(1901-1952)
Devlet Konservatuvarının 25. yıldönümünde
Cevad Memduh ALTAR
Devlet Konservatuvarı 25. yılını bitirirken, ilk hatıra gelen ad Taşkıran oluyor. Bu ad nasıl hatırlanmasın ki! Kurumun dayandığı temellerde Taşkıran’ın emeği olduğunu herkes bilir. O halde bu düşüncenin verdiği huzurla, Ankara Devlet Konservatuvarı’nın 25. yılını kutlarken, Nurullah Şevket Taşkıran gibi bir idealisti kaybedeli geçen sekiz yıla bir yılı daha katmış oluyoruz.
Nurullah’ın sanat dehası, onu bize konservatuvar konusunda haklı olarak üç yönden hatırlatır. Bunlardan birincisi, sanatçının enstrümantal müzikteki, ikincisi müzik eğitimindeki, üçüncüsü ise vokal müzik ve opera icracılığındaki bilgisidir, çünkü onu, 35 yıllık sanat hayatının bir kısmında flütist Nurullah Şevket, diğer iki kısmında da önce müzik pedagogu, sonra da Türk operasının bir numaralı sanatçısı bas-bariton Taşkıran olarak tanırız. Güzel sanatlarda bir alandan başka bir alana geçişin çok çetin bir karara bağlı olduğunu bilenler, Taşkıran’daki bu değişmelerin isabetine hayran olurlar, çünkü Nurullah gibi bir sanatçıyı böylesine bir sonuca götüren kesin yargının yıllarca sürüp gitmiş ağır bir iç savaşa dayandığını, her şeyden önce Taşkıran’ın çok samimi bulduğum kendi sözleri açıklar. Şimdi flütist ve pedagog Nurullah’ın, yıllardan sonra opera dünyasına da göz açışının ne çetin bir doğuma benzediğini, onun ağzından dinleyelim. Bana da her vesileyle açıkladığı gibi, rahmetli arkadaşımızın meslek alanında gelişmesi kısaca şöyle oluyor:
İstanbul Muallim Mektebi’nden mezun olan Nurullah, sanat şahsiyetine temel olan öğretmenlik vasfıyla uzun yıllar öğrencilerine öz sanat zevki aşılamış, önce Galatasaray, sonra da Feyz-i Ati ve Kuleli Askerî Liselerinde eğitim ve öğretim hizmetleriyle görevlendirildikten sonra, 1928 yılında, müzik pedagojisi tahsili için Berlin’e, Stern Konservatuvarı’na gönderilmişti. Fakat Nurullah’ın aklı fikri, tahsilin akışını ne yapıp yapıp çabucak opera icracılığına çevirmekti. Bu ise, Bakanlıkça önceden hazırlanıp Berlin Öğrenci Müfettişliğine de bildirilmiş olan tahsil planının baştan aşağı değiştirilmesini gerektiren bir şeydi. Ancak Nurullah, sonu ne olursa olsun kararını vermiş ve ünlü opera sanatçısı Baptist Hoffmann’a emrivaki halinde öğrenci olmuş ve sırf kendi inisiyatifi ile şan tahsiline başlamıştı. Önce Ankara’daki ilgili makamlarca tereddütle karşılanan bu durum, sonradan ister istemez yeniden işin gereğine göre düzenlenmiş ve Nurullah, opera alanındaki gücüne bizzat inanıncaya kadar, bu yeni meslek kolunun güçlüklerine içten bir uysallıkla boyun eğmişti. Aylarca sürüp giden sıkı ve disiplinli çalışmalara rağmen onu huzursuz bırakan tek şey, Hoffmann’ın, hakkındaki görüş ve kanısını açıklamamasıydı. Nihayet uykusuz gecelerin yorgunluğunu gideren ilk belirtiler ortaya çıkmış ve Nurullah’ı, yöneldiği branştaki yeteneğine inandıran kesin yargı, günün birinde hocasının ağzından ansızın çıkıvermişti. Bakın büyük sanatçı Hoffmann, Nurullah hakkındaki isabetli görüşünü nasıl açıklıyor; bunu, kıymetli piyanist Mithat Fenmen’in bir yazısında gördüğüm, Nurullah’a ait bir cümleden inceleyelim(1) ; Taşkıran, Mithat Fenmen’e şöyle demişti: “Berlin’deki ses profesörümü memnun etmek kolay değildi. Aylar geçiyordu, tek iltifatına mazhar olamamıştım. Günün birinde ne oldu bilmiyorum. Her zaman derste söylediğim bir parçayı okuyordum. Kendimden geçtiğimi hissettim. Eseri bitirir bitirmez hocam yerinden fırlayarak: işte Nurullah, şimdi sanatkâr olacağına inancım var! diye beni kucakladı”.
