Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

PANEL

Yazar Adalet AĞAOĞLU'nun konuşması:


          Değerli, sayın izleyiciler. Şurada sizlerin karşısında ve büyük müzik bilimcileri ve icracıları arasında kendimi gerçekten çok çok yeteneksiz ve ne söyleyeceğini bilemeyen bir durumda hissediyorum, fakat şu kadarını biliyorum ki Bilkent Üniversitesi’nin başta Rektör olmak üzere Müzik Bölümü ve tabii beni buraya getirmek için bütün sempatisini kullanmış olan ve Cevad Memduh Altar toplantısını hazırlayan Ersin Antep’e çok teşekkür etmek istiyorum. Sabahleyin bulunamadığım için de üzüntülerimi bildirmek istiyorum. Çok şeyden mahrum kaldığımı öğleden sonra çok daha iyi anladım.

          Özellikle hayatımızda, kültürümüzde azsesli müzikten çoksesli müziğe geçiş döneminde çok sabırlı, titiz ve yılmaz çabalar göstermiş olan Cevad Memduh Altar’ımızın -hiç hocam olmadı ama çok büyük öğretmenim, hayat öğretmenim olduğunu söyleyebilirim- 104. yaş gününde onun önünde büyük saygı ve sevgiyle eğilmek istiyorum. Saygı çok dörtköşedir aslında, çok ciddiyet ister. Sahiden bir dörtköşelik ister. Ben Cevad Memduh Altar’ın özellikle altını çizerek ‘sevgiyle’ andığımı söylemek istiyorum, çünkü bize sadece kişi olarak kendisini değil, çoksesli müziğe alıştırmak için ne kadar sevgiyle, sevgi dolu ve bizleri severek -biz acemileri diyorum, severek diyeyim, çünkü ben Cumhuriyet’in birinci kuşağından sayılırım, bunu unutmayalım ve bizim kulaklarımız teksesli müziğe alışık, babalarımızdan annelerimizden ötürü-, çoksesli müziğe geçişteki gösterdikleri büyük özen ve sevgiye karşı duyduğum büyük derin sevgi, hattâ aşk demek istiyorum, ifade etmek istiyorum.

          Cevad Memduh Altar bizim kuşaklarımızı aydınlığa doğru çekmekte tek başına değildi kuşkusuz, ama şunu unutmayalım ki Leipzig’den döndükten sonra Musiki Muallim Mektebi’ne başladığı günden itibaren, o genç yaşlarında, Ankara’daki Musiki Muallim Mektebi’nin Devlet Konservatuarı olarak çalışmasına büyük çaba sarf etmiştir. Şimdi ben tabii eksik olmasın Ersin Antep bana “Lütfen bizim bu toplantımıza, Cevad Memduh Altar’ın 104. yaşgününü anma toplantısına siz de katılın” deyince telefonda dedim ki, “Ben ne yapabilirim?” dedim. Sonra aramızda küçük espriler geçti ve dedim ki ama benim bir inancım var, bu da sözlü tarihe resmî tarihlerden daha çok önem vermem. Bizler büsbütün kaybolup gitmeden görgü tanıklıklarımızı, hayat dolu yaşamışlıklarımızı ifade edebiliriz. Bu da sahiden çağdaş tarihçilik anlayışımızla bu sözlü tanıklıklarımızın, yaşanmışlıklarımızın ifadesi bir katkı sağlayabilir. O nedenle de doğrusu çoksesli müziğe geçişte Cevad Memduh Altar’dan daha fazla anım olan başka kimseler var, icracılar var, ama sevgiyle, elinin üstünde okşayarak bizi eğitmesi diyeceğim -tırnak içinde- unutulur gibi değil.

