Ankara Radyosu
25 Eylül 1940
saat : 20.15
Muhterem dinleyenlerim, opera sanatının tarihte geçirdiği muhtelif safhaları izah hususunda geçen yıldan beri radyoda yaptığım seri halindeki 6 konuşmamda: “Opera nedir?”, “Opera nasıl doğdu?”, “Rönesanstan sonra opera”, “Gluck ve yeni zamanlarda opera”, “Klasik opera” ve en son olarak da “Romantik opera” konularına temas etmiş ve bu sanatın ancak yeni çağlara kadar geçirdiği gelişmeyi tarihî, estetik ve teknik bakımlardan incelemiştim. Bugün konumu tamamlamak gayesiyle ufak bir aranın ardından seri konferanslarıma yeniden başlarken, muhterem dinleyicilerime evvelce konuştuğum konuları özetlemyi ve daha sonra vereceğim üç konferansla da opera konusunun Yeni Romantizmden, yani 19. Yüzyılın ikinci yarısından modern sanat akımlarına kadar geçirdiği son 3 safhayı da sunmak suretiyle konuma son vermeyi düşündüm.
Bağımsız bir sanat türü olması nedeniyle temsil alanında önemli bir yer işgal eden opera, özel bir yapıya sahip olmasından dolayı dramatik sanatın bir bölümü olmaktan çok, bütün bölümlerin bir alaşımıdır. Yani bu sanatta temsil, müzik, dans, dramatik okuma, dekor ve ışık gibi sahne sanatının bütün eski araçları tam bir birlik halinde ortaya çıkarlar. Bu nedenle opera sanatı, tiyatronun evrensel bir sanat şeklidir. Çok cepheli bir sanat biçimi olduğu için özel kanun ve şartlara bağlı opera, kendi sanatçısından yüksek bir icra yeteneği beklemekte haklıdır.
Operanın tarihi incelenirse, bu sanatın zaman zaman yanlış yorumlara maruz kaldığı ve eserin kuvveden fiile geçmesine neden olan türlü sanat unsurlarından herhangi birinin bazen öteki sanat unsurlarına tercihen ön plana alındığı ve bu suretle opera sanatına özgü birliğin ihlal edildiği görülür. Dolayısıyla opera icrasında asıl amaç olan birliği sağlamadan çok kere uzaklaşılmıştır ki bu durum opera sanatının bugünkü normal sonucuna varıncaya kadar zaman zaman çelişkilere düşülmesine neden olmuştur.
Müzik sanatında insan ruhuna doğrudan etkili olan unsur her şeyden önce melodi olduğuna göre, opera buluşları teknik anlamda melodiyi enstrümanların en doğalı olan çeşitli insan sesleri için işleyen ve sesle sözün bir karışımı olan şarkıya enstrümanı eşlik ettiren bir sanat biçimidir. Çokseslilik prensibinden doğan Batı müzik eserlerinde, melodide bağımsız bir ifade, armonide ise -en basit anlamda- melodiyi pekiştirme durumu geçerlidir.
Opera sanatı en eski dönemlerden beri insanın duygularını en doğal anlamda ifade eden şarkının belirli bir konuya uygulanan daha geniş bir şeklidir. Bu nedenle herhangi bir operayı günlük hayatımızda vakit vakit kafamızı veya ağzımızı işgal eden melodiler gibi birtakım münferit parçalara bölmek mümkündür. Bu takdirde duyguların müzikal seslerle ifadesi demek olan şarkı kadar doğal bir sanat olması gereken operanın kökenini kültür tarihin en eski kaynaklarında aramak gerekir.
Herhangi bir konu içermesi nedeniyle belirli bir plan ve program çerçevesinde gelişen opera, Yunan kültüründe oldukça gelişmiş bir sanat biçimiydi. Nitekım Aschyl’ın, Sofokles’in, Euripides’in trajedilerine çoğunlukla bir koro eşlik eder ve monologlarla düetlerin birçoğu şarkı şeklinde okunurdu. Dolayısıyla eski kültürde bugünkü adını taşımamakla birlikte operanın bugün hedeflediği amaca bir hayli yaklaşan bu gibi sanat gösterilerinin mistik bir kökende aranması gerekir.
