Ankara Radyosu
29 Mayıs 1939, Pazartesi
Saat: 18.35
Muhterem dinleyenlerim, müzik sanatında insan ruhunu doğrudan etkileyen harikulâde gücün her şeyden önce melodi olduğuna şüphe edilemez. Çokseslilik esasına dayanan Batı müziğinde melodi başlı başına bir kişiliğin ifadesidir. 16. yüzyıla kadar Batı müziğinin sistemine yalnızca topluca okunan şarkı prensibi hâkim olmuş, müzikte kişiliği simgeleyen melodi tamamiyle ihmal edilmişti. Nitekim dönemin sosyal yapısını en uygun şekilde ifade eden bu prensibi müzikte yalnızca koro şarkıları temsil edebilmişti. 17. yüzyılın başlarına doğru toplumda bireysel değerler ortaya çıktıkça, sanatta ve özellikle müzikte de münferit varlıklar belirmeye başladı. Dolayısıyla topluca şarkı okumanın içine solo şeklinde tek tek sanatçıların girmesiyle başlayan bu hareket, bir taraftan bariz bir yeniliği işaret ediyor, öte yandan da -bütün Rönesans sanatları gibi- antik bir kaynaktan besleniyordu. Bu nedenle varlığını geçmişe borçlu olan bu yepyeni durum, gelişimi için en elverişli zemini operada buldu. 16. yüzyılın sonlarına kadar yalnızca kilise hizmetiyle sınırlı kalan müzik, Rönesans’ın öteki sanatlara bahşettiği gelişim imkânlarından en geç yararlanmış ve ancak 17. yüzyılın başında kilisenin dışına çıkabilmiştir. İşte bu yüzyılla beraber dinî ya da ladinî nitelikteki şiire eşlik eden vokal müzik, iki farklı yönün ortaya çıkmasına vesile olmuştur ki bunlardan biri oratoryum, öteki de opera’dır. Oratoryumun yalnız dinsel konularla sınırlı kalan bir opera türü olmasına karşılık opera adını taşıyan eserler sırf dünyevi konuları içermiş ve bu son durum müzikli trajedi literatürüne temel olmuştur.
Operanın kökenini uygarlık tarihinin çeşitli aşamalarında saptamak mümkündür. Nitekim Yunan trajedilerine opera sanatının ilk ve gerçek kaynakları gözüyle bakılabileceği gibi, 14. yüzyılda İtalya’daki karnaval şarkılarında ve nihayet 15. yüzyılda yine İtalya’da tiyatro eserlerinin farklı sahnelerinin arasına konan müzikli intermedia’larda, yani ara parçalarında da operanın en ilkel şeklini görmek mümkündür.
Operadaki şan, başlangıçta monodie (tekses) denilen enstrüman eşliğindeki münferit şarkılardan doğmuştur. 16. yüzyılın sonuna kadar her bölümü bağımsız bir melodiyi içeren polifonik (çoksesli) şan parçaları bestelenirken, bu gibi eserlerin günün birinde enstrüman eşliğinde teksesli melodilere dönüşmesi, müzik sanatında toplu şan yerine solo şan sisteminin doğmasına neden olmuştur. Müzik edebiyatında solo şanın ilk örneklerini oluşturan bu tür eserler, gelecekteki opera, oratoryum, kantat, org ya da piyano literatürünün kurulması ve gelişmesi bakımından en hayati rolü üstlenmiştir. Güzel sanatların hemen hepsine vatan olan Floransa’da ilk defa meydana getirilen bu tür teksesli melodilere “Floransa monodileri” denilmiştir.
Floransa şehrinin opera sanatının doğuşu ve gelişimi bakımından oynadığı rol inkâr edilemez. Zaten 14. yüzyılda ilk meyvesini bu şehirde vermiş olan müzik sanatı, daha sonraları Cosima Medici’nin sarayında fevkalâde özen ve himayeye mazhar olmuş ve Rönesans’ın en parlak dönemi olan Mikelanj’lar zamanında ise -hümanist akımların etkisiyle- yepyeni bir nitelik kazanmıştı. Dolayısıyla opera ilk olarak 16. yüzyılın sonunda Floransa’da dünyaya gelmiş oldu.