          Şimdi Cevad Memduh Altar’ın hayatı üstüne çok şeyler söylendi, yakınları ne güzel ayrıntılarıyla anlattılar hayatını, fakat tabii ben bu anlamlı toplantıya katılmak için davet edildiğim zaman bu bölüme -Bilkent Üniversitesi Müzik Bölümü’ne-, ister istemez koşa koşa gittim, kitapları karıştırdım ve yıllardır gözden geçirmediğim Cevad Memduh Altar biyografisini gözden geçirdim. Kitaplarının bir kısmı bende vardı ama onları gözden geçiremiyordum, çünkü kitaplarımın çoğunu faydalı gördüğüm için Boğaziçi Üniversitesi’ne bağışlamış ve göndermiş bulunuyordum. Fakat biyografi deyip geçmeyelim. Ben tekrar yılları saydıkça, parmaklarımla yılları değerlendirdikçe devamlı olarak çağrışımların ve anıların hücumuna uğradım ve onları da elimden geldiği kadar not ettim. Şu yıl sana ne hatırlatır?, bu yıl ne hatırlatır? diye ve şu geldi aklıma birdenbire, çünkü yıllar öyle ki en güzel, en anlamlı anılar bile yılların külleri altında kalabiliyor, ama sadece biyografi okurken o küller yavaş yavaş kazınıyor, açılıyor, açılıyor ve anılarınız renklenmeye, hattâ seslenmeye de başlıyorlar, sadece renk değil yani. Profesör Özer Sezgin ne güzel söylediler, “müzik de bir dildir, tıpkı dil gibi dildir” dediler ve ben şimdi hissediyorum ki eğer ben metinlerimde müzikal sesi, kendi metnimin müziğini yakalamak istiyorsam, bunu ben Cevad Memduh Altar gibi bizi bu yolda hiç de ‘çaktırmadan’ diyeceğim, bize belli etmeden eğitmelerine bağlıyorum.

          Cevad Memduh Altar’ın biyografisini okurken, değerlendirirken ilk aklıma gelen şu anım oldu. Daha doğrusu şunu söylesem iyi olacak: ben orta okul ve lise yıllarımı Ankara Kız Lisesi’nde geçirdim ve o zaman Ankara Devlet Konservatuarı’nın kurulması ve Tatbikat Sahnesi’nin açılması yılları oluyor. Henüz Devlet Tiyatrosu yok, biraz sonra olacak, ama Tatbikat Sahnesi var. Tatbikat Sahnesi’ne gittiğimiz zaman -lisedeyken koşa koşa giderdik biz oraya- Cebeci’deki o çayırlık, çukurluk yerdeki Devlet Konservatuarı yepyeni bir bina, orada önce tıpkı bugün olduğu gibi bazı öğrenciler küçük bir müzik parçası çalarlardı, sonra Tatbikat Sahnesi tiyatro oyunlarını sergilerlerdi. Benim Cevad Memduh Altar ile ilk karşılaşmam bu Tatbikat Sahnesi sıralarında oldu. Kapının önünde dururken oldu doğrusu. “Çocuğum girsene, ne duruyorsun?” filan dedi. “Efendim, ben müzikten anlamıyorum da ancak tiyatroya çok merakım var, tiyatro kitapları okuyorum” dedim. “İşte şimdi onu oynayacaklar” dedi, elimden tuttu beni bir sıraya oturttu. Hiç unutmam bunu.

          Bu arada yavaş yavaş Küçük Tiyatro kurulmaya başladı. Bu oluyor herhalde 46-47 yılları filan. Ben de bu sefer fakülteye başladım, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne başladım. O arada artık Devlet Tiyatrosu, Küçük Tiyatro açılmış bulunuyordu ve benim tiyatro eğilimim biraz daha artmış bulunuyordu. Açık söyleyeyim, tiyatro eğilimim diyorsak Halkevi’ndeki Tatbikat Sahnesi temsillerinde genç oyuncular sahneye çıkıp iniyor, aramızda dolaşıyorlar filan, bir liseli genç kızın o oyunculara âşık olmasını da yaşadım. Ben birine âşık oldum fena halde, doğrusu o nedenle de tiyatronun ucunu bırakmıyorum, müzikten hâlâ korkuyorum kendime göre, yani hâlâ yaklaşamıyorum, fakat çok tuhaf bir şey, ben romandan çok tiyatro oyunu okumaya başladım kendi kendime ve bitirmeme yakın meselâ Radyo Evi’nde radyo temsil kolu vardı ve aynı zamanda savaş yılları içinde Ankara Radyo Evi’nde cumartesi günleri bizler için İzahlı Müzik saatleri olurdu. Açık söyleyeyim, büyüklerimiz, klasik radyomuzu açtığımızda, konserler başladığında izahlı klasik müzik başladığı zaman “gıy gıy gıy ne oluyor?” derlerdi filan , fakat öyle bir şey oldu ki, meselâ yine Devlet Konservatuarı ve Tiyatrosu’ndaki opera sanatçısı Ruhi Su, biz orta okuldan dönerken radyoda şarkılar, türküler söylemeye başladı ve çoksesli söylemeye başladı. Şimdi açıkça söyleyeyim, başta anne babamız dahil, -4 kardeşiz biz- 4 kardeş hepimiz böyle radyonun önünden ayrılmayıp onu dinliyorduk. Bakınız çoksesli müziğe alıştırmak için bu ‘küçük numaralar’ diyeyim, bunlar var. Birdenbire bütün aile bunu sevmeye başladı.

