
Ankara Radyosu
15 Mayıs 1939, Pazartesi
Saat: 18.35
Muhterem dinleyenlerim, Şiir ile müziğin birleşmesinden doğan opera, yani müzikli sahne eseri, sanat âleminde sonu gelmeyen bir sorunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Özellikle son üç yüzyıldan beri Batıda eleştirmenler, sanatçılar ve sanat dostları operanın niteliğini tahlile çalışmışlar ve bu sanatın müzik türleri arasındaki yerini saptamaya uğraşmışlardır. Bazılarına tamamiyle anormal görünen opera sanatı haddinden fazla gerçekçi düşüncelere kurban edilmiş, fazla idealist eleştirmenlerse operayı bütün sanatların üstüne çıkarmışlardır. Gelişimi için en uygun zemini geçen yüzyılın romantik atmosferi içinde bulan opera sanatı, her şeye rağmen programını yine aynı atmosfer içinde çizerek sonsuz tartışmaların önüne geçmeyi başarmıştır.
Kökeninin en eski ulusların mistik ayinlerinde aranması gereken opera sanatı, Yunan kültüründe en gelişmiş bir sanat biçimiydi. Aeschylus’un, Sofokles’in, Euripides’in trajedilerine çoğunlukla bir koro eşlik eder ve monologlarla düetlerin birçoğu şarkı şeklinde okunurdu. Opera, Batıda Ortaçağlarda Hıristiyan konularının müzik eşliğinde okunmasıyla ve jestlerle oynanmasıyla tekrar ortaya çıkar. Oratoryum denilen bu tür dinsel eserler, antik sanata dönüşten başka bir şey olmayan Rönesans’ta Yunan trajedisini taklit suretiyle oluşturulan ve ilk önce 17. yüzyılda Floransa’da kaderi tayin edilen dünyevi operaların yanında bağımsız bir sanat türü olarak gelişmiş ve dinî müzik literatürü arasında varlığını zamanımıza kadar korumuştur.
“Opera” İtalyanca bir kelimedir. En eski zamanlarda sadece “opera in musica”, yani “müzik eseri” anlamında kullanılmış ve bestelere genellikle “opus” denmiştir. Bu kelime İtalya’da 1650 yılından sonra “müzikli sahne eseri” anlamında kullanılmış ve ilk olarak 19. yüzyılda Richard Wagner’le beraber bu gibi eserlere “müzikli dram” adı verilmiştir.
Opera nasıl bir sanattır? Opera ne gibi bir zorunluluğun ürünüdür? Opera farklı dönemlerde ne gibi gelişim aşamalarından geçmiştir? Sanat terbiyesinin istikrar bulduğu bu dönemde, operanın millî eğitimdeki rolü nedir? Bütün bu düşünceleri tahlile başlamadan önce, operayı yapısı ve karakteri bakımından ele almak ve daha sonra yukarıdaki soruları çözümlemeye çalışmak zorundayız. Şimdiye kadar operayı türlü şekillerde tarif eden müzik estetleri, esas itibariyle şu sonuca varmışlardır: “Opera, müzikteki yüksek duyum ve çağrışım gücünden yararlanmak suretiyle şiire güçlü bir ifade olanağı bahşetme sanatıdır.” Bu tanımlamaya göre müziğin şiirin tamamlayıcısı olduğunu kabul etmek gerekir. Hattâ bu tanımlama müziğin bütün metinli, yani güfteli müzik türlerinde yalnızca eşlik rolü mü üstlendiği, yoksa metindeki şiirsel içeriği tamamlamak suretiyle esas rolü üstlenerek metni kendine eşlikçi mı kıldığı şeklindeki iki önemli soruya da yol açmaktadır. Zaten bu iki problem sahne müziği bestecileri arasında açık seçik bir fark meydana getirmiştir ki bunu da biraz sonra açıklamaya çalışacağız.
Opera hiç şüphesiz belirli bir program ve plana bağlı bir sanattır. İşin edebî konu yanını oluşturan program ve plan meselesi, bu sanatı kulağa olduğu kadar göze de bağlamış ve esere görsel bir nitelik kazandırmıştır. Bundan dolayı opera, senfonik müzik gibi anlam ve kavramı kendi içinde taşıyan ve herhangi bir edebî metin veya konudan uzak olan “mutlak müzik” karşısında büsbütün başka bir amaç ve idealden doğmuştur. Bu durumda metin ve müzik birbirlerinin ayrılmaz gereği olarak bir arada gelişmişlerdir. Dolayısıyla sahneden ayrı tutularak dinlenen, yani görsel yanı eksik olan sahne müziği, yalnız kulağı tatmin edemeyeceği gibi, müziğinden uzaklaştırılan bir opera metni de müziksiz sahne eserleri kadar edebî zevki tam olarak tatmin edemez, çünkü opera bazen Richard Wagner gibi bir yaratıcının kafasında ses ve söz birliği şeklinde doğar ki bu birliğin herhangi bir şekilde aksamasının müziği olduğu kadar metni de zarara uğratacağına şüphe etmemek gerekir. Bu nedenle metinli eserlerde ne müzik ne de metin yalnız başlarına eserin şiirsel içeriğini temsil gücüne sahiptir.