Artık opera sanatına kesin olarak girişi sağlayacak ilk adım atılmıştı. Aradan yıllar geçmiş, Nurullah tahsilini Berlin’de başarıyla bitirmiş, İtalya’da geçen bir staj döneminden sonra 1933’te Ankara’ya dönmüş ve Gazi Terbiye Enstitüsü müzik öğretmenliğine, ayrıca Musiki Muallim Mektebi solfej öğretmenliğine tayin edilmişti. Fakat ortada ne bir konservatuvar vardı, ne de bir opera. Yıllardır memleketimiz için de özlediği millî operanın kuruluşunu görmek, acaba kendi kuşağına da nasip olacak mıydı? O zamana kadar öğrendiği şeyler, yurt dışında elde ettiği başarılar, yoksa boşa mı gidecekti? Opera icracılığına yönelmek isteği, Nurullah’a ansızın Berlin’de gelen bir ilhamla başlamıştı. Nurullah, daha İstanbul’da, çok genç yaşlarda flüt öğrenirken de sese çalışmayı ihmal etmemişti. O zaman memleketimizdeki müzik anlayışına tamamen zıt bir teknikte sesini geliştiren ve ancak plaklardan dinleyebildiği Caruso’yu büyük bir hayranlıkla taklide gayret eden Nurullah, opera sanatına daha çocuk denecek yaşlarda hayalen yönelmiş, flütistlik, pedagogluk veya sahne arasındaki tercihini, Avrupa’da yapılması zaruri olan tahsili mümkün kılacak fırsata bırakmıştı. Bu nedenle Berlin yılları, Nurullah için ancak kesin karara ulaşmayı süratle sağlayan yıllar oldu ve bu karardaki isabeti, Prof. Baptist Hoffmann gibi vaktiyle Caruso’ya partönerlik etmiş büyük bir sanatçının yukarıda geçen sözleri de doğrulamıştı.
Ne çare ki yıllar boyunca Berlin’de çekilen zahmetleri gereği gibi değerlendirebilme imkânının memlekette henüz sağlanamayışı, başlangıçta Nurullah’ı Ankara veya İstanbul’da çalışmayı tercih konusunda hayli tereddüde düşürmüştü. 1933-34 yıllarında askerlik görevimi bitirip Ankara’ya döndüğüm vakit, sahasını bulamadığı için büyük bir üzüntüye kapılmış olan Nurullah’ın, Ankara’dan ayrılarak İstanbul’da Kuledibi Orta Okuluna müzik öğretmeni tayin edildiğini gördüm. Gerçi İstanbul’daki iş de önemli bir memleket göreviydi, ama Nurullah’ın mesleğiyle ilgili değildi. Durumu düzeltmeye oldukça çaba harcadık, ama elden gene bir şey gelmedi. Nurullah, sanki sanat dünyamıza vaktinden evvel doğmuş bir yetenekti.