          Derken Küçük Tiyatro’dan sonra yavaş yavaş Devlet Operası kuruluyor, fakat bu arada şöyle bir şey var: ben daha fakülteyi bitirmeden önce radyo oyunları yazıyorum ve yine radyoda klasik müzik dinlerken, hiç unutmam Grieg’in konçertosunu dinlerken, ilk radyo oyunumu yazıyorum ve bu yayınlanıyor. Üstelik radyo oyunumun başına da Grieg bilmem hangi konçertosu, Opus bilmemne diye yazmışım, hâlâ duruyor, bende var ve bu da bir aşk üstüne, bir genç kızın aşkı üstüne bir oyun. Ertesi günü oldu, biz gene Küçük Tiyatro’ya gidip geliyoruz. Cevad Memduh Altar beyin ilişkisi sadece çoksesli müzik ama tiyatroyla ilişkisi de çok derin ve sahiden Batılı kültürü bize aktarmaya ve eğitmeye çalışan diğer kişiler, Refik Ahmet Sevengil meselâ, benim ilk radyo oyunlarımı kıyasıya eleştirmiştir. “Yeni bir oyunun yok mu?” dedi bir gün bana. Henüz radyoya girmiş değilim, çünkü ben radyoya 51 yılında girdim, ama ben dışarıdayken yayınlandı bu oyunum. “Yok mu?” dedi. Benim Grieg dinlerken yazdığım oyun var. “Var efendim” dedim, gösterdim. O zaman dilimi düzeltmeye başladı benim. “Bak radyoda şu şöyle denir, bir sözcük çok renk katmalı şuna” filan diye.

          Fakülteyi bitirmeden önce ne oldu biliyor musunuz, koskoca Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde her bölüm var, Fransız dili, Tarih bölümü, Türk edebiyatı, Rus edebiyatı, Arkeoloji bölümü, her bölüm var, bir tek müzik bölümü yok fakültede, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde böyle bir şey yok, fakat bizim şimdi anısını değerlendirmeye çalıştığımız Cevad Memduh Altar hâlâ çoksesli müziği anlatmaya çalışıyor, eğitici olarak, çeşitli devlet kurumları dahil, Devlet Konservatuarı dahil, ve ne buluyoruz?, birdenbire -bunu unutmam mümkün değil- Herman Scherer yönetiminde Dil Tarih Coğrafya Fakültesi konferans salonunda 9 Senfoni birden çalındı ve bütün öğrenciler biz ta balkonların en son sırasına kadar hepsini dinledik. Bu şu demeye geliyor -yani anıları düşünürken-, ne bileyim o sırada Rektör’ün başına vurularak indirilmiş, kalem kırılmış kafasında ve birtakım sağ sol meseleleri gırla gidiyor ve orada -öyle düşünüyorum ki- Cevad Memduh Altar gibi teksesli müzikten çoksesli müziğe giriş çabası, geçiş çabası içinde olanların büyük katkısıyla oldu bu. Sadece onun değil Güzel Sanat Genel Müdürlüğü’nde Şube Müdürlüğü’nün, Refik Ahmet Sevengil’in -daha henüz milletvekilliği yeni düşmüş, belki de birtakım güçleri de kullandı- ve o fakültede bu 9 Senfoni hem de büyük bir orkestra tarafından çalındı, Herman Scherer yönetti ve biz bunu dinledik.

          Fakat benim Grieg dinleyerek yazdığım o oyundan sonra tekrar Cevad Memduh Altar karşılaşmamda bana dedi ki, “Çocuğum” dedi, “ne kadar ilginç bir şey, sen bunu sahiden Grieg’i dinlerken mi yazdın?” dedi. “Evet efendim, öyle yazdım” dedim ve bana Ersin’in çok güzel anlattığı gibi az önce, metinle müzik arasındaki ilişkiyi anlattı, fakat hiç öğretir gibi anlatmıyor, yakın bir arkadaşınızmış gibi anlatıyor, ezmiyor bozmuyor, bana karşı öyle oldu yani ve bu yetmedi, ben ilk oyunumu yazdım, bu ilk oyunumu, Sevim abla derim biri vardı, onunla birlikte yazdım ve Küçük Tiyatro’ya gönderdik. Orada yine Refik Ahmet Sevengil ve Cevad Memduh Altar var -Cevad Memduh Altar iki sene Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü yaptılar- o var, arkadan cumartesi konserleri başlamış, oraya gidiyorum, hiç kaçırmıyorum. Ve o arada inanın cumartesi konserlerinde Cevad Memduh Altar bey yanında eşi Zeynep hanım olarak hep oradalar, hep oradalar, kulisteler, telaş içindeler. Bunların tanığıyım. Sonra oyunum kabul edildi ve o sırada açılmıştı zaten, girmiştim radyoya, fakülteyi bitirmiş bulunuyorum, yani 51 yılında. Ve radyoda bir memur aranıyor diye bir ilan gördüm. Evde oturacak değilim dedim, gittim sınava girdim ve Ankara Radyosu’na girdim. Benim için o kadar güzel, o kadar hayırlı oldu ki, ben dinleyicilere ne yaptığımı söylemiyorum, benim ne kazandığımı söylüyorum. Ben burada hem teksesli müziğin ustalarını tanıdım: Mesut Cemil bey -Radyo Müdürü’ydü o sırada, çok kısa bir süre sonra de değişti hemen- , Ruşen Kam, tabii onların yanında Cevad Memduh Altar, öbür tarafta Radyo Dairesi’nde milletvekilliği düşmüş Refik Ahmet Sevengil Radyo Dairesi Müdürü, Cevad Memduh beyden hemen sonra o geliyor, yine akşam fasıl heyetlerini yöneten Refik Fersan bey, bunları tanıdım ve radyo oyunları bana verildi. Ve tabii bir kültürel temasımız olmaya başladı.