“Mutlak müzik” dediğimiz enstrümantal müzik, sanatsal içeriğinin değeri ve dinleyicinin anlama kapasitesi oranında hayal gücüne seziş olanağı verir. Bu arada ifade tam bir açıklık içinde meydana gelmez. Zaten bu tür müziğin değeri sonsuz bir belirsizlik ve anlaşılmazlık içinde akıp gitmesindedir. Ancak dinleyicinin anlama kapasitesinin eserin sanat düzeyini saptamada hiçbir değeri yoktur. İnsan ruhuna kendiliğinden erişen sanat eserleri olduğu gibi, kendilerine gidilme zorunluluğu olan sanat eserleri de vardır. Bu gibi eserlerin anlaşılmaları, belirli bir zevk düzeyini aşmaya bağlıdır. İşte bu en son nokta, gerek mutlak, gerekse konulu ve metinli müzik eserlerini ele alıp incelemede aynı oranda geçerlidir.
Opera müziği, mutlak olan senfoniye kıyasla, konusundaki açıklık oranında dinleyici ve seyirci için plastik bir sanattır. Bazen eser, Wagner trajedilerinin çoğunda olduğu gibi, bağlı olduğu konu dolayısıyla ve metnin edebî ya da felsefi niteliği bakımından seyircinin zihninde tam bir hayal oluşturmaz. Sembolik olan bu tür eserlerin, ses ve söz unsurlarının birlikte ortaya çıkmalarına rağmen, tıpkı senfonik müzik gibi problematik kalmaları ve belirli felsefi doktrinlere bağlanmaları gereklidir. Nitekim Richard Wagner’in bilhassa son yaratıcılık döneminde oluşturduğu operalar, Chopenhauer kötümserliğinin tamamlayıcısı ve söz konusu felsefeyi yalnızca sevgi yoluyla iyimserliğe bağlayan bir müzik felsefesi olarak kabul edilmektedir.
Bunun tersi de geçerlidir ve hattâ amacı sırf örf ve âdet yoluyla toplumun bazı gözle görülür hastalıklarını ortaya koymaya yönelik olan müzikli sahne eserleri de mevcuttur. 18. yüzyılın başından beri bu gibi moral eserler çoğalmış ve ilk defa 19. yüzyılda Richard Wagner’le beraber tamamiyle felsefi ve sembolik bir yöne gidilmiştir.
Enstrümantal müziğin gerçek kurucusu olan Beethoven’e kadar Batı sanat dünyası daha ziyade çok eski bir geçmişi olan metinli ve konulu müziğe bağlıydı. Nitekim 18. yüzyıl sonlarının en büyük müzik dehası olan Beethoven bile, o zamanlar hayatının son yıllarını yaşamakta olan ve sanat hakkındaki görüş ve düşünceleriyle tamamiyle kesinlik kazanmış olan yaşlı şair Goethe’yi bile kanısından vazgeçirerek, onu yepyeni bir yön olduğuna şüphe edilemeyen senfonik müzik sanatına yaklaştıramamıştı. Dahası, Mozart’ı bir opera bestecisi olarak tanıyan Goethe, Mozart’ın ölümünü müzik sanatının ölümü olarak kabul etmişti.
Operayı niteliği bakımından temsilî olduğu kadar plastik bir sanat olarak görmek de doğrudur. Hattâ büyük besteci Richard Wagner’in bu sanatı bütün sanatların bir alaşımı olarak görerek mücadelesine özellikle bu yoldan devam etmesi, günün birinde sırf Wagner operalarının temsiliyle sınırlı olan Bayreuth Festivalevi’nin kurulmasına vesile olmuştur. Bir opera eserinin kuvveden fiile geçmesi için metin bakımından şaire, müzik bakımından besteciye, müziğin icrası bakımından yorumcu müzisyene, temsil bakımından şarkıcıya ve sahne sanatçısına, sahnenin düzenlenmesi ve dekor bakımından ressama, hattâ heykeltıraşa ve mimara ihtiyaç gösterdiğini ve opera sanatının her tür sanatçıyı tek bir amaç üzerinde birleştirdiğini önemle göz önünde tutan Wagner, bütün bu sanatkârları bir maksat uğrunda birleştirebilecek tek sanat kurumunun “ulusal” bir opera olduğuna iman etmişti.
Wagner ulusal sahnenin gelişmesinin çaresini yalnız operada görüyor ve Faust’un ikinci bölümünün temsil edilememesi durumu, ulusal sahnenin çok geri olduğu hakkındaki kanısını büsbütün pekiştiriyordu. Gerçekten de Wagner mücadelesine yorulmadan devam etti ve onun bu yüksek ideali günün birinde Bayreuth operasının kendi hazırlamış olduğu esaslar dahilinde kurulmasıyla gerçekleşmiş oldu.