Floransa’da Medici’lerin sarayındaki özel toplantılarda bilim ve sanat tartışmaları yapılmakta ve bu toplantılarda herkes görüşlerini açıkça ortaya koymaktaydı. Bir süre sonra Floransa’da müzik sanatçılarının ve müzikseverlerin sayısı çoğaldı. Zaten müzisyenleri koruyan zenginlerin evleri, ülkenin tanınmış sanatçılarına her zaman açıktı. Nitekim 1580 yılında Kont Bardi’nin evinde de tıpkı Cosima’ların sarayında olduğu gibi sanatkârlar toplanıyor ve günün en önemli konusu olan müzik işleri üzerinde hararetli görüşmeler yapılıyordu. Hattâ bu toplantılara katılanlar arasında ünlü astronom Galile’nin babası olup zamanın tanınmış bir lavta ve keman virtüozu olan Vincenzo Galile, şair Ottavio Rinuccini ve yine dönemin ünlü müzisyenlerinden Jacobo Peri ve Giulio Caccini gibi üstatlar da bulunuyordu.
Nihayet 1594 yılında Kont Bardi sosyetesinin sadık müdavimlerinden besteci Peri, yine aynı sosyeteden şair Rinuccini’nin yazdığı “Daphne” adlı eseri bestelemek suretiyle müzik sanatına ilk gerçek operayı bahşetti. Peri, Daphne’nin bestesinde çok başarılı olmuş ve çok takdir edilmişti. Nitekim bu başarısının verdiği cesaretle sanatkâr, Maria Medici ile Fransa kralı IV. Henri’nin 1600 yılında yapılan düğün şenlikleri münasebetiyle “Euridice” adındaki ikinci operasını da besteledi. Peri, opera müziğinde temsil stilinin de yaratıcısıdır. Nitekim ilk defa olarak bu stil ile temsile daha uygun olan bir tür müzikli okuma tarzı, yani reçitatif stilini buldu. Latince “anlatmak” anlamına gelen “recitare” kelimesinden alınan bu tabirle opera metni bir tür şarkı şeklinde konuşma ile icra edilmiştir ki bu arada belirli bir ölçü ve ritmi içermeyen metin melodisi sadece seslerin yükselip alçalmasıyla okunmuş ve tempo, yani hız, şarkıcının arzu ve iradesine bırakılmıştır. Opera ve oratoryum metinlerinin müzikle sık sık bu şekilde okunmaları dinleyenler üzerinde fazla monoton bir etki yaptığından, hem arada sırada duygulara hitap etmek, hem de şarkı cümlelerini canlandırmak maksadıyla opera metinlerinin lirik olan bölümlerini çok kere “arioso” tabir edilen ufak şarkılar halinde bestelemişlerdir. “Bel canto”, yani “güzel şarkı söyleme” adıyla anılan bu gibi şarkılar daha sonra operaların kahramanlarına solo olarak okutulan lirik ya da dramatik nitelikteki aryaların doğuşuna vesile olmuştur.
Opera ve oratoryom tarzlarının beraber doğup yan yana gelişmelerinin ardından bu yen, “stil” Floransa dışındaki ülkelere de bulaşmış ve o zamana kadar müzik sanatına hâkim olan çoksesli şan ve enstrüman stili sona ermiştir. Hattâ besteci Peri’nin “Daphne” operasını bestelediği sıralarda, eski kontrpuan stilinin iki büyük üstadı olan Lasso ile Palestrina da hayata gözlerini yummuşlardır.
17. yüzyılın ilk yarısında opera sanatının gelişmesine hizmet eden büyük üstatların en başında Cremona’lı Claudio Monteverdi’yi gösterebiliriz. Uzun süre viyolonist olarak tanınan ve 1613 yılından itibaren Venedik’teki San Marco kilisesi orkestrasının şefliğini yürütmekte olan bu kişi, bestelediği müzikli sahne eserlerine her şeyden önce derin bir ifadeyi etkili kılmıştır. İlk olarak Monteverdi, operalarında şiddetli arzu ve ihtirasları ifade edebilmek için bugünkü armonik sistemimize yaklaşan disonanslar kullanmıştır. Hayatının uzun bir kısmını Venedik’te geçiren sanatçıya Venedik Operası’nın kurucusu gözüyle bakılır. Esasen 1637 yılında sırf Monteverdi’nin çabasıyla ilk opera Venedik’te kurulmuş ve sanatçı aynı yıl içinde 4 opera daha bestelemiştir. Bu nedenle dramatik operanın esasını kuran ilk bestecinin Monteverdi olduğuna şüphe edilemez.
