(Cevad Memduh Altar’ın, Ankara’da 19-24 Ekim 1959 tarihleri arasında düzenlenen Milletlerarası I. Türk Sanatları Kongresi’nde sunduğu bildirinin metni.)
Osmanoğulları’nın güneydoğu Avrupa topraklarında genişleme hareketi, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuyla yakından ilgiliydi. İlhak edilen bölgeler süratle imara kavuşuyor, yerli halkın mülkiyet haklarına aynen riayet ediliyor, yeni binalar yapılıyor ve Osmanlı hakimiyetinin kurulduğu her yerde değişik bir perspektif meydana geliyordu. Bizans ve Avrupa tarihçileriyse, bu konuda oldukça farklı hüküm ve kanaatler ortaya koymuşlardı. Meselâ 1430 yılı Eylül ayının 4. günü, kesin olarak Osmanlılara terk edilen Selanik şehri, fetihten sonra imar edilmiş ve zamanla büsbütün başka bir çehre elde etmişti. Bu olaylara şahit olan Bizanslı tarihçi Dindar Johannes Anagnosta, büyük bir üzüntüye kapılmış, ama özel emlakin sahiplerine iadesi, amme binalarının gelirleriyle birlikte yine halkın hizmetine tahsisi karşısında duyduğu sevinci göstermekten de kendini alamamıştı(1).
Prusyalı tarihçi J.W.Zinkeisen, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi” adlı eserinde, Anagnosta’nın sert tenkidine temas etmiş ve kanaatini şu cümlelerle açıklamıştır: “…O [II. Murat] şehre [Selanik’e] eski parlaklığını vermek ve kaybolan refahı elde edebilmek ve günün birinde burasını, Avrupa’nın Doğu ile olan ticaretinin başşehri haline sokabilmek için, bütün gayret ve dirayetiyle çalışıyordu… Dindar J. Anagnosta’nın bu cihetleri anlamasına tabiatiyle imkân yoktu; hattâ o, ana vatanını, maruz kaldığı felaketten mütevellit ıstırapla, barbarların elinde yeni bir inkişafa doğru yükselir görmektense, ateş, su, yahut deprem gibi unsurların tahribatıyla mahvolmuş görmeyi tercih etmektedır…”(2).
Diğer taraftan, Bizans tarihçisi Johannes Ducas’a göre, “…Selanik’in fethi, insan ömründen daha az bir zaman içinde imparatorluğun başkentine çökecek şeametin [uğursuzluğun]menfur bir delili, hattâ İstanbul’un zaptı ve Bizans Devleti’nin inkirazı [çöküşü] nevinden vakalara tekaddüm eden [önce gelen] bir hadise idi…”(3). Nitekim J.W.Zinkeisen, J. Ducas’ın bu sözleri karşısında şöyle diyordu: “…basiretli Ducas, [bu sözlerle] istikbale daha derin bir nazar atfedebiliyordu…”(4). Dindar J. Anagnosta ile Ducas’ın ifadeleri yanında, Bizanslı tarihçi Johannis Scylitzae ise: “Türkler tesaduf, ganimetçiler olarak değil, bilakis işgal ettikleri bölgelere hakiki sahibi olarak girdiler”(5)demekteydi.(6) Hattâ II. Murat’ın, ilhak edilen bölgelerde süratle inşa ettirdiği cami, darüşşifa, imaret, kervansaray ve saire nevinden binalar, J. Scylitzae’nin kanaatini teyit eden ilk imar hareketlerine şahadet etmektedirler.