Bu tür mistik eserler, dinî konuların şarkı ve jestlerle oynanmasıyla Ortaçağlarda tekrar görülür. Oratoryum denilen bu tür dinî eserler ilk olarak “greko-romen” sanata yönelen Rönesans döneminde Floransa’da başlayan dünyevi operaların yanında bağımsız bir dinsel sanat olarak gelişmiş ve dinsel müzik türleri arasında varlığını zamanımıza kadar korumuştur.
Aslen İtalyanca bir kelime olan “opera”, Ortaçağlara doğru müzik eseri anlamına gelen “opera in musica” şeklinde kullanılmış ve bundan dolayı müzik kompozisyonlarına uzun süre “opus” denmiştir. Opera terimi ilk olarak 1650 yılında İtalya’da “müzikli sahne eseri” anlamına kullanılmıştır. “Mutlak müzik” dediğimiz, anlam ve kavramı kendi içinde olan “senfonik müzik” yanında, çoğunlukla konuşulan söze eşlik eden bir olayı anlatan ve taklit ve çağrıştırma yoluyla tasvire dayanan opera sanatı, 16. yüzyılın sonlarına doğru kilisenin vesayetinden kurtulan müziğin çeşitli sanat türleri arasında önemli bir yer işgal edebilmiştir. Başlangıçta “monodi” denilen enstrüman eşliğindeki bağımsız şarkılardan doğan opera, o zamana kadar Ortaçağ müziğinin özünü oluşturan kontrpuan müziğine tam bir “kontrast” yaratıyordu. Kontrpuan müziği toplumu, monodik eserler ise -solistik niteliği nedeniyle- bireyselliği simgeliyordu. Dolayısıyla ilk olarak Floransa’da başladığı için “Floransa monodileri” adını taşıyan bu tek sesli melodiler, her şeyden önce solistik esasa bağlanan opera şarkılarının gelecekteki gelişimi bakımından müzikte önemli bir devrimi işaret etmekteydi.
Opera sanatı ilk önce güzel sanatların bütün kolları için uygun bir yer olan Floransa’da dönemin tanınmış sanat dostlarından Kont Bardi’nin özel sanat sosyetesinde hayata gözlerini açtı. 1594 yılında Kont Bardi sosyetesinin sadık müdavimlerinden besteci Peri, yine aynı toplumun müdavimlerinden şair Rinuccini’nin yazdığı Daphne adlı eseri bestelemek suretiyle müzik sanatına ilk gerçek operayı bahşetti. Peri’nin bu başarısı operanın az zamanda öteki bestecileri de özendiren cazip bir sanat türü olarak tanınmasına neden oldu. Artık bu tarihten itibaren Avrupa’nn çeşitli sanat merkezlerini az zamanda ilgilendiren opera sanatında aryalar, reçitatifler gibi çeşitli icra tarzları ile şarkı unsurlarına gerek gösteren bağımsız parçalar yaratılmış ve az önce de bahsettiğim gibi eserlerin yapısını oluşturan sanat unsurlarının birbirleriyle rekabete girişmeleri yüzünden bazı ulusal ekoller meydana gelmiş ve bu suretle sanat dünyası tam anlamıyla belirsiz ve iddialı bir opera etkinliğine sahne olmaya başlamıştı. Nitekim “temsilî” stilin mucidi olan Peri bu suretle temsil için daha uygun bir okuma tarzı olan reçitatifi keşfetti. Daha sonra opera konularının kahramanları tarafından vakit vakit lirik veya dramatik nitelikte okunan aryalar yaratıldı.
17. yüzyılın ilk yarısında bu sanatın gelişimine hizmet eden üstatların en başında, Venedik’teki San Marco kilisesinin organisti olan Claudio Monteverdi görülür. Bu kişi eserlerinde en çok ifadeye önem vermiştir. Operalarında bugünkü armoni sistemine yaklaşan disonanlar kullanan Monteverdi, Venedik opera ekolünü kurmuş ve ilk İtalyan operası onun sayesinde Venedik’te kurulabilmiştir.