Opera aslında insani duyguları en saf ve en doğal şekilde ifade eden şarkının uzun ve karmaşık bir türüdür. Zaten devamlı bir şarkı okuma formuna bağlı olan Wagner operaları dışındaki bütün opera eserlerinin şan partilerini küçük bölümlere, yani ayrı ayrı şarkılara ayırmak mümkündür. Bu durumda şan partisiyle ilgisi olmayan enstrümantal müzik, âdeta eski Yunan trajedilerine eşlik eden koroların görevini yerine getirmekte ve eserin şiirsel içeriğini korumaktadır. Dolayısıyla bugün doğal hayatımızda şarkıyla konuşmadığımızı ileri sürerek gereğinden fazla gerçekçi bir zihniyetle operayı anormal bir sanat olarak gören opera karşıtlığı hemen hemen yok gibidir. Aksi takdirde operayı inkâr etmek, onun en ufak bir parçası olan insandaki doğal ve normal sanat eğiliminin saf bir dışavurumu olan şarkıyı inkâr etmek demektir. Her tür sanatçının konusunu kendi görüş açısından ele alarak az çok deforme etmesi gibi, opera da konuyu sesle ifade ve hattâ sesle deforme eden bağımsız bir sanat türüdür. Elbette Gaugin’in, Van Gogh’un ya da Cezanne’ın yarattığı herhangi bir tablodaki konunun sanatçının ruhunda pek haklı olarak deformasyona uğraması gibi, bir opera konusu da bestecisinin elinde doğal olarak günlük konuşmalarımızda olduğu şekilde değil de seslerle deforme edilmek suretiyle ve sanatkârane bir şekilde ortaya çıkar. Dolayısıyla hiçbir itiraza feda edilemeyen opera, resim, heykel ya da mimari kadar bağımsız bir sanat türüdür.
Operada daha önce de söylediğimiz gibi metnin mi yoksa müziğin mi ön planı işgal ettiği meselesine gelince: Bu da eleştirmenler arasında uzun zamandan beri bir hayli çekilmeye neden olmuştur. Nitekim Rönesans ile birlikte ilk defa Floransa’da başlayan müzikli sahne eserlerinde kompozisyon, armonik yapısı itibariyle gerçekten bir eşlik unsuru olarak işlenmiş ve daima ikinci planda kalmıştır. 18. yüzyılın ilk yarısındaki Alman ve İtalyan operalarında ise, müzikteki eşlik karakteri biraz daha ileri götürülmüş, sesle söz ve enstrümantasyonla şan arasında az çok denge oluşmuştur.
18. yüzyılın son yarısındaki klâsik operada metin karşısında şan ile orkestraya daha önemli roller verilmiş ve ilk defa 19. yüzyılın romantik havası içinde tamamiyle antik espriye dönmek suretiyle orkestra bir eşlikçi olarak değil, konunun ruhuyla yakından ilgisi olan tümüyle bağımsız bir enstrümantal müzik halinde gelişmiştir. Modern opera ise romantik operanın metin, şan ve enstrüman prensibini daha ideal bir şekle sokmuş ve bu üç farklı unsur tam bir birlik içinde, ama birbirlerine göre bağımsız olarak gelişmiştir. Zamanımızın ünlü müzik yazarları arasında opera sanatçısı Arnold Schönberg ise metinli müzikte enstrümantal bölümün büsbütün lehine hareket etmiş ve müzik ile şiir meselesinde daha ileri giderek “Pierrot Lunaire” adlı eserinin icra tarzını sanatçılara açıklarken: “Muhtelif parçaların mizaç ve karakteri metinden değil, sırf müziğin ruhundan elde edilen bir anlamla ifade edilecektir” demiştir. Dolayısıyla Schönberg, metinli eserlerde müziği ön plana alan bestecilerin birincisidir.
Opera sanatının tarihî gelişimi ile türlerine gelince, büsbütün ayrı bir incelemeyi gerektiren bu konunun bundan sonraki konuşmamıza ertelenmesinin konunun selameti namına daha doğru olacağı kanısındayım.
Muhterem dinleyenlerim, 30-40 yıl içinde uluslararası opera literatürü yanında ulusal opera ekolleri de kurulmuş ve ulusal ses ile sözü en iyi şekilde kurgulayan opera sanatına devletlerin kültür programlarında lâyık oldukları mevki verilmiştir. Dolayısıyla güzel sanatların bütün kollarını ilgilendiren bu soylu sanat formuna kültür işleri arasında lâyık olduğu yeri vermek, ulusal kültürün gelişmesi yolunda yapılması zorunlu olan hizmetlerin en şereflisini yerine getirmek demektir.