Fatih Sultan Mehmet, 1453’ü takip eden yıllarda, İstanbul’un imarına bilhassa ehemmiyet vermişti. 1204 yılındaki 4. Haçlı Seferleri yüzünden hayli harap olan şehir, Fatih’in gayretiyle kısa bir zamanda büsbütün başka bir görünüm elde etmişti. Bizans ve Avrupa tarihçiliği, bu hususu asırlar boyunca farklı tesirler ve çeşitli kanaatler bakımından ele almış ve birbirine benzemeyen neticelere ulaşmıştır. Bu arada Avusturyalı doğubilimci Josef von Karabacek (1845-1918), 1918 yılında yayımladığı “XV. ve XVI. asırlarda İstanbul’da Batılı Sanatkârlar” adlı eserinde, Fatih’in İstanbul’a olan yakın alâkasından ehemmiyetle bahsediyor ve tarihçi W. Zinkeisen’ın görüşüne tamamen katıldığını ima ediyordu. J.W.Zinkeisen ise eserinde, fethedilen İstanbul hakkında kısaca şöyle diyordu: “fakat Mehmet burasını, Bizans devletinin tarihî ihtişamını gösteren bir türbe haline sokmak istemiyordu;… burada tarihin bin senedir beraberinde getirdiği şeylerin tamamen aksine olarak, …yeni ve taze bir hayatın başlaması lazımdı; işte şimdi onun o muazzam zekâsını işgal eden ilk fikir, büyük fikir bu idi. Nitekim II. Mehmet’in sarsılmaz enerjisi sayesinde yepyeni bir hayatın süratle başlamış olması, ilim ve sanatın birdenbire rönesansı idrak etmesi ne kadar şaşılacak bir şeydi… yalnız İstanbul’da yerden bitercesine yükselen dinî ve sivil binaların burada hepsini saymamız imkânsızdır.”(7)
Bu görüş, Paleologlar elinde son günlerini yaşayıp tarihe intikal eden yaşlı bir imparatorluğun yerini, 4 asırlık komşusu olan genç bir devlete terk etmesi zorunluluğu karşısında verilen bir hükümdü. Bu iki bilim adamı yarım yüzyıllık bir arayla aynı kanıda birleşirken, tarihçi Joseph von Hammer, fetihten sonra şehrin akropolü olan şimdiki Topkapı Sarayı’nın bulunduğu tepede imar bakımından meydana gelen değişiklik hakkındaki kanaatini kısaca şöyle ifade etmektedir: “Harpsiz geçen birkaç yıl, Karaman Beyi ile İskender Bey’in ölümünden sonra, yenilmez Fatih’in birbirini kovalayan zaferlerine son vermiş ve artık tarih, … kısmen donanmaya ait teçhizatın ikmalinden, kısmen de Yeni Saray’ın inşasından bahsetmeye başlamıştır. Eski Bizans’ın Akropol tepesine, yani üzerinde Bizans İmparatorlarına mahsus saraylarla, … içinde İmparatoriçenin doğurduğu ve İmparatorun erguvani kumaşlar içinde doğduğu Porfir Salonun yükseldiği yerde, Hicretin sekiz yüz yetmiş iki yılında, Yeni Saray ile Bab-ı Hümayun’un inşaatı bitirilmişti…”(8). Acaba Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul Akropolünde, Yeni Saray ile Bab-ı Hümayun’un inşasına başlatmadan önce, Hammer’in tarihinde bahsettiği otuza yakın mabet, saray ve saire nevinden eski binalar da aynen mevcuttu da bunlar sırf bu iki binaya yer açmak için mi ortadan kaldırılıvermişti?, tarihlerde buna dair hiçbir kayda tesadüf edilmemektedir.