Dramatik operanın esasını yaratan Monteverdi’den sonra 17. yüzyılın sonlarına doğru ilk defa olarak reçitatif ve arya gibi bağımsız bölümler üzerinde değişiklikler yapan sanatçı, Sicilyalı Scarlatti’dir. Napoli ekolünün kurucusu olan bu verimli sanatkâr, sayısız eserleri arasında 106 opera bestelemiş ve o zamana kadar kesim bir forma bağlı olmayan opera aryalarını 3 bölümlü şarkı tarzında yazmış, yalnız akor eşliğinde icra edilmekte olan reçitatiflerin yerine fevkalade güzel enstrüman eşliğini içeren “serbest reçitatif”leri koymuştur. Bunun dışında Scarlatti operanın başına “sinfonia” adını verdiği bağımsız orkestra eserleri de ilave etmiştir ki konunun genel havasından esinlenen bu gibi sinfonia’lar daha sonra opera uvertürlerine bir başlangıç olmuştur. Scarlatti’nin “aria da capo” dediği 3 bölümlü büyük aryaları, daha sonra metne, anlama, jeste veya mimiğe göre şarkıyı ön planda tutan İtalyan operalarında şancının virtüozitesine yol açmış ve bir süre sonra operada hançere virtüozitesinin en canlı örneklerini içeren koloratur aryalar meydana getirilmiştir ki ilk önce Scarlatti’yle başlayan bu hareketi bugünün opera anlayışına göre bütün unsurları arasında tam bir birliğin hüküm sürmesi gereken opera sanatında metinle jestin aleyhine, ama şarkının lehine kaydetmek gerekir. Dolayısıyla bu durum Napoli ekolünün kurucusu olan bu verimli sanatçının operada her şeyden çok şarkıyı ön plana almasından doğan ilk “söz ve ses” rekabetini getirmiştir. Bundan dolayıdır ki İtalyan operası her şeyden önce “bel canto” denilen etkili bir şarkı esasına dayanır.
İtalya’da Scarlatti’den sonra Napoli ekolü, besteci Logroscino’nun sayesinde bir hayli gelişmiştir. Komik opera tarzı olan “opera buffa”nın yanında bağımsız bir tarz olarak gelişen opera seria’nın, yani ciddi operanın perdeleri arasına Napoli şivesiyle okunan intermezzi adı verilen hicivler ilave etmiştir.
Opera temsilleri 17. yüzyılın ortalarına doğru yavaş yavaş Orta Avrupa ile Batı Avrupa saraylarına da bulaşmaya başlamıştı. Nitekim 1609 yılında Venedik’te eğitim görmekte olan Alman besteci Heinrich Schütz, daha önce şair Rinuccini tarafından İtalyanca olarak yazılan Daphne metninin Almanca çevirisini bestelemek suretiyle Orta Avrupa’ya ilk operayı sokmuş ve 1617 yılında İtalya’da yapılan bu ilk Daphne temsilinden tam 23 yıl sonra Saksonya’da Alman diliyle ilk Orta Avrupa operası olarak tekrarlanmıştır. Bununla beraber fazla İtalyan etkisi altında kalan Schütz’ü Alman operasının ilk gerçek temsilcisi olarak kabul etmeye de imkân yoktu. Hattâ gerçek Alman operası Schütz döneminden uzun bir zaman sonra yazılabilmiş ve Orta Avrupa sanat çevreleri 18. yüzyılın ortalarına kadar İtalyan operalarıyla yetinmişti.