Atatürk inkılaplarıyla birlikte Avrupa’ya arka arkaya tahsile gidenlerimizin yurda dönüp de çalışma imkânlarını gene bulamamaları cidden hazin oluyordu. Benim ve diğer iki ressam arkadaşımın tahsilden döndüğümüz tarihten sonraki yıl içinde (1928’de) Nurullah Avrupa’ya gidip beş yıl sonra yurda dönmüş, fakat o zamana kadar ancak hasretini çektiğimiz devlet konservatuvarının veya operanın kurulması şöyle dursun, bu yolda en ufak bir kıpırdama bile belirmemişti. Nitekim Nurullah’ı ters yüzüne İstanbul’a çeviren ümitsizlik de gene aynı nedene, aynı sessizliğe dayanıyordu. Nihayet her şeyimizde olduğu gibi, güzel sanatlarımızın yenilenmesi hareketlerinde Atatürk inkılapları imdadımıza yetişti.
Yıllardır ilgili katlara yazıyla veya sözle sık sık ulaştırmaktan çekinmediğimiz ideallerin gerçekleşeceği günle aramızdaki açıklığın gittikçe kapanmak üzere olduğunu gösteren belirtiler açıkça seçilmeye başlamıştı. O sırada Avrupa’nın Paris, Viyana ve Prag gibi belli başlı sanat merkezlerinde tahsillerini bitirerek yurda dönen genç bestecilerden dördünün (Necil Kâzım Akses, Ferit Alnar, Ahmet Adnan Saygun ve Ulvi Cemal Erkin’in) Ankara’da toplanması (1933-34), çağdaş müzik anlayışının akademik eğitim-öğretim yoluyla memlekette de yayılıp gelişmesini sağlama bakımından çok faydalı olmuştu. Nitekim ilk olarak 1934 yılının Kasım ayında, Millî Eğitim Bakanlığında müzik inkılabı için yapılan toplantılardan alınan sonuçlar gereğince, Atatürk, yurtta müzik yenilenmesinin gerektirdiği hazırlıklara hemen el koymuş ve bu enerjik inisiyatif, memlekette yüzyıllardır kaybolan gerçek sanat yeteneklerinin yalnız devlet himayesine kavuşmasını sağlamakla kalmamış, aynı zamanda Ankara Devlet Konservatuvarı ile Devlet Operasının kurulmasına (1936 ve 1949) ve bu iki kurumun bugün 25. yıllarını idrak edebilmelerine de vesile olmuştu.
1932-33 yılında müzik uzmanı olarak yurda davet edilen ilk yabancı uzman, Avusturyalı ünlü besteci Hofrat Joseph Marx, raporunda, bizim de yıllardır düşündüklerimizi açıklamıştı. Marx kısaca şöyle diyordu: “…Türkiye, ileride müzik memleketi olarak büyük bir rol oynamaya adaydır… Avrupa’da okuyan Türk bestecileri, dikkate değer eserler meydana getirmişlerdir… Türk müziği dış etkilerden uzak kalmış, fakat çokseslilikten de mahrum bırakılmıştır…”. Hofrat Joseph Marx’tan sonra da epeyce bir zaman kaybedilmişti. Aradan dört yıl kadar bir zaman geçmişti ki, bu sefer de ünlü Alman besteci Prof. Paul Hindemith davet edilmiş (1936) ve o da raporlarında müzik okulları açılmasını tavsiye ederken, kısaca şöyle söylemişti: “…bazı milletlere özgü olan doğal yeteneğin, bu yolda uygulanması gereken en kesin ölçülere tamamen uyabilecek durumda olduğuna Türkiye’de tanık oldum… anlamsız gelenekleri tarih lehine reddeden Türk ruhunun, basit bir Avrupa taklitçiliğini de reddedeceği muhakkaktır…”.