Bizans araştırmalarıyla tanınan Robert Mayer, Hammer’den tam bir yüzyıl sonra (1943’te) yazdığı “Byzantion, Konstantinopolis, İstanbul” adlı eserinde şöyle demektedir: “… Türk fatihlerin, Hıristiyan şehri olan İstanbul’dan ele geçirdikleri şey, esasen bir sürü harabeden başka bir şey değildi, nitekim bu harabeler, şehrin başından müteaddit defalar geçmiş olan muhasara ve istiladan mütevellit tahribatın doğurduğu harabelerdi…”(9). İstanbul’un fetihten çok önceki haline temas eden Robert Mayer, şehrin Komnenler ve Palologlar zamanında maruz kaldığı tahribata temas ederken de şöyle demektedir: “… İmparatorların Blachern [Ayvansaray] saraylarına taşınması, şehrin yeniden başka bir istikamete kaymasını mucip olmuştur… Bu arada akropol yanında bulunan eski İmparator sarayları ise harabeye dönmüştü… Şehir, eskiden beri malûm olan çehresini kaybetmişti…”(10); “… nüfus azalmış ve ihtimal bu yüzden mevcut binalar fazla gelmeye başlamıştı…”(11); “…binaların çoğu bizzat İmparatorlar tarafından yıktırılmıştı, ve İmparator İshak Angelos’un, geçmiş devirlerden kalma kıymetleri hiç korumadığı ve onları ziyana uğrattığı malûmdu. Komnenler şehrin içinden ayrılıp, kuzeybatıdaki tepeye yerleştikten sonra…, seleflerine ait sarayın artık yüzüne bakmaz oldular… bu saray, sonraları hapishane olmuş, avlularında hemen otlar bitmiş ve Türkler bu sarayı ancak bir harabe olarak ele geçirmişlerdir…”(12). Robert Mayer, aynı kitabın başka bir yerinde de şu cümleleri kullanmaktadır: “… II. Mehmet, bizzat inşa ettirdiği eski sarayda kısa bir müddet ikamet etti, sonra sultanlar gene şehrin akropol tepesine teveccüh ettiler. Burada önce Sultan Mehmet kendine yazlık bir saray ve 1520 yılında da I. Süleyman daimi ikametgâh olarak bir bina inşa ettirdi. Böylelikle bu tepeye tarihî fonksiyonunu iade etme keyfiyeti yeniden canlanmış oldu… Bu yapılanların hepsi tekrar hayatı idrakten başka bir şey değildi, bu hem bir tazelenme, hem de çok eski bir fonksiyonun gerektirdiği nizamlara dönme demekti ki, tabii olanı da bu idi… şehri bu gençleşen hali ile içine alan form, tabiatıyla doğuya mahsus olan bir formdu.”(13)
Robert Mayer’in yaptığı incelemeler gösteriyor ki, J. von Hammer, İstanbul Akropolünün bir anda tahrip edilmiş olduğuna değil de, Grek, Romen ve Bizans medeniyetlerinin en mühim eserlerini vaktiyle bir araya toplamış olan İstanbul Akropolündeki eski abidelerin zamanla kaybolmuş olmasına hayıflanıyor. Wilhelm Zinkeisen (1840), N. Jorga (1908), Josef von Karabacek (1918) ve Robert Mayer (1943) eserlerinde, Joseph von Hammer’in (1840) İstanbul Akropolü hakkındaki kanaatine temas etmemişlerdir. Hammer’in yazdığı tarihten 70 yıl sonra Osmanlı İmparatorluğu tarihini yazan (1909) N. Jorga, Fatih’in imar zihniyetiyle ilgili kanaatini kısaca şu cümlelerle açıklamaktadır: “… O, daha ziyade her şeyi sistemli olarak yeniden kurmak ve devamlı surette eser yaratmak istiyordu…”(14). J. Von Hammer de, Fatih Sultan Mehmet’in imarcılığı hakkında kısaca şöyle demektedir: “…O, yalnız şehirleri halksız bırakan bir hükümdar değil, aynı zamanda halkla da iskân eden, yalnız kilise ve manastırları tahrip eden bir hükümdar değil, aynı zamanda camiler, medreseler, hastaneler, vakıflar da tesis eden, yalnız Yunan kültürü ile Yunan sanatını imha eden bir hükümdar değil, aynı zamanda Osmanlı ilmini ve kemalini vazeden bir hükümdardı…”(15). Hammer’in II. Mehmet’in kuruculuk ve imar edicilik vasıflarını bu şekilde açıklaması karşısında, Robert Mayer, yukarıda geçen sözlerine şu şekilde devam etmektedir: “… Bu arada, İstanbul gibi muhteşem bir şehrin, bütün hazineleri ile sanat eserlerini, şüphesiz en feci şekilde tahrip edenler, 4. Haçlı seferlerinin başında bulunan şövalyelerdi. Bunun dışında, azize resimlerine hürmet edilip edilmemesi meselesinin doğurduğu asırlarca devam eden tasvir mücadelesi de eski eserlerin birçoğunu harabeye çevirmiş, yahut büsbütün ortadan kaldırmıştır…”(16). Gerçi Hammer’in İstanbul konusundaki kanaat ve hükümleri, fethi takip eden yıllarda şehrin yepyeni bir çehreye kavuşmuş olduğunu doğrulamaktadır.