Rönesans’a kadar çeşitli aralarla birbirini kovalayan güzel sanatlar Rönesans’ın ardından Alpleri de aşarak uzak mesafelere doğru dal budak salmaya başlamıştı. Maddesi ve içeriği dolayısıyla öteki sanatların yanında gelişimini çok geç tamamlayan müzik sanatı ise gelişimi için en uygun zemini Rönesans’tan sonra gelen Barok dönemde buldu. Öte yandan Barok sanatı en fazla Fransızların benimsemesi 17. yüzyıl ortalarına doğru opera sanatının Fransa’ya geçmesine neden olmuştu ki bu durum biraz önce bahsettiğim İtalyan stiline göre tamamiyle başka bir amaca hizmet eden Fransız opera stilinin doğumuna neden oldu. Müzikli dram sanatı 17. yüzyılın başlarında İtalya’dan Fransa’ya kolaylıkla bulaştı. Nitekim Floransalı Medici’lerle yakınlık kuran Fransız sarayı İtalyan operasına derin bir ilgi gösteriyor ve bu yeni sanatın Fransa’ya da girmesini sağlamaya çalışıyordu. Öte yandan önce İtalya’da başlayan Barok mimari müzikten daha önce Fransa’ya bulaşmış ve memleketin birçok yerinde Barok stilde zengin saraylar inşa edilmeye başlanmıştı. Dönemin bütün bu debdebe ve haşmetini tamamlayacak olan sanat şüphesiz yalnızca müzikti. Hattâ opera gibi görsel tarafı da güçlü olan bir sanatı Barok mekândan daha başka bir yerde temsile imkân var mıydı? İşte tam anlamıyla abartılı bir Barok atmosferi içinde ulusal Fransız operasının temeli atılmış oldu.
XIV. Louis henüz çocukken devlet başkanlığını bizzat ifa etmekte olan ana kraliçe Anne d’Autriche zamanında, ilk İtalyan opera trupunu, o zaman sarayda büyük nüfuzu olan Kardinal Mazarin davet etti. Paris’te aristokrasi çevresinde sık sık tekrarlanan İtalyan opera temsilleri bir süre sonra Fransız bestecilerini de opera bestelemeye özendiriyordu. Nitekim aynı yıl içinde Paris’te Fransız ulusal operası kurulmuş ve bu operanın kralın emriyle yapılan açılış töreninde ilk Fransız opera bestecisi Cambert’ın Pomone adlı operası temsil edilmişti. Bir süre sonra Lully, Rameau ve daha sonraları Gretry gibi üç tanınmış besteci gerçek ulusal Fransız operasını kurdular. Ancak bu sefer Fransız operası yalnız hareketi ön planda tutan İtalyanların tamamiyle aksine olarak dile önem vermiş ve metinle şarkıyı her şeye tercih etmişti. Büyük Fransız operasının bu yolda gelişmesinin nedenini Fransız diliyle edebiyatındaki harikulade berraklık ve eşsizlikten başka nerede aramak mümkündü? Fransız operasının iki büyük kurucusu olan Lully ile Rameau’dan sonra besteci Gretry, Fransız ulusal opera-komiğinin kurucusu olarak tanınmaktadır.
Fransız operasının gelişmesine gelince: Lully, hançere virtüozitesini ön planda tutan İtalyanlara göre eserlerinde yalnız şan ile dramatik yapıya önem vermiş ve ulusal Fransız operasını bu iki önemli unsur üzerine kurmuştu. 17. yüzyılın sonlarına doğru operada yaptığı bu önemli yenilikle Fransa dışında tanınmaya başlayan sanatçı, seçtiği konular bakımından XIV. Louis döneminin klasik kıyafeti içinde antik espriye yeniden ruh verdi. Eserleri arasında Alceste, İsis, Armide gibi operaları sanatçıya büyük bir ün sağladı. Bir süre sonra Fransız operasının ikinci büyük kurucusu Rameau’ya geçen ulusal Fransız operası, daha yetenekli ve daha enerjik bir ele teslim edilmişti. Aynı zamanda önemli bir müzik kuramcısı olarak da tanınan bu bilgili sanatçı, ilk olarak 1782 yılında tam 50 yaşındayken opera besteciliğine başlamış ve bu arada 22 çeşitli sahne eseri yaratmıştı. Sanatında esas olarak büyük selefi Lully’yi izleyen Rameau, eserlerine daha parlak bir ritim ile daha geniş bir okumayı ve sözü etkili kılmayı başardı. Melodi bakımından İtalyanlara meyleden sanatçı, her şeye rağmen döneminin en büyük dramatik bestecisi olarak tanınmış ve her yerde sevilmiştir. Rameau’nun Castor, Zaroastre gibi eserleri ifade ve stil bakımından 18. yüzyılın büyük opera yenileyicisi Gluck’a bile örnek olmuştur. Bir süre sonra karakter tasvirinde fevkalade başarılı olan besteci Gretry, zengin bir şan ve çok popüler bir melodi yeteneği ile Fransız opera-komiğini kurmuştur.