          Şuna çok şaşırdım, bana verdikleri ilk odada fasıl heyeti provaları da yapılıyordu, aynı zamanda büyük stüdyoda çoksesli müziği, orkestral müziği çalacak olanlar cumartesi günleri gelip orada da prova ediyorlardı, yani ben öyle bir ortam içine -kısa bir süre için- düştüm ki, aynı odada, bir saatte orkestra geliyor, prova yapıp gidiyor ve büyük stüdyoya gidiyor, ondan sonra akşam saati yaklaşıyor, fasıl heyeti prova ediyor. Benim tek görevim o notaları indirip, bunları canlı yayına vermek, sonra o notaları toplayıp aynı yerlerine koymak.

          Tabii bu stüdyoyla odamın arasında gide gele bir gün, Tonmeister’lik denilen birisi vardı her zaman ve konserlerde hep oradaydı zaten, inanın oyun müziklerinde bile ha bire ayar yapardı. Ben bir gün -anlamadım zaten tonmeister nedir?- stüdyoya geçti, o camın arkasıdır yani, oraya girdim ve Cevad Memduh Altar da hemen onun yanında duruyordu. “Efendim” dedim “ben bunu anlayamıyorum, nedir bu?” Sahiden bilmiyordum ne olduğunu. “Bak sana bir şey söyleyeceğim” dedi ve anlattı, “Bu ses ayarı, sesin yükselmesi, azalması, bir kelimenin, bir sözün, bir ifadenin müziği kapatmaması veya müziğin o sesi kapatmaması için böyle ayarlar olur burada” dedi. Bu türlü ilişkilerim oldu ve bu ilişkiler içerisinde tabii insan adım adım kendisini  yetiştiriyor, isterseniz metin, isterseniz konferans yazın, ne yazarsanız yazın. Tabii Cevad Memduh Altar dedi ki -Grieg’i öğrendikten sonra- “Sende kulak var demek” dedi, “çok önemlidir bu, metin yazarken de önemlidir” dedi. İnanın bugün eğer birazcık ona inanıyorsam yazar olarak, tamamen benim düz anlatıyla müzik akışı arasındaki ilişkiyi kollamamdan oluyor. İnanın ilk 30 sayfayı elli kere yırtar atarım, -beste yapar gibi yani- yeter ki metnin sesini duyabileyim. Benim zenginleşmem, bu anı günlerinde, benim ne kadar fark etmeden zenginleştiğimi, ne kadar anlayıp öğrendiğimi bana ifade etmeye başladı. Sizleri dinlerken büsbütün öyle oldum gerçekten.