Fetihten sonra İstanbul’un imarı, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu içinde başlı başına bir yenileme hareketidir. Fatih’in bu bakımdan olan icraatını kendine mahsus bir ifade ile tahlile çalışan Franz Babinger’e gelince: Bu zat, “Sultan Mehmet ve Zamanı” adlı eserinde bir yandan tarafsız görünmek istemekte, diğer yandan Fatih devrinin imar faaliyeti içinde meydana gelen köprülere İtalyan üslûbu atfetmektedir.(17) Babinger’in bu ifadesi yanında, Robert Mayer ise, “Türklerin Küçük Asya’dan, doğudan ve İran’dan Batıya hazırlıklı geldiklerini ve İstanbul’u imparatorluklarına başkent yapma yolunda giriştikleri imar faaliyeti içinde meydana gelen kubbeli inşaatın bu sahadaki derin bilgilerini gösterdiğini” söylemektedir. Hattâ Robert Mayer, bu hususta şu ifadeyi kullanmaktadır: “… Bursa, Edirne ve İstanbul, Türk-İslam mimarisinin gelişmesine sahne olan şehirlerdir ki, bu mimarî 16. yüzyılda Sinan gibi bir mimarın elinde en son kemale ulaşmıştır…”(18). Görülüyor ki F. Babinger, Osmanlı imarını, bir yandan da İtalya’ya bağlamaya çalışırken, Robert Mayer, bu hareketin kökenini büsbütün aksi bir yöne, yani Doğuya ve Anadolu’ya mal etmektedir.
Bu arada Heinrich von Glück gibi bir otorite de, 15. yüzyılda İstanbul’un imarıyla birlikte inşasına başlanan sultan camilerinin mimarisini tahlil ederken, eserlerin sanat hüviyeti bakımından F. Babinger’den tamamen ayrı bir neticeye ulaşmakta ve başkente değişik perspektif veren yeni inşaatın, hattâ İslam sanatları arasındaki bağımsızlığına işaret etmektedir. Glück kitabında şöyle demektedir: “… Bu [yeni] tarz, Türkler daha İstanbul’a girmeden önce kuvvetli bir üsluba dönüşmüştü. Bu itibarla Türklerin… Bizanslıların bile asırlarca eşini yapmaya cesaret edemedikleri Ayasofya’yı derhal taklide başlamış oldukları fikri büyük bir aldanıştır…”(19). O halde Glück, Türklerin Selçuklular mimarisinden beri, her şeyden önce merkezî kitle tesiri yapan bir ana hücre elde etmek maksadıyla, yalnız kendilerine mahsus prensipler içinde kesin bir şekle bağlandıklarını kabul etmektedir. Ona göre Türkler, Ayasofya’nın şemasını derhal alıp taklit etmek ihtiyacını duymamışlardır. Halbuki Fatih’in İstanbul’u imar yolunda gerçekleştirdiği hususlar, Babinger’i son zamanlara kadar tezada düşürmüş ve yazar, yukarıda bahsedilen eserinde, “… eski Fatih Camii’nin… Ayasofya’nın ne dereceye kadar taklidi olduğunun katiyetle söylenemeyeceği…”; “… son zamanlarda taklit deniliyorsa da doğru olup olmadığı kestirilemez, gerçi onda dahi başarılı olunamamıştır…”(20). Büyük mimar müteveffa Bruno Taut, 1938’de yayımladığı “Mimari Bilgisi” adlı eserinde, İstanbul’un imarıyla ilgili binaların proporsiyon güzelliklerine temas ederken, “… Ayasofya, konstrüktif kudreti bir güzellik haline yükseltmiş olan bu eserlere [camilere], ancak bir hazırlık mahiyetinde kalır” demekte ve aynı kitabın başka bir yerinde de, “…16. yüzyılın Türk camii, başta büyük mimar Sinan olduğu halde, tamamen rasyonel olan eski konstrüksiyonun donukluğunu gidermişti… buna bakınca, Roma’nın ve Bizans İstanbulu’nun bütün kubbe mimarlarının sadece birer mühendis oldukları görülür. Sinan ve arkadaşlarıyla talebeleri ise mimar idiler”(21) diyerek, Osmanlı imarına hakim olan ruhu açıklamıştır.
