuşmamın başında şunu da vurgulamak istiyorum: Annem buraya gelemedi, yaşı nedeniyle, sağlık nedeniyle buraya gelmesi oldukça zordu, ama bilhassa buraya sevgilerini yolladığını söylememizi bizden rica etti. Kendisi kalben burada, “gönül isterdi ki gelebileyim, fakat bu şartlarda gelmem çok zordu” diye bunu belirtti. Bunu da bu vesileyle söylemiş olayım.

          Babam tabii ki çok yoğun bir kültür hayatı içinde bulunmuş, bu yaşantısı içinde son derece mühim insanlarla -sizler gibi-, birçok önemli şahsiyetlerle beraber olma fırsatını elde etmiş, en mühimi -Gazi Mustafa Kemal derdi kendisi- Atatürk’ü tanıma şerefine erişmiş. Bu çok büyük bir şey tabii -kendisi için-, hep kendine örnek aldığı bir insan, hepimizin, her Türk aydınının yapması gerektiği gibi, Atatürk’ü tanımış, İsmet İnönü’yü, İsmet Paşa’yı tanımış bizzat, yakınında bulunmuş, uluslararası birçok müzisyenlerle, bilim adamlarıyla tanışmış: Albert Schweitzer meselâ, bizzat tanımış, çok büyük bir şans olarak nitelendirirdi bunu. Bunun gibi uluslararası ve Türkiye’nin kıymetli, müzik sahasındaki kıymetli insanlarıyla beraber olmuş, büyük insanlarla beraber olmuş, yurt dışında, yabancı ülkelerde, yani çok yoğun bir kültür hayatı olmuş. Sizler de bunu belirttiniz, anladığım kadarıyla. Tabii bütün bunları, kendisi de büyük bir zevkle, -bulunduğu özel toplantılarda veya verdiği konferanslarda, mutlaka arzu ederlerdi- bunlarla ilgili anılarını anlatırdı, fakat bu anılar kayda geçmiş anılar değildi. Tabii biz de çocukları olarak, ben de bu konuda biraz hassastım, birçok güzel konular konuşuluyor, Atatürk’ten bahsediliyor, uluslararası şahsiyetlerden bahsediliyor, bütün bu konuşmalarında bahsettiği kişileri bize de anlatıyor, toplantılarda da anlatıyor, ancak bunların bir kayda geçmesini istediğimiz vakit şöyle diyordu: “Benim bunlarla uğraşacak vaktim yok!”, çünkü vakit çok önemliydi kendisi için, yani o da çok arzu ediyordu, bunu kabul ediyordu.

          Şöyle özetleyeyim: 1985 yıllarına doğru, artık 83 yaşına geldiği zaman, yapabileceğini kabul etti, yani kabul ettirebildim. Nasıl yapacaktık? Tabii ben de çalışma hayatındayım. Haftada bir kere hafta sonları buluşacağız. Baştan şartını koydu: 1 saat. Tabii çok az, ama ben buna da razı oldum. Kayıt yapacağız, bunu bir CD değil de o günkü koşullarda teyp ortamında kayda geçireceğiz bunları. Ve başladık. Aşağı yukarı 8-9 sene kadar beraber bu işi yapmaya çalıştık. Ama burada istatistiki olarak şöyle bir açıklama yapmak zorundayım: ilk 1-2 yıl çok iyi gitti, haftada bir kere, ama tabii onun işi çıkıyordu, benim durumum müsait olmuyordu, hasta oluyordu, sorunlar oluyordu falan, bazı aksamalara girebiliyordu. Bu 1-2 yıl nispeten iyi gitti, fakat ondan sonra yavaşlamaya başladı. Bu çalışmaları yaparken kendisinin hep söylediği şey şuydu: “Evlâdım, biraz çabuk olalım, benim dersim var! Bu hafta dersim var!” Yani babam için en mühim şey dersleri, talebeleri, okulu. Katiyen öne alamıyorum, istiyorum ki haftada bir gün bunu yapabilelim. Hep ertelemeye çalışıyor. “Çabuk bitirelim!”, “Bitiyor mu?” şeklinde. Babamın şöyle bir şeyi vardı, -daha önceki konuşmacılar da belirttiler- çalışmayı çok seven bir insan, fevkalâde çalışmayı seven bir insan -ben öyle olamadım şahsen-. Bu çalışma düzeninde talebelerine vereceği dersleri önceden hazırlama merakı vardı, yani hiçbir zaman -siz mutlaka bilirsiniz- bildiğiyle gitmezdi. Önceden çalışır ve iki tane önemli hazırlık yapardı. Bir tanesi, görsel malzeme hazırlardı. Bilmiyorum yanılıyor muyum? Tabii bu söylediğim sadece üniversitedeki dersleri için değil, Kız Teknik Öğretmen Okulu veya teknik öğretmen okullarında, bunun gibi diğer dersleri için de söz konusu. Kendisi önceden malzeme hazırlardı ve bir text hazırlardı, daha önce de söylendiği gibi, ve talebelerinin kendisini dinlemelerinin yeterli olacağını söylerdi, çünkü “bu sanattır, kabiliyettir, hiçbir zorlamayla olmaz” derdi. Nitekim ben de bir sanatkâr olamadım, çünkü çok liberal görüşlü bir insan olduğu için hiçbir zaman beni zorlamadı. Keşke olabilseydim tabii. Neticede bu hazırlıkları yapmadan derslerine gitmediği için bunu yapmadı mı huzursuz olurdu. Şimdi meselâ hafta sonu en mühim şey, hafta sonu nispeten daha rahat, çünkü hafta içinde derslerine gidiyor, şunu yapıyor bunu yapıyor, hafta sonundaki bu kayıt çalışmalarını mümkün olduğu kadar aksatmaya çalışıyordu, çünkü hep aklı fikri talebelerinde. “Dersim var”, “dersime çalışacağım”, “Hazırlık yapacağım”, “Malzeme hazırlayacağım” filan. İşte bu şekilde 1-2 sene gitti, ondan sonra daha da yavaşlamaya başladı. Son 2-3 senede de sağlık nedenleriyle nispeten aksamalar başladı, ama bir plan çerçevesinde yaptığımız bu çalışmaları aşağı yukarı maalesef %75 filan bitirmeye muvaffak olduk, yahut %20-30 gibisini yapamadık, hiç yapamadık, zaman yetmedi, yani ömrü vefa etmedi.