18. yüzyılın başlarında opera sanatı büsbütün başka bir reforma kavuşmuştu. Bu reform ne Fransızlar gibi operada yalnız dil unsurunu ön planda tutuyor, ne de İtalyanların yaptıkları gibi sırf müzikal yapıya önem veriyordu. Bu ani devrimin esas amacı operanın metin ve müzik gibi iki ana unsurunu eşit oranlar içinde birleştirmek, daha doğrusu Fransız ve İtalyan sistemlerini en uygun şekilde birleştirmek prensibinden oluşuyordu. İşte bu önemli prensibi 18. yüzyılın başlarında sanat dünyasını İtalyan operası akınından kurtaran büyük yenileyici Gluck ilk olarak gerçekleştirmeyi başardı. Dolayısıyla Almanya’da doğan, İtalya’da yetişen ve Fransa’da reformatör (yenileyici) sıfatıyla önemli bir şöhret kazanan Gluck, vaktiyle Heinrich Schütz’ün de kuramadığı ulusal Alman opera ekolünü kuramamakla beraber, İtalyan operasını esasından yenilemiş ve ıslah etmişti. Bundan dolayı Gluck, 18. yüzyılın sonlarına doğru Mozart gibi bir dahinin elinde ulusal Alman operası kuruluncaya kadar ister istemez İtalyan ve Fransız operaları hesabına çalışmış ve sanat âleminde yeni çağlardaki İtalyan ve Fransız operasının ilk kurucusu olarak tanınmıştır. Gluck sanatında uzun süre İtalyan ve Fransız özelliklerinin ve bir de 18. yüzyılın büyük Alman bestecilerinden Haendel’in çoksesli stilinin etkisi altında kaldı ve İngiltere’de İtalyan operasını tanıtan ve İtalyan dilinde birçok operalar bestelemiş olan Haendel’deki Orta Avrupa yaratma esprisi bu ateşli sanatçının ilhamlarına şekil vermişti. Gluck’un sırf bu espri çerçevesinde bestelediği Orpheus, Alceste, Iphigenie in Aulis, Iphigenie auf Tauris adlı eserleri opera tarihinin en ulu anıtlarından sayılır.
17. asrın sonlarına kadar Avrupa’da hemen hemen canuba ınhısar eden muzık faalıyetı ancak 18. asır ıcınde Orta Avrupa’yı benımseyebılmıs ve bır muddet sonra sanat alemının dıkkat nazarı muhım bır yere tevcıh etmıstı kı o da Vıyana sehrı ıdı.
Mannheim’da dogan mutlak enstrumantal muzık yanı senfonık muzık Vıyana klasıklerı dıye anılan Haydn, Mozart ve Beet. gıbı ustatların elıne ıntıkal ettıkten sonra opera sanatı yanında mustakıl bır ınkısafa mazhar oldu. Hatta 18. asır sonlarınadogru Vıyana muzık faalıyetıne en zıyade senfonık tarz hakım olmaya basladı. Dıger taraftan senfonı ustatları olan Haydn ıle Beet.ın opera mevzuuna daha zıyade bır tecrube ve tecessus mahıyetınde temas etmelerıne mukabıl Vıyana klasıklerı devrının muhım bır senfonı ustadı olan Mozart devrının bır opera dehası olarak da tanındı. Bınaenalyh klasık Vıyana devrının opera sanatını yalnız Mozart temsıl edıyordu. 1791 senesınde Vıyana’da 35 yasında vefat eden bu sayanı hayret deha muzıklı dram sahasında evvela Gluck yoluyla Italyanlara meyletmıs ve sonraları opera sanatına daha dogrusu komık operaya klasık bır form ve muhteva ıle mıllı bır karakter bahsetmıstır. Bınaenalyh eserlerınde ılk defa olarak sesle sozu organık bır vahdete irca eden Mozart’ın Orta Avrupa operasının hakıkı banısı oldugu muhakkaktır. Sanatkarın Italyanca metınlı operaları yanında 1791 senesınde Almanca metınle kompoze ettıgı “Sihirli Flüt” operası mıllı Alman operasının ılk saheserı telakkı edılebılır. Bu devrın en buyuk senfonı ustadı olan Beet. ıse ılk ve son operası olan “Fidelio-Leonore” adlı eserınde mugannıyı daha zıyade bır enstruman gıbı kullandıgı ıcın yıne bır senfonıcı olmaktan kurtulamamıstır.