Daha fethi takip eden günlerde başlaması kararlaştırılan imar faaliyeti, fethe şahit olan İmrozlu Kritovulos’a göre, şehrin alınmasından birkaç gün sonra, bizzat padişah tarafından Notaras’a verilmek istenmiş, fakat sonradan Fatih şehrin derhal imarına başlanması hususunu Subaşı Süleyman Bey’e vermiştir(22).
Karl Krumbacher, İstanbul’un fethine ve imarına şahit olan Kritovulos’u, sadece “kibar bir Yunanlı” olarak vasıflandırmakta ve padişahın icraatına olan hayranlığından dolayı onu Fatih’e boyun eğen bir Rum reayası kabul etmektedir, çünkü Kritovulos, II. Sultan Mehmet hakkındaki eserinde Fatih’in imar teşebbüsleriyle ilgili olarak, kısaca şöyle demektedir: “Padişah, Konstantiniyye’ye avdetini müteakip, şehrin iskânına ve imarına mübaşeret etti [girişti]… Badehu [Ondan sonra] surun yıkılmış… mahallelerinin yeniden inşasını ve şehrin bizzat intihap eylediği [seçtiği] en güzel bir mevkiinde zat-ı şahaneleri için bir saray vücuda getirilmesini… ve bütün bu işlerin serian ikmal edilmesini emreyledi…”(23). Diğer taraftan K. Krumbacher, Kritovulos’u, hem Bizansın belli başlı tarihçilerinden Chalcocondilas Ducas ve Phrantzes’in tamamlayıcısı olarak göstermekte(24), hem de Fatih’e olan hayranlığı bakımından onu ikiyüzlülükle itham etmektedir. Berlin Üniversitesi eski rektörlerinden Prof. Adolf Deismann ise, Kritovulos tarihini bir unikum olarak vasıflandırmaktadır. Kritovulos, asırlar boyunca harabeye dönmüş olan Konstantinopolis’i Fatih’in süratle imar ve iskân etmek hususunda aldığı kesin tedbirlere eserinde heyecanla temas etmektedir.