          Yani babam için vurgulayacağım iki tane çok önemli husus var: bir tanesi, onun için önemli olan, talebeleri. Ondan sonra da kitapları,  yazıları. Çünkü o esnada konferanslar da veriyor muhtelif yerlerde, derneklerde -dernek çalışmaları var-. Bu iki şey, -kendisi de önemini kabul etmesine rağmen- anı çalışmalarının daima önüne geçti, anı çalışmalarını maalesef istediğimiz şekilde yapamadık. Benim de istediğim bütün bu tecrübelerin bir kayda geçmesi ve ileride bir kitap haline dönüştürülmesi. Herhalde oldukça yararlı olur diye tahmin ediyorum.

Kendisi de şöyle derdi: “Ben bir kültür neferiyim!” Aynen böyle: “Ben bir kültür neferiyim!”  Çalışmaya, her sahada çalışmaya ve kendini eğitmeye, kendini yüceltmeye çalışan bir insan ve bunu da başkalarına yansıtmaya çalışan bir insan. Zaten hocalığı da herhalde -her hoca gibi- bunu gösteriyor. Burada önemli bir rehberi vardı, ünlü düşünürlerden -her şeydan önce tabii Atatürk’ün büyük bir hayranı, Atatürk’ün bütün düşüncelerine son derece saygı duyan, onlardan kendine öğretiler almaya çalışan bir insan-, bu arada ünlü bir Fransız edip var, Emile Littré, edip, düşünür. Onun bir lafı var, o laf babamı çok etkilemiştir ve hakikaten bütün felsefesini o düşünce, o söyleyiş, o deyiş yansıtıyor. Onu söylemek ihtiyacını duyuyorum: Emile Littré’ye soruyorlar -74 yaşında-: “İnsanın kendisine karşı en önemli görevi nedir? İnsanın insanlara karşı en önemli görevi nedir?” Bir toplantıda, bir düşünce toplantısında. Hattâ Emile Littré önce biraz müsaade istiyor bir düşünür olmasına rağmen, zaman istiyor. Sonradan cevabını şu şekilde veriyor -tabii bilemiyorum sözlü mü veriyor, yazılı mı veriyor- “İnsanın kendisine karşı olan en önemli görevi ‘öğrenmek’. İnsanın topluma karşı en önemli görevi ‘öğretmek’.” Öğrenmek ve öğretmek. Hakikaten babam için bu çok önemli bir düşünce şekliydi. Bütün çabası öğrenmek -öğrenmenin yaşı yok- ve öğretmek -öğretmenin de zamanı yok-. Bu tabii bir egoizmden çıkmak oluyor anladığım kadarıyla: bildiğini kendisine saklamamak, başkasına vermek. “Bu çok önemli” derdi. Ve bu da şu âna kadar anlatılanları özetleyen bir görüş, çok önemli bir görüş diye düşünüyorum. Kendisi de çok saygı duyardı bu görüşe.

          Ben tabii Atatürk’ten bahsetmek çok isterdim. Sayın konuşmacılar, bilhassa akademik konuşmalarda bunun önemini özellikle vurguladılar. Ben biraz aile yapısını, aile içindeki görüşünü yansıtmak istiyorum. Tabii bu ancak bizlerin söyleyebileceği bir şey. Toplumun en küçük hücresi olarak ailenin önemini her zaman bizlere aile içindeki eğitiminde yansıtmıştır. Son derece evine bağlı, saygılı bir insan. Tabii bütün hayatı boyunca her zaman bize söylediği de “Benim bütün gelişmemde en büyük rolü anneniz oynamıştır” derdi her zaman. Tabii her ailede olduğu gibi bir erkeğin başarısı varsa eğer, mutlaka onun arkasında eşinin olması çok doğal bir şey. Bunu da her zaman vurgulardı, eşin önemini vurgulardı, aile yapısını vurgulardı, bu bağların sağlıklı olmasının üzerinde çok dururdu. Tabii bunlar da bilimsel gerçekler mutlaka.

          Ben müsaade ederseniz burada bitireyim, sayın başkan, ama ondan önce bir şey rica edebilir miyim? Kısaca bir teşekkür etmek istiyorum. Tabii bu benim teşekkürüm ve ailemin teşekkürü, İstanbul’dan annemin de teşekkürüdür. Ben isim hafızam zayıf olduğu için, müsaade ederseniz buradan isimleri tek tek okuyacağım: Ahmet Adnan Saygun babamın tabii çok yakın dostuydu, güzel bir tesadüf bu ortamda babamı anmak. Bilgi Üniversitesi Ahmet Adnan Saygun Enstitüsü’nün bu düzenleme kuruluna teşekkürlerimi bildiriyorum, kendim ve ailem adına. Müsaade ederseniz, Dr. Işın Metin, Ersin Antep bey -bizi İstanbul’da buldu, bizlerle gayet sıkı temasta bulundu-, Dr. Feza Tansuğ bey ve Deniz Başuğur beye ve tüm düzenleme kurulunun raportör, üye ve bütün görevlilerine teşekkürü borç bilirim. Arz etmeye çalıştım. Teşekkür ederim.