          Ardından artık TRT kuruldu, TRT kurulunca tabii o zaman dış münasebetler de kuruldu ve TRT Asya ve Avrupa Yayın Birlikleri’ne üye oldu. Şimdi artık 63-64’lerdeyiz biz. Benim oyunum oynanırken -onu unuttum- meselâ dedi ki “Senin rejisörünü hapse attılar şimdi” dedi Cevad Memduh Altar. Ama bunları asla slogan olarak söylemiyor, çok yumuşak söylüyor, kardeş, ağabey gibi filan söylüyor. “Şimdi bunu ben tanıyorum” dedi, “Avrupa’dan buraya rejisör olarak Schröder geldi, o sahneye koyacak senin oyununu” dedi. “Ama” dedim “ben Almanca bilmiyorum ki, Türkçe bu” dedim. “Olsun, metni okuruz kendisine, o müziğini yakalar, ona göre sahneye koyar” dedi. Çok garip bu sahiden. Ve koydu sahiden. Ben şöyle yorumladım: o kadar çok alkışlandı ki o oyun, 54-55 yıllarında, ben dedim ki, a tamam cumhuriyet kızımız da yetiştirildi, kültüre kazandırıldı, bunun için alkışlıyorlar herhalde. O kadar genciz ki, o kadar alkışlanacak bir şey yok. Daha önce de -tırnak içinde söylüyorum- “erkek” yazarların oyunları oynuyor, altı kere perde açılmıyor, bizimkinde açılınca ben biraz kuşkulandım. Ha artık kadınımızı da kazandırdık gibi bir şey, ama o zaman öyle çok kızlar var ki tiyatroda, operada. Ferhan hanımı dinlemiş bir kuşağın üyesiyim ben sahiden.

          Bu arada TRT kuruldu. Sonra yine kısa bir süre Cevad Memduh Altar, çok kısa bir süre, Radyo Dairesi Müdürlüğü’nde bir yardımcılık yaptılar, Güzel Sanatlar’a geçtiler ve bir gün bana geldiler, dediler ki -hafta sonları artık Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası hep çalıyor orada- dedi ki, “Şimdi Asya Yayın Birliği’ne de üyeyiz, Avrupa Yayın Birliği’ne de üyeyiz. Ben ilk genel kuruluna gittim. Şimdi Avrupa Yayın Birliği bir karar aldı. Üye ülkelerden çoksesli müzikle bir orkestra müziğinin senaryosu radyo oyunu olarak hazırlanıp gönderilecek. Bu bir yarışma” dedi, “Ben şimdi sana şunu öneriyorum, sen bizim Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın hayatını, tarihini, gelişmesini bir radyo senaryosu halinde yazar mısın?” dedi bana. Ben dedim ki. “Ben bilmem, anlamam” dedim, yani onun tarihini filan bilmiyorum. Gözümle gördüm, kulaklarımla da işittim, hemen yanıma oturdu, iki tane ince pelür kâğıdı çekti, bana şu tarihte şu, şu tarihte şu, şu tarihte şu diye yazdırdı. Onun için burada sorumu sordum, çünkü o pelür kâğıtları artık bende yok ama senaryo duruyor, radyo yayını duruyor yani, onun için onun peşine düştüm, çünkü bana anlattı, anlatarak tarihleri not ettirdi. Öyle not ettirdi ki burada yazılı hepsi. O tarihte “bey” deniyordu hepsine, meselâ şurada bazı bölümler var, meselâ Zati beye “Zati Arca” diyordu, “Saffet bey denilir” diyordu, “Saffet Atabinen” dedi, sonra “Mahmut Ragıp bey” dedi “Mahmut Ragıp Gazimihal”, bunları aynen yazdım çünkü senaryomda aynen var, ama senaryoma sadece ilk harflerini, baş ve soyadı harflerini yazmış, noktalar koymuşum, artık biliniyor, çünkü rol dağıtımında var, adları öyle biliniyor. Ve bana izin de aldı, dedi ki “şimdi gideceksin, bir ay bir yere kapanacaksın, şu tarihte getireceksin, bunu bana yazacaksın”. Tabii ben buraya çağrıldığım zaman ilk işim bütün dolapları karıştırıp karıştırıp bu bizim Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası için yazdığım senaryoyu bulmak oldu, buldum getirdim. Zaten şu adları oradan bulup getirdim, unutabilirim diye. Zeki bey, Zeki Üngör, ama sonra Ulvi Cemal Erkin ve Ferhunde Erkin, onlar çünkü 1942’de kendi bestelerini çalıyorlar, İdil Biret ilk konserini veriyor. Bütün bunları yazdırmış bana, tarih tarih, günü gününe yazdırmış. Ben de gittim bir yerde, İstanbul’da -büyük bir şans o da- Florya’da bir kamp varmış, o kampta bir oda verdiler bana. Benim eşim Karayolları’nda. O da Karayolları’nın kampıymış, herkesin hakkı varmış orada bir aylık. Biz o güne kadar bilmiyorduk hakkımız olduğunu, fakat bana verdiler -ona değil, yalnız bana-, rica ettik biz, “Ben şu odada bir ay oturabilir miyim?” dedim, beni orada oturttular ve ben bu senaryoyu öyle yazdım.