Görülüyor ki, gençliğimizde, Nurullah Şevket ve diğer arkadaşlarla üzerinde durduğumuz problemler de hep bu fikre dayanıyordu ve biz daha ileri giderek şöyle diyorduk: “Çok boyutlu resim sanatı gibi, çok sesli çağdaş müzik sanatı bizim memleketimizde de ne zaman sevilip anlaşılacak? Böylesine bir anlayışa dayanan yeni Türk sanat müziği literatürü bizde ne kadar zamanda meydana gelebilecek? Aynı inkılabı yapmış komşu memleketler gibi, bizler de böyle bir çağı görebilecek miyiz?”.
Nurullah Şevket kuşağının, çağdaş bilimin ortak tekniğinden yararlanarak yurtta uluslararası değerde yeni ve çoksesli bir Türk sanat müziği ve icracılığı yaratma amacıyla Avrupa’da okuyup döndükten sonra bile kafasından çıkmayan bu ölüm-kalım sorununun artık aşırı bir üzüntü verdiği günlerde, zamanın Kültür Bakanı Sayın Abidin Özmen’in imzasıyla Ankara’daki ve İstanbul’daki ilgililere gönderilen bir davet mektubu, içimizdeki ümidin yersiz olmadığına hepimizi yeniden inandırmıştı. 22 Kasım 1934 tarihini taşıyan bu resmî mektupta: “Ulu Reisicumhurumuzun işaretleri üzerine yeni hız alan musiki inkılabımızın esas davası, yurdumuzda ulusal musikinin kurulması ve ilerlemesidir. Bu büyük ülküye varılmak için tutulacak yollar, yapılacak işler vardır…” denmekte ve 26 Kasım 1934 tarihinde Talim ve Terbiye Dairesi kütüphanesinde yapılacak toplantıya katılmamız rica edilmekteydi. Bu toplantı, memlekette ilk olarak Atatürk’ün yol göstermesiyle yapılacak bir müzik hareketinin danışma kurulu olması vasfını taşıyordu. Millî Eğitim Bakanlığı, müzik sanatımızın geleceği bakımından hayati önemi olan bu toplantıya bütün ilgilileri davet etme kadirşinaslığını gereği gibi göstermiş ve memlekette yeni müzik neslinin kıdemlisi olan sayın Cemal Reşit Rey başta olmak üzere, Nurullah Şevket Taşkıran’ı ve Ferit Alnar’ı da İstanbul’dan Ankara’ya çağırmıştı.
İşte Devlet Konservatuvarı ile onun iki verimli meyvesi olan Devlet Tiyatrosu’nun ve Devlet Operası’nın kurulmalarına yol açan bu toplantının daha ilk gününde, genel kurul tarafından Cemal Reşit Rey ile Halil Bedii Yönetken, Ferit Alnar, Nurullah Taşkıran, Necil Kâzım Akses, Ulvi Cemal Erkin, Cezmi …….. ve Cevad Memduh Altar’ın görevlendirilmeleriyle kurulan ihtisas komitesi, yanan Bakanlık binasının alt katındaki Okul Müzesinde yaptığı üç günlük sıkı bir çalışma sonucunda, bu tarihten tam iki yıl sonra, yine bu işler için davet edilen büyük Alman bestecisi Prof. Paul Hindemith’den iki yıl önce, Ankara’da bir Devlet Musiki ve Tiyatro Akademisi’nin hızla kurulmasını teklif etmişti. Bu takdirde yurtta ilk olarak toplanan bir müzik kongresinin ihtisas komitesi üyeleri olan bizler de, 1934 tarihli raporumuzun ilgili maddesinde, “…memleketi her türlü musiki ihtiyacını temin edeceki bütün musiki ihtisas şubelerini havi [içeren] bir müesseseye muhtaçtır. Bu müessesenin titri ya ‘Devlet Musiki Konservatuvarı’ veya ‘Devlet Musiki ve Tiyatro Akademisi’dir” hükmünü açıklarken, Prof. Hindemith’in 1936 yılında Bakanlığa sunduğu raporda da kısaca şöyle denmekteydi: “Musiki tesisleri meydana getirme yolunda girişilen teşebbüsler arasında, yüksek bir müzik okulu kurulmasını düşünmek kadar tabii bir şey olamaz… Sanatta başarının, hattâ müzik sanatını anlayıp onda yükselmenin tek yolu okuldur…”. Her şeye rağmen Hindemith’in çağrılması, geç de olsa, Ankara Devlet Konservatuvarı’nın nihayet kurulabilmiş olmasını sağlama bakımından olduğu kadar, bu yeni kurumun gereği gibi örgütlenmesi bakımından da yararlı olmuştur.