Dıger taraftan Mozart ıle baslayan ve M. ıle bıten klasık opera evvela Beet. tarafından mujdelenen romantızme kolaylıkla ıntıbak etmıs, bu taze atmosfer ıcınde kendını daha mesut hıssetmıstı. Cunku hangı sanatta olursa olsun butun romantık ıbdalar herseyden evvel muzıkal bır membadan beslenmekte ıdıler. Bu velut devrın ılk hakıkı mumessılı 1786da Oldenburg’da dunyaya gelen K.M.w. Weber’dir. Beet.den aldıgı ılhamla eserlerıne herseyden evvel derın hıs ve ender bır fantezıyı muessır kılan bu harıkulade sanatkar zengın melodılerı kendıne has armonısı essız enstrumantasyonu ve nıhayet asıl rıtmıyle muzık sanatına yepyenı bır ıstıkamet vermıstır. Weber genıs bır halk kıtlesının muhakeme ve tenkıt ımkanlarını herkesten ıyı anlamıs ve butun ıbdalarında yalnız yalka dayanmıstır. Onun ıcındır kı evvela 1821 senesınde Berlın’de temsıl edılen Freischütz adlı eserı herseyden evvel bır halk operası olarak sanatkara muhım bır sohret temın etmıs ve bugunku opera repertuarlarında bıle muhım bır mevkı ısgal etmıstır.
Orta Avrupa’da romantık operanın dogumuna ve ınkısafına amıl olan Weber, L.Spohr, Marschner ve Meyerbeer gıbı 4 sanatkar 19. asrın sonlarına dogru muzıklı dram sanatını yenı romantızmın ılk ve buyuk mumessılı olan R. Wagner’e tevdi ettiler. Dıger taraftan 19. asır baslarında Vıyana klasıklerının ve bılhasaa Beet.ın tesırı altında kalan Cherubini ve Spontini gibi ıkı muhım sanatkar tamamıyle Orta Avrupa stılınden mulhem olan yenı Italyan operasını tesıs ettıler. Bır muddet sonra Italya’da bırdenbıre nazarı dıkkatı celbeden ve eserlerının verdıgı heyecanla “Italyanların Mozart’ı” dıye anılan Rossini adlı bır bestekar “Sevil Berberi” ve “Wilhelm Tell” isimli operalarıyla Cherubini ve Spontini yanında yepyenı brı cıgır acmaya muvaffak oldu. Bundan maada yine Orta Avrupa tesiri altında kalan ve klasık Fransız operasının mumessılı Gretry’nın (devamı) olan Isouard, François Boildieu, Aubert gibi sanatkarlar da romantık Fransız operasını kurdular.
Vıyana klasıklerıne kadar garbın muayyen mıntıkalarına ınhısar eden opera sanatı romantızme beraber mahallı renklerı ve hususıyetlerı tebaruz ettırmek suretıyel sahne musıkısınde mıllı bır ıstıkametın teessusune vesıle oldu. Bınaenalyh romantık opera mıllı mekteplere dogru atılan ılk adımdan baska bır sey degıldı.
Muhterem dınle. bugunku gorusmemde opera sanatının 19. asrın son yarısına kadar gecırdıgı muhtelıf safhaları hulasa halınde ızah ettım. Muteakıp 3 gorusmede bu sanatın zamanımıza kadar gecırdıgı dıger safhalar da arzedılecektır.