          Bunu uzun uzun anlatıyorum, heyecanını hâlâ duyuyorum, çünkü bilmediğim bir konu, ama öğreniyorum aynı zamanda bilmediğim şeyi. Anlatamam, şeyleri bile yazmışım, bana bazı parçaları yazdırmış, Beethoven’den şu parça olabilir, şurada şu parça olabilir, hepsi yazılı senaryomda. Bu benim için çalışarak öğrenmek demek. Bunu getirip radyoya verdim, radyoda Dış Yayınlar’da çalışan Nili Tılabar İngilizceye çevirdi. Ama bunların hepsi Cevad Memduh Altar ustamızın, büyüğümüzün çabalarıyla oluyor. Ondan sonra da Faruk Güvenç gelmişti müzik yayınlarının başına -Batı müziğinin başına-, benim senaryomu aldı ve müzik düzenlerini o koydu, sahneye bile koydu ve program böylece banda alındı ve hem İngilizce hem Türkçe olarak gönderildi. Sonra gene hiç üşenmedi, benim çalıştığım odaya kadar teşrif ettiler, eksik olmasın, Cevad Memduh bey, “Adalet’ciğim, biliyor musun, birincilik kazandık, ödül aldı TRT” dedi. O andaki yüzünü, sevincini, o alçakgönüllülüğünü, sanki kendisi hiçbir şey yapmamış gibi yani, bunları düşündükçe hiç yoktan var edişin ne olduğunu daha iyi kavrayabiliyorum. Aradan yıllar geçmiş, Musiki Muallim Mektebi’nde konservatuar diye tutturmuş Cevad Memduh Altar, sonra geliyor müzikten bile anlamayan birine bir senaryo yazdırıyor ve Faruk Güvenç’in de yardımıyla bu program böyle gidiyor oraya ve sonra sonuçta onun o ifadesi beni sevindiriyor, halbuki kendisinin sevinmesi lazım diye düşünüyorum ben. O kadar doğal bir şey ki kendisi için bütün bunlar.

          Bir anım daha var: yine bu sıralarda Ruşen Kam, Refik Ahmet Sevengil ve Cevad Memduh Altar, -ben radyodaydım o zaman- beni koridorda gördüler. Ben tabii onlara zaman içinde aile arasında da “bu 3’lüler, bu 4’lüler var ya, onlar dehşet” der dururdum, yani ilk radyoya girdiğimde, bunu çok rahatlıkla söylüyordum, çünkü şunu çok işitmiştim: “biz 3’lüler var ya” derdi Refik Ahmet Sevengil olsun, Cevad Memduh Altar olsun. Bir gün de koridorda beni görünce dedi ki, “Bak şimdi biz 3’lüler” dedi yine, “bu sefer de Beyrut’a gidiyoruz”, çünkü bunlar dünyadaki bütün kongrelere müziği ve Doğu-Batı müziğini öğreten, bilim olarak öğreten yerlere, üniversitelere gidip ders vermeye devam ettiler. O dönemi çok iyi  hatırlıyorum sahiden. Yani burada şunun altını çizmek istiyorum: çoksesli müziğe, klasik Batı müziğine geçiş bizim ülkemizde bundan ibaret değil. Onlar teksesli müzikle çoksesli müzik arasındaki ilişkiyi de önemsemişler.

          Bunları hatırlıyorum. Yani şunu söyleyeyim ki bizde özellikle biz kadınlar yaşlandıkça çok konuşkan oluyorlar ve durmadan anılarının çağrışımına yaslanıyorlar, belki de onları biraz uyduruyorlar, ama inanın ki şu anlattıklarımın bir tanesinde bile uydurma yok, buna çok dikkat ediyorum. Şunun için dikkat ediyorum: Ben bugünlerde 2 yıldır günlük defterlerimi kitaplaştırıyorum. Burada en büyük tuzağın anıların çağrışım yüklü olduğunu gördüm ve dün çok sevdiğiniz bir insanı on yıl sonra hiç sevmiyor olabiliyorsunuz. Buna çok dikkat ettim. O gün ne duygum, ne düşüncem varsa onu olduğu gibi orada bırakmak bana roman yazmaktan çok daha zor geldi. Onun için bunu söylüyorum, yani burada da bu konuşmayı yaparken, günlüklerimi yazarken onun masumiyetinin bozulmamasına ne kadar gayret etmişsem, burada da o kadar gayret etmeye çalıştım. Kusura bakmayın, hata yaptımsa veya iyi anlatamadımsa. Bu kadar şey söyleyebileceğim şimdi.