1934 yılı toplantısının gerektirdiği ana raporun hazırlanmasında ve hele Ankara’da bir Devlet Konservatuvarının kurulması konusunda Nurullah Şevket Taşkıran’ın gösterdiği dikkate değer yardım ve ilgiyi, Konservatuvarın 25. dönüm yılının kutlandığı şu günlerde bir kere daha saygıyla açıklamadan geçemeyeceğim. Hepimizin bu haklı dileği, ne gariptir ki bu tarihten de iki yıl sonra, gene bizim görüşlerimize dayanan Hindemith raporuyla beraber ve önce Musiki Muallim Mektebi’nin bünyesi içinde olmak üzere yurtta ilk Devlet Konservatuvarının temeli atılmış ve yıllardır hasretini çektiğimiz bir ülkü nihayet 1936’da gerçekleşebilmişti. Hele kurumun tiyatro ve opera bölümlerinin başına Batının ünlü rejisörü Prof. Carl Ebert’in getirilmesi, tamamen yerinde bir tedbir olmuştu, çünkü Türkiye’de ilk olarak özü yüksek ihtisas tahsiline dayanan bir tiyatro, opera ve müzik hareketi başlıyordu.
Yukarıda ana hatlarıyla açıkladığım konular böylece gerçekleştikten sonra, yapacak bir iş daha kalmıştı, o da, bu tarihten bir yıl önce büyük bir üzüntüyle İstanbul’a gidip yerleşen Nurullah’ı tekrar Ankara’ya yerleştirmekti. Bu o kadar kolay bir şey değildi, çünkü Nurullah, yapılanlara bir yandan seviniyordu, bir yandan da hepimizin bildiği kesin inançlarıyla, içinde kökleşen şüphe ve tereddüdü kolay kolay söküp atamıyordu, çünkü Nurullah, çok kere olduğu gibi, gene kuşkucu bir ruh hali içine gömülmüş ve gene İstanbul’a dönmeyi tercih etmişti. Ama artık daha enerjik olmamız, gereksiz inada yer vermememiz gerekiyordu. O zaman bütün sanat işlerinde bizlere baba şefkatiyle önderlik eden kıymetli genel müdürümüz Cevat Dursunoğlu ile de anlaştıktan sonra, Necil Kâzım Akses gizlice İstanbul’a gitmiş ve Nurullah’ın ikna edilmesi ancak böylesine bir stratejiyle mümkün olmuştu. Artık Nurullah gene aramızdaydı. Memnundu; sert inadından vazgeçmişe benziyordu, ama bilinmezdi; hele kızdırmaya hiç gelmezdi; “Ben demedim mi?” diye soluğu gene İstanbul’da alabilirdi. Çok ihtiyatlı hareket edilmiş, Nurullah az zamanda Ankara’ya uyum sağlamış, kendisine verilen çeşitli hizmetlerin zevki içinde kuzu kesilmişti. İşte o vakit tahminlerimizde aldandığımızı hepimiz anladık: Nurullah inatçı değil, ancak ideallerinin uzaklığını görerek vakit vakit ümitsizliğe kapılan bazı sanat adamları gibi, aşırı duyguluydu. Bununla beraber, her işinde olduğu gibi, bu anlaşmada da onun o müşfik, o insan örneği hayat arkadaşı Melahat Taşkıran’ın rolü hepimizinkinden büyük oldu. Melahat’in ileri görüşlülüğü, Nurullah’ı sevk ve idare etme hususunda herkesçe bilinen sabır ve dirayeti bütün düğümleri çözmüş ve Nurullah eninde sonunda gene Ankara’ya kazandırılmıştı. İşte ateşli bir sanat hayatının, Türkiye, Almanya ve İtalya’da geçen ilk devrelerinden sonra, tekrar Türkiye’de geçmeye başlayan üçüncü bir devresi bu noktada sona ermiş, büyük sanatçının tam 16 yıl sürecek olan dördüncü ve son devresi ise gene bu noktada başlamıştı. Artık Nurullah Ankara’da kendi işiyle baş başaydı.