Buraya kadar olan incelemeler de gösteriyor ki, Osmanoğulları’nın ilk imar teşebbüslerine isabet eden devre içinde, veya zamanımıza kadar devam eden asırlar boyunca, Hıristiyan dünyasının fetihle ve neticeleriyle ilgili olarak ortaya koyduğu kanaatler, verdiği hükümler arasında oldukça dikkati çeken tezatlar mevcuttur. Ancak kanaatler nasıl ortaya çıkarsa çıksın, başlangıçtan beri adı geçen Kritovulos, Johannes Angnosta, Johannes Ducas, Joseph von Hammer, Wilhelm Zinkeisen, A. Vasiliev. Josef von Karabacek, N. Jorga, Karl Krumbacher, Robert Mayer, Franz Babinger, Adolf Deismann, Bruno Taut ve Heinrich Glück gibi tarihçi, vakanübis, sanat tarihçisi, mimar ve yazarların hepsi de az çok aynı sonuca ulaşmışlardır. Bu tanınmış kişilerin çoğu, Osmanoğulları’nın daha ziyade Batıya yönelen genişleme ve imar faaliyeti üzerinde durmakta ve planlı bir tatbikata dayanan bu hareketi, tarihî bir “illiyet” [nedensellik] içinde açıklamaya çalışmaktadır. Bunun içindir ki Anandolu’nun kaderi bakımından büyük önemi olan Malazgirt meydan muharebesinden (1071), tarihin seyrini değiştiren İstanbul’un fethine kadar geçen dört yüzyıla yakın zamanın en dikkate değer meseleleri, Selçuk ve Osmanlı genişlemelerinin ortaya koyduğu meseleler olmuştur.
Bu arada, antikite ile Hıristiyanlığın ve İslamiyetin karşılaştığı bu önemli bölge içindeki Ortaçağ ve yeni zamanlar Türk hakimiyeti, Anadolu’ya ve güneydoğu Avrupa’ya büsbütün başka bir hüviyet vermiştir. Bu hüviyet zamanla orijinal bir Türk şehirciliğinin doğmasına vesile olmuştur. Böylelikle meydana gelen Osmanlı şehirciliğinin en dikkate değer tarafı ise, geçmiş ile halin mutlu bir sentezini yapması, Doğu ile Batı mirasını böylesine bir sentez içinde değerlendirebilmesidir. İşte Fatih Sultan Mehmet, yüzyıllar boyunca böyle bir görüşü gerçekleştiremeden yaşlanan İstanbul’u gereği gibi imar ederek ona teze ve yeni bir hüviyet kazandırdı. Bu gerçek karşısında, Batılı yazarların çoğu hakikati açıklamaktan çekinmediler. Hattâ Robert Mayer, “Byzantion, Konstantinopolis, İstanbul” adlı eserinde, Fatih’in ve Osmanlı İmparatorlarının büyük ölçüdeki imar hareketlerine temas ederken, İstanbul hakkında şu heyecanlı cümleyi kullanmaktan kendini alamadı: “… Hipodrum’daki geç-Roma dönemine ait Helenistik Yılanlı Sütun, halen önüne serbestçe inşa edilen hamam olduğu halde, ilahi hikmete şahadet eden mabet, yani Theodosius devrinin en eski bazilikası ve nihayet İslamın belki bütün dünyada en harikulade ve en azimli bir eseri olarak gösterebileceği Sultan Ahmet Camii, [insana], bir bakışta tam olarak kavrama imkânını vermekte ve bu tür kendine özgü şehrin dünya çapındaki önemine bağlı anlamı açıklamaktadır”.
Buraya kadar yapılan incelemelerden anlaşılacağı gibi, Osmanlı imarıyla ilgili olarak verilen hükümler, bazen duygulara, bazen maksatlı bir tarafsızlığa ve hattâ Batıda öteden beri Türkiye’ye yöneltilmiş olan çeşitli politikaların geçici sonuçlarına ve nihayet tarihî gerçeklere dayanmaktadır. Bununla beraber bütün bu tezatlar, ancak Osmanoğulları’na has yayılışın önemli sonucu üzerinde birleşmektedirler ki, bu sonuç da Osmanlı imarına yepyeni bir çehre vermiş olan Osmanlı şehirciliğinden başka bir şey değildir.
(Ankara, 16 Haziran 1959)
(2) Zinkeisen, Johann Wilhelm: Geschichte des Osmanischen Reiches in Europa, Friedrich Andreas Perthes, Hamburg 1840, C.I, B.8, S.568.