          Yalnız herhalde şu günlerde şunca yıl sonra bir sürü olaydan sonra gene buraya bağlı bir şey, meselâ 51 yıllarında müziğimizin Osmanlı ve Batı müziği ustalarını bir arada tanıyarak edindiğim ve dile getirmeye ancak evde cesaret bulduğum Dede Efendi ve Itri ile Bach, Haydn, Haendel arasında çok temelden bir bağ var diye kendi kendime söylerim. Bunu kimseye söyleyemiyorum, çünkü müziğe hakimiyetim, bilgim yok yani, ama bunu hep sürekli evin içinde söyleyip durmuşumdur. Koyarım bir tane Dede Efendi -şimdi CD’leri var zaten artık- ve arkadan Bach dinlerim filan ve birdenbire düşünmeye başlarım. Düşünürken büsbütün anladım ki aslında o Radyo Evi’nin o odasının ve Ruşen Kam’la Cevad Memduh Altar’ın o ortaklaşa çalışmalarının büyük etkisi var yani, bunu düşünmeye cesaret bile edemezdim. Şimdi şef Emre Aracı, başkemancı Cihat Aşkın ve Ateş Orga yapımlarıyla Londra Osmanlı Saray Müziği Akademisi’nin CD’lerini görünce yerli yerine konulmuş oluyor, yani o sezgim bir şeymiş gibi geliyor bana, sahiden öyle ve bütün bunların ta temelinde Cevad Memduh Altar gibi müziğin bilimini bilen biri ve bu çarkın dönmesi için büyük sabır ve yoktan var etme yatıyor. İdil Biret’lerimizin, Ayla Erduran’larımızın altında hep onların bu sessiz çabaları var, hiç söylev çekmeksizin, şunu yaptık bunu yaptık filan demeksizin, bunları yapmaları var. Başta Cevad Memduh Altar olmak üzere hepsinin önlerinde saygıyla ve sevgiyle tekrar eğilmek istiyorum. Dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum, sağ olunuz.

[....]

          Ama şurada ben hemen bir açıklama yapmak istiyorum: 60’dan sonra bir şey oldu, ben aradığım hiçbir şeyi bulamıyorum. Zaten şöyle bir şey inceledim, bizim radyomuzun veya TRT’nin tarihi üzerine birkaç kitap yazıldı son zamanlardı. Yazıldı, karıştırdım, Ankara Radyo Evi’nin ne yaptığına dair tek satır yok. Öyle bir şey yok, yani hep son zamanların tanıklığına başvurulmuş. Ben 1-2 yıl Amerika’ya gidip geldim, benim kendimin Musahipzade Celal’in, Mahir Canova’nın yardımıyla ve Refik Fersan’ın orijinal notalarını bize verdi ve orijinal notalarla biz müzikli oyun yaptık, iki tane, “İstanbul Efendisi”, “Kavuk Devrildi”yi filan, her bayram onlar çalınırdı o sıralarda. İlk bantlardır onlar. Bu 57 yıllarında filan aldık o bantları. Döndüm ki o bantların hiçbiri yok, silinmiş. Ne olmuş? Bant o kadar ender bir şey ki gelmiyor yani. Birisi bir nutuk söylemeye geliyormuş, ya bir milletvekili konuşacak, ya da şu yapılacak, bant hemen siliniyor, üstüne konuyor. Radyonun arşivinde geçmişe ait hemen hemen hiçbir şey yok. Olsa çok şey söyleyecek o arşiv. Meselâ “Devamı Yarın Akşam”ı kendim nasıl başlattığımı biliyorum ve bir gece bantların çalınıp yayına girmediği zaman bütün Ankara’nın nasıl ayağa kalktığını ve radyonun telefonunun kilitlendiğini çok iyi biliyorum, ama yok, o bantların çoğu yok yani. Şimdiki ve daha sonraki bantlar var, yani bantlar bollandıktan sonra.

          Şimdi 27 Mayıs devrimi olduktan sonra ben ayrıldım radyodan, artık çünkü acayip şeyler, hamasi şeyler oynayın diyorlardı. Ben de bula bula Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre”’den başka yok, yapamam diyordum. Tabii bunlar işe yaramıyordu. Devlet Tiyatrosu şöyle oldu böyle oldu filan derken, -çok değerli Profesör Özer Sezgin’le tanışmamızı söyleyeceğim- gittik Meydan Sahnesi’ni kurduk. Ankara’nın ilk özel tiyatrosu Meydan Sahnesi. Fakat işin hoşluğu şu ki Devlet Konservatuarı’nın gepegenç öğrencilerinden bir müzikçi bize destek vermeye geldi. O çabalarını hiç unutamam. Kendileri Profesör Özer Sezgin’dir. Ve bu Devlet Konservatuarı ruhu da bu işte yani, böyle belirtmek istiyorum.

[....]