Konservatuvar kurulalı beş yıl olmuş ve Teşkilat Kanunu mecliste kabul edilmişti (1941). 1949 yılında kanunlaşacak olan Devlet Tiyatrosu ve Operası bağımsız bir kurum haline gelinceye kadar geçen sekiz yıl içindeyse, Nurullah bir yandan Konservatuvarın Şan Bölümü şefliğini de yaparak, bu bölümde operamızın ilk icracı kuşağına mensup sanatçıların önemli bir kısmını yetiştirmiş, bir yandan da Prof. Carl Ebert’in rejisi altında, Türk operasının bir numaralı icracısı olarak örnek olarak temsiller vermişti. Gerçi Nurullah, 1934 yılında, İran Şehinşahı’nın Ankara’yı ziyaretlerinde, Necil Kâzım Akses’in “Bayönder” ve Adnan Saygun’un “Özsoy” ve “Taşbebek” operalarının Hakan Feridun, Hakan Bayönder ve Varişli rollerinde, millî Türk operası icracılığının ilk müjdecisi olmuştu. Kaldı ki o tarihte ortada ne bir Devlet Konservatuvarı, ne de -o zaman Ankara’da olmayan bir iki sanatçı dışında- yüksek ihtisas yapmış meslekten opera sanatçılarımız vardı.
Yurtta ilk olarak profesyonel opera çalışmalarına başlangıç olan 1941 yılından itibaren ve Devlet Konservatuvarı Opera Stüdyosu’nun aynı yılda Halkevi sahnesinde başlayan ilk opera temsillerinde Nurullah, sanatındaki olağanüstülüğü göstermiş, yerli ve yabancı bütün sanatseverleri icra üslubuna hayran bırakmıştı. Bu arada Nurullah, memlekette ilk olarak Türkçe oynanan, Puccini’nin “Tosca” operasının yalnız ikinci perdesinde Baron Scarpia rolünde, “Madame Butterfly” operasında Japon rahibi Bonzo, Smetana’nın “Satılmış Nişanlı” operasında evlenme kılavuzu Ketsal ve nihayet Beethoven’in “Fidelio” operasında komutan Don Pizarro rollerinde, öğrencileriyle yan yana ve omuz omuza oynamış, bütün bu temsillerde göze çarpan kendine özgü icra stili, güzel Türkçemizin Batı anlamında opera uygulamasına ne güzel uyduğunu gösteren ilk gerçek örnekleri vermişti. Nitekim kudretli bir bas-bariton olan Nurullah, Batı anlamında icra tekniğini olduğu kadar, Türk dili ile Batı anlamındaki müziğin mutlu bir uyum içinde meydana getirdikleri prozodik sentezi, yabancı vokal eserlere, kendi yazdığı Lied’lere ve Batı eserlerinden dilimize bizzat çevirdiği opera ve Lied uyarlamalarına da gereği gibi uygulamıştı. Batı şan literatürünün en önemli örneklerinden olan birçok Lied’i, bu arada “Palyaço” operasıyla Haydn’ın Mevsimler Oratoryosu’nu ve Beethoven’in 9. Senfoni’sinin sonundaki Schiller’in “Neşeye Şarkı” şiirinden alınan koro metnini, onunla beraber dilimize çevirme fırsatını elde etmiş ve Nurullah’ın prozodi uygulamasındaki zevkine hayran olmuştum.