Monteverdi’den sonra operanın reçitatif ve arya gibi parçaları üzerinde önemli değişiklikler yapan ve opera formuna tam bir istikrar getiren sanatçı ise 17. yüzyıl sonlarının büyük müzik üstadı Sicilyalı Scarlatti’dir. Napoli ekolünün kurucusu olan bu verimli sanatçı, sayısız eserleri arasında 106 opera bestelemiştir. Scarlatti, katı bir forma bağlı olmayan opera aryalarını 3 bölümlü şarkı tarzında bestelemiş ve o zamana kadar kuru bir akor eşliğinde okunan reçitatiflerin yerine fevkalâde güzel enstrümantal eşliği içeren serbest reçitatifleri kullanmıştır. Bundan başka Scarlatti operalarının başına “senfonia” denilen müstakil orkestra eserleri de koymuştur ve bu durum daha sonra opera uvertürlerinin doğmasına neden olmuştur. Scarlatti’nin “da capo-aria” dediği 3 bölümlü büyük aryalar, sonradan İtalyan operalarının ağırlık merkezini oluşturan şarkıcı virtüozitesine yol açmış ve bir süre sonra hançere virtüozitesinin en canlı örneklerini içeren “koloratur” aryalar meydana gelmiştir. Scarlatti’ye pek haklı olarak zamanında müzik sanatını en ileri götüren büyük bir “yenileyici” gözüyle bakılır. Scarlatti’den sonra konusu bakımından komik türde operalar da bestelenmiştir. Bu türün ilk bestecisi Scarlatti’nin öğrencilerinden Niccolo Logroscino’dur. 18. yüzyılın ilk yarısında opera sanatının önemli bir dalı olarak gelişen bu tarza “komik-opera” anlamına gelen “opera buffa” adı verilmiştir. Bu türün temsilcileri arasında adı geçmesi gereken bir başka besteci de 1736 yılında 26 yaşında ölen Giovanni Pergolesi’dir. Scarlatti’nin ölümünden sonra Napoli ekolünü devam ettiren besteciler arasında Logroscino, opera-buffa yanında müstakil bir tür olarak gelişen “opera seria”nın, yani ciddi operanın perdeleri arasına hiciv niteliğinde ve Napoli şivesiyle okunan bölümler ilave etmiştir ki bu gibi ara parçalara “intermezzi” adı verilmiştir. 18. yüzyılın ortalarına kadar İtalya’da gerek “opera seria” gerekse “opera buffa” iki önemli tür olarak yan yana gelişmişlerdir.
Opera Orta Avrupa’ya ilk önce 17. yüzyılda besteci Heinrich Schütz aracılığıyla girdi. 1585 yılında Almanya’da Gera’da dünyaya gelen Schütz, 1609 yılında Venedik’te Johannes Gabrieli’nin öğrencisi olmuş, İtalya’dan dönüşünde müzikli dramın esaslarını Orta Avrupa’ya beraberinde getirdmişti. Zaten Orta Avrupa’da yazılan ilk opera da Heinrich Schütz tarafından bestelenen “Daphne” olmuştur. Nitekim daha önce Floransa’da şair Runiccini’nin besteci Peri için hazırladığı Daphne metni, Martin Opitz tarafından Almancaya tercüme edilmiş ve besteci Schütz bu tercüme metnini bestelemiştir. Jacopo Peri tarafından bestelenen ve opera literatürünün ilk eseri olan Daphne’nin ilk olarak 1594 yılında Floransa’da Kont Bardi’nin evinde temsil edilmesine karşılık, Schütz tarafından bestelenen ve Alman diliyle yazılmış ilk opera olan Daphne ise ilk önce 1627 yılında Saksonya prensesi Sophie ile Hess Kralı II. Georg’un evlenmeleri münasebetiyle yapılan şenliklerde, yani İtalya’daki orijinal Daphne temsilinden tam 23 yıl sonra oynanmıştı. Her şeye rağmen Schütz’ü Alman operasının ilk gerçek temsilcisi olarak görmeye imkân yoktur. Nitekim Schütz’ün bestelediği Daphne’nin Almanca metinli bir opera olmasına rağmen orijinal Alman operaları aradan uzun bir zaman geçtikten sonra yazılabilmiş ve Alman sarayları ile soyluları 18. yüzyılın ortalarına kadar İtalyan operaları ile yetinmişlerdir.
Opera sanatı 18. yüzyılın başlarında besteci Cristoph Willibald Gluck tarafından ikinci bir reforma kavuşmuştur. Dolayısıyla İtalyan opera-seria sanatında Gluck ile başlayan sayısız yenilikleri 18. yüzyılın sanat ideolojisi içinde aramak gerekir.