          Burada bir şey daha eklemek istiyorum. Ben de buraya gelirken, gelmeden önce, “Aman Adalet” demiştim kendi kendime, “şunu söylemeyi unutma”. Cevad Memduh Altar bir bürokrat gibi görünüyor çoğu zaman, yani hayatında bürokrat, fakat bürokrat bir şeylere imza atar, şunu yapın bunu yapın der, gider. Fark ettim ki opera ve sanat yazıları, opera kitabı falan, ben bunları biliyorum,  fakat sonradan kitapları yayınlandıktan sonra ne kadar çok olduğunu gördüm ve birdenbire yine ben yaşlılık dolayısıyla şunu anladım ki Cevad Memduh Altar sadece bürokrat olarak önemli şeylerin peşinde koşmakla kalmamış, oturup yazmış. İnci Kut da söyledi, şimdi siz de söylediniz ki çok çalışırdı, ha bire yazardı. Bu çok uygar, çok kültürlü bir insanın yapabileceği bir şey, çünkü bizde genellikle bir şeyler yapılır, fakat yazmak diye bir şey yoktur. Bunu muhakkak  hatırlayalım, bunu düşünelim istedim. Düşüncelerini yazmış.

          Üstelik bu konuda bir başka tanıklığım da var, yani somut bir şekilde tanıklığım var. Meselâ ben Devlet Tiyatrosu Dergisi’ne de arada bir yazılar yazardım, sanat yazıları, tiyatro yazıları falan yazardım. Beni gene bir gün çağırdılar Cevad Memduh Altar, dediler ki, “Çocuğum, şimdi benim bir kitabım var”, sanat yazıları aslında, gazete ve dergilerde bazıları yayınlanmış yazılardı benim anladığım kadarıyla, çünkü kendisi de sadece öğrencileriyle uğraşmakla veya işte fiilen iş yapmakla kalmıyordu, oturup yazıyordu ve düşünceleri herkese yarasın istiyordu doğrusu. Zaten müzik programlarından da belliydi bu. Yalnız bir kitabını henüz taslak halinde yazmış, dedi ki, “Senden bir ricam var şimdi” dedi, “Sen Devlet Tiyatrosu dergisinin her sayısına bunun bir bölümünü özetleyeceksin”. Şimdi ben bu sefer de tıpkı Riyaseticumhur Orkestrası’nın tarihçesini arar gibi Devlet Tiyatroları dergilerini arıyorum, çünkü orada gerçekten hazırladıkları müzik kitabının özetlerini  yaptım ben, orada yayınlandı.

          Şimdi kendi nüfus kâğıdımın da ne kadar ilerlediğini düşünerek, Cevad Memduh Altar beyin hem bu kadar bürokratik çember içerisinde bu kadar çok yaratması -yazarak yaratması- ve bütün düşüncelerinin yarına kalmasını sağlaması, çünkü bazısı silinir gider, bilmem ne olur, fakat yazdığı kitaplar hep kalacaktır. Şimdi ben ne zaman başım sıkışsa, opera için bir şey yazmaya kalksam veya romanda lazım olsa hemen onun Opera Tarihi’ne uzanıyorum. Ve bu çalışkanlık müthiş bir şey, çünkü genellikle sabah 9 akşam 5 gidip gelinir, kimse elindeki yazdığı raporu bile saklamaz. Arşivciliğimiz de yok. Bir keresinde -biraz daha uzatacağım ama- yurtdışında bir üzüm tüccarının evi müze olmuş, Viyana’da bir yerde, oraya gittim, yatak odasında iki kalın defter duruyordu. Bu neymiş? Adam vapurlarla falan ta Avustralya’lara kadar gidiyor, bütün seyahatini iki cilt, koskoca iki cilt halinde yazmış. Şimdi bu açıdan bakarsak ne kadar bizde eksik olan, yani bürokrasi bakımından çok eksik olan bir şey, ne kadar tamamlamış olduğunu da göreceğiz ve anlayacağız. Şimdi çok daha iyi anlıyorum ben, hele kendi yorgunluğumu, kendi başıma gelenleri, kendi yazamamamı, kendi vakitsizliğimi gördükçe hayranlığım büsbütün artıyor Cevad Memduh Altar’a, sahiden. Kolay değildir o kadar yazıyı yazmak, o kadar kitabı yazmak ve bunların hepsi incelemeye dayanıyor üstelik, öyle bizim roman gibi kafadan atma bir şey değil bunlar. Yani kafadan atma diyorum ama öyle diyorlar! İşte bunu eklediğim için kusura bakmayın, ben bunu muhakkak söylemek istiyordum zaten.