(3) Ducas, Johannes: Corpus Scriptum Historiae Byzantinae, B.G.Neibuhrii C.F., Bonnae MDCCCXXXVIII, S.112 (Fener Rum Mektebi Kebiri Kütüphanesi, No.330).
(4) Zinkeisen, Johann Wilhelm: Geschichte des Osmanischen Reiches in Europa, Friedrich Andreas Perthes, Hamburg 1840, C.I, B.8, S.569.
(5) Scylitzae, Johannis: Historia (edit. Bonn. S.708) (Cedrenus’un 2. cildinde) 1839.
(6) Vasiliev, A.A.: Bizans İmparatorluğu Tarihi (Türkçe tercümesi: Prof. Arif Müfit Mansel, Ankara Maarif Matbaası 1943, C.I, S.452).
(7) Karabacek, Josef von: Abendländische Künstler zu Konstantinopel im XV. und XVI. Jahrhundert, Wien 1918, S.2.
(8) Hammer, Joseph von: Geschichte des Osmanischen Reiches, C.A. Hartleben’s Verlag Pesth 1840, CI, S.493.
(9) Mayer, Robert: Byzantion, Konstantinopolis, İstanbul, 1934, S.128. Hölder-Pichler-Tempsky, Wien und Leipzig 1943, S.221.
(10) Mayer, Robert: Byzantion, Konstantinopolis, İstanbul, Hölder-Pichler-Tempsky, Wien und Leipzig 1943, S.221.
(11) Aynı kitap, S.221, 222.
(12) Aynı kitap, S. 128.
(13) Mayer, Robert: Byzantion, Konstinopolis, İstanbul, Hölder-Pichler-Tempsky, Wien und Leipzig 1934, S. 222.
(14) Jorga, N.: Geschichte des Osmanischen Reiches, Friedrich Andreas Pethes, Gotha 1909, C.II, S.4.
(15) Hammer, Joseph von: Geschichte des Osmanischen Reiches, C.A. Hartleben’s Verlag, Pesth 1840, C.I, S.575.
(16) Mayer, Robert: Byzantion, Konstantinopolis, İstanbul, Hölder-Pichler-Tempsky, Wien und Leipzig 1934, S. 128.
(17) Babinger, Franz: Mehmet der Eroberer und Seine Zeit, F. Bruckmann, München 1953, S. 556.
(18) Mayer, Robert: Byzantion, Konstantinopolis, İstanbul, Hölder-Pichler-Tempsky, Wien und Leipzig 1943, S.124.
(19) Glück, Heinrich fon und Diez, Ernst: Die Kunst des Islam, Die Propyläen-Kunstgeschichte, C.V. Propyläen-Verlag zu Berlin 1925, S.46.
(20) Ayverdi, Ekren Hakkı: F. Babinger’in Fatih devri mimarisi hakkında mütalaaları (ayrı basım), İstanbul Enstitüsü Dergisi I, İstanbul Matbaası, İstanbul 1955, S.147,148,150,151.
(21) Taut, Bruno: Mimari Bilgisi, Tercüme eden: Adnan Kolatan, Güzel Sanatlar Akademisi yayınlarından, İstanbul 1938, S.147.
(22) İmrozlu Kritovulos: Tarih-i Sultan Mehemmet-i Han-ı Sanı, Tercüme eden: Karolidi Efendi, Tarih-i Osmanı Encümeni Mecmuası’nın 1 numaralı ve l Nisan 1326 tarihli nüshasındanitibaren tefrika edilmiştir. Cüzü 6, S.90.
(23) İmrozlu Kritovulos: Tarih-i Sultan Mehemmet-i Han-ı Sanı, Tercüme eden: Karolidi Efendi, Tarih-i Osmanı Encümeni Mecmuası’nın 1 numaralı ve l Nisan 1326 tarihli nüshasındanitibaren tefrika edilmiştir. Cüzü 6, S.92,93.
(24) Krumbacher, Karl: Geschichte der Byzantinischen Literatur, München 1897, S.309.