Devlet Konservatuvarı Opera Stüdyosu’nun 1941 yılından 1945 yılına kadar geçen ilk beş yılı, Devlet Operası’nın kuruluşunu sağlayan temel yıllar olma vasfını taşımaktadır. Ne yazık ki, Nurullah’ın opera icracılığı, ansızın gelen hastalıklar yüzünden çok uzun sürmemiştir. Nitekim onun, 1941 yılının Nisan ayında, “Tosca” operasının yalnız ikinci perdesinin temsilindeki Baron Scarpia rolüyle başlayan pratik opera çalışmaları, gene aynı yılın Mayıs ayında oynanan “Madame Butterfly”daki Bomzo amca, 1942 Şubatında oynanan “Fidelio”daki Don Pizarro, 1943 Şubatında sahneye konan “Satılmış Nişanı”daki Ketsal, gene aynı yılın 2 Mayıs ve 18 Haziran tarihlerinde yapılan Devlet Konservatuvarı Temsil Bayramı’ndaki Bonzo ve Pizarro ve nihayet 1945 Ağustosunun 20’sinden 21 Eylülüne kadar devam eden ilk İzmir Fuarı temsillerindeki Don Pizarro, Ketsal ve Bonzo rolleriyle beş yıl içinde sona erer. Bu tarihten sonra bir yandan Tatbikat Sahnesi ile Opera Stüdyosu’nun Devlet Konservatuvarı’ndan ayrılıp bağımsız bir hüviyet elde etmesinden dolayı, Nurullah’ın Konservatuvar kadrosundan ayrılamayarak daha çok eğitim ve öğretimle uğraşması, diğer yandan da bu tarihi izleyen yıllarda baş gösteren hastalıklar yüzünden, Nurullah, çok sevdiği sahneye vaktinden evvel yüz çevirmek zorunda kalmıştır. Hattâ Nurullah’ın, 1947 yılının Kasım ayında Viyana’da, boğazında, ses kirişleri üzerinde başarıyla yapılan bir nodül ameliyatından sonra bile, enerjisini çok sevdiği sahneye yeniden yöneltebilmesi gene mümkün olamamıştır. Halbuki Opera Stüdyosu’nun Nurullah’la birlikte geçen beş yılı bile, millî operamıza yurt dışında da sevgi ve saygı sağlamaya yetmiştir.
Prof. Carl Ebert’in ilk olarak 1943 yılında sahneye koyduğu Çek operası “Satılmış Nişanlı”daki Ketsal rolünü Nurullah’ın çok büyük bir başarıyla oynaması, o zaman Londra’daki geçici Çek hükümetinin başkanı olan Dr. Beneş’i bile heyecanlandırmış ve hükümetimize gönderdiği teşekkür mektubunda Çekoslovakya’nın Başbakanı şu kanaati açıklamaktan kendini alamamıştır: “Bu operanın, günün bilinen şartları içinde oynanmış olması, kanaatimizce Türkiye’nin, bütün Çekoslovak milletinin son derece takdirine neden olan bir jestidir. Çekler, bilhassa içinde bulundukları durum karşısında, böylesine bir hareket ve davranıştan dolayı Türk milletine son derece minnettar ve müteşekkirdirler”. Prof. Carl Ebert’in, genç Türk operasında “Satılmış Nişanlı” operasını sahneye koyabilmesi, hiç şüphe yok ki ancak Nurullah Şevket Taşkıran çapında bir sanatçının varlığıyla mümkün olabilmiş ve gene Nurullah’ın başarısıdır ki millî operamızın az zamanda yurt dışında da tanınmasını sağlamıştır.
Hastalık, Nurullah’ın yakasına çok erken yapışmış ve memleketine en verimli olacağı bir zamanda, 51 yaşında onu elimizden almıştı. Yoksa memleketteki ilk Türkçe opera temsiline daha 1934’te bariton olarak başlamış olan, Devlet Konservatuvarı yönetmeliğini 1936’da tek başına hazırlayan, Lied ve opera uyarlamaları alanında yeni repertuara olağanüstü örnekler kazandıran, yurtta ilk opera icracılığı nesline mensup sanatçıların önemli bir kısmını yetiştiren, 1941’de başlayan Opera Stüdyosu temsilleriyle herkesi kendisine hayran bırakan ve nihayet Devlet Tiyatrosu ile Devlet Operası’nın 1949 yılı Temmuzunda gereği gibi kurulmasını mümkün kılan kanun kabul edilinceye kadar girişilen çetin savaşın zaferle sonuçlanmasında büyük rolü olan Nurullah Şevket Taşkıran’ın ölümü ile memleket, daha nice sanat olayından mahrum kalmıştı.
Son yıllarında, arka arkaya gelen hastalıklarla neşesi kaçan Nurullah’ı, bundan dokuz yıl önce, 15 Ağustos 1952’yi 16 Ağustosa bağlayan gece kaybettik. Bugün 25. yılını kutlayan Devlet Konservatuvarı’nın Türk sanatına getirdiği yeniliği incelerken, Nurullah Şevket Taşkıran’ın bu yoldaki sayısız hizmetlerini anmanın heyecanı da büyük oluyor.
Ölümüne herkesin yandığı Nurullah’ı, Opera ve Konservatuvar önündeki saygı duruşundan sonra toprağa verdiğimizin ertesi günü, Ankara ve İstanbul gazeteleri, bu acı haberi üzüntüyle vermişler ve 1 Eylülde başlayan bayram münasebetiyle Ankara’da çıkan Bayram gazetesindeki “Sanat Dünyamızın Büyük Kaybı, Nurullah Taşkıran” başlıklı yazısında gazeteci arkadaşımız İlhan Çevik, Nurullah ile ilgili bazı hatıralarını anmış ve bu konuda duyduklarını çok içli cümlelerle açıklamıştı. Bu yazısında, ölümünden az bir zaman önce Nurullah için Devlet Tiyatrosu’nda yapılan jübileye temas eden İlhan Çevik, sözlerini şu cümlelerle bitiriyordu: “Jübile ile alakalı bütün hazırlıklar sona ermişti. O gece salon, balkon ve localar, eşine ender rastlanır bir davetli kitlesi ile dolmuştu. Bütün gözler onu arıyordu. Kendisine ayrılan locada ise, sadece eşi bulunuyordu. Nurullah Şevket hastaydı. Doktorlar dışarı çıkmasına müsaade etmemişlerdi. Aradan üç ay geçti. Kendi jübilesinde hazır bulunmak üzere tiyatroya gitmesini men edenlerin bu isteklerine tam üç ay sonra karşı koyan Nurullah Şevket, bu sefer eller üzerinde çok sevdiği tiyatroya sessiz sessiz geldi. Ve göz yaşları içinde gitti…”.
İlhan Çevik bu yazısında, o hazin günün en önemli ânını ne içten bir duyuşla canlandırıyordu, çünkü Nurullah’ı büyük, küçük, zengin, fakir herkes sevmiş, onun toprağa verildiği gün birçok insan koşup gelmişti. Bizler ise onunla meslekte de yoldaştık; ve yokluğunun Türk sanatına verdiği kaybı herkesten çok duyanlardandık. Onun için Nurullah’ı anarken hiçbirimiz yorulmayız. Hele Devlet Konservatuvarı’nın 25. doğum yıldönümünün verdiği heyecanla Nurullah’dan ne kadar konuşsak azdır.
(Ankara, 2 Şubat 1961, Perşembe)
(1) Mithat Fenmen: Nurullah Taşkıran’ın Arkasından; İlk Öğretim Dergisi, 1 Eylül 1952, Ankara.