“Bir ulusun
yeni değişikliğinde ölçü,
musikide değişikliği alabilmesi,
kavrayabilmesidir!”
Gazi Mustafa Kemal, 1934
Müzik sanatında çokseslilik, Batıda oldukça uzun süren bir tekseslilikten sonra ele alınmış ve gelişim çabasını 11. yüzyıl başlarından geçerli olmak üzere, günümüze dek olağanüstü bir dinamizm içinde sürdürmüştür; hattâ zamanla doymuşluğa (saturation’a) erişebilmenin görüntülerine sahne olmaktan da geri kalmamıştır.
Bizde çokseslilik, daha ziyade II. Mahmut’tan (1784-1839) bu yana, belirli ihtiyaçlara cevap vermek üzere ele alınmıştır.
Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra (1923), Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal’in, özellikle müzik sanatında çağdaş eğitim-öğretime yönelik kurumlaşma ilkeleri doğrultusunda gerçekleştirilen çalışmalarda günümüze kadar oldukça ilerlenmiş ve kıvanç verici sonuçlar elde edilmiş, böylesine sonuçların alınmasına kesintisiz devam edilmiştir! Buna rağmen, kültür dünyasının, 21. yüzyıla girmeye hazırlandığı, yaşadığımız şu yıllarda bile, çokseslilik konusu üzerindeki konuşma ve tartışmalar, güncelliğini sürdürmeye az çok devam etmektedir. Onun için bu yazımda, müzikte çokseslilik konusunu bir başka açıdan ele almakta yarar gördüm.
Müziğin çoksesliliği, kısa ve sade bir tanımlamaya göre şöyle oluyor: “Çokseslilik, başka başka seslerin, kompozisyon bilimi ve çağdaş estetik doğrultusunda, üst üste istif edilerek, elde edilen cümlelerin bir anda ve bir arada seslendirilmelerinin devamı süresince oluşan çoksesli bir atmosferdir; ve böylesine bir atmosferin meydana gelmesine imkân sağlayan tınısal dokudur. Bugüne dek çoğunluğun gereğince anlayamadığı bu çoksesli doku, esere sınırsız bir anlatım gücü ve hayal etme zenginliği vermekte, yani hayatın kendisini, her şeyi ile simgeleştirerek sanata dönüştürmektedir.” (!)
Yukarıda kısaca değinilen uygulama türünün, çağdaş bilim ve estetikten güç alarak gelişimine, aşağıda sırası geldikçe değinilecektir.
Günümüzde ulusal olduğu kadar uluslararası değer ve nitelikte de olması gereken, her bakımdan üstün bir müzik anlayışına ve yaratıcılığına erişebilme çabasının, kesinlikle çağdaş düşünce (tefekkür) gerçeğinden güç alarak biçimlendirilmesi zorunludur; ve her uygar ülkede uygulanan ulusal kültür politikasının özü de budur! Bu nedenledir ki, güzel sanatların tümüne yönelik düşünüş (tefekkür) süreci için olduğu gibi, üst düzeyde eser vermeye yönelik müziksel uygulamanın da -ön planda- çağdaş seviyeli bir düşün sisteminden beslenmesi gerekeceği doğaldır. Ve bu yoldan elde edilecek eserlere ortaklaşa katkıda bulunan temel unsurlar ise genellikle şunlardır:
Çağdaş müziğin değişik türlerinin organik birer bütüne dönüşebilmeleri yolunda biçimlenmelerinde, doğal olarak bu dört temel unsurun rolü en başta gelmekte ve böylesine bir gelişim periyodunun yanı başında örgütlenmesi gereken “kurum” ve “kadro” ihtiyacı ise, zamanla Devlet Konservatuvarlarının, Devlet Senfoni Orkestralarının, Devlet Opera ve Balelerinin, Çoksesli Koroların ve daha başka organizasyonların meydana gelmesinde ve bunların belirli süreler içinde yurt düzeyine ve uluslararası foruma taşma idealinin gerçekleşmesinde büyük ölçüde başarılı olmaktadır. Ne var ki, bu konularda, hattâ yakın komşularımız yanında, bizde çok, hem pek çok gecikilmiş olmasına rağmen, bütün bu kurum ve kadrolar, son elli yıl içinde, cumhuriyetimizin kurucusu Aziz Ata’mızın enerjik yöntem ve inisiyatifleri altında, önce Ankara’da kurularak faaliyete geçirilmiş, sonra da İzmir ve İstanbul’da da kurulup faaliyete geçirilmelerine gereğince özen gösterilmiştir. Bu kurumların, uluslararası sanat karşılaşmalarında, Atatürk inkılaplarıyla oluşan çoksesli çağdaş Türk sanat müziğini şerefle tanıtmada büyük rolü olmuş ve olmaya devam etmektedir de!
Çoksesli çağdaş Türk sanat müziğinin uluslararası planda da sağlamakta olduğu onur verici sonuçlar üzerinde sizlere bazı çok önemli örnekler verebilirim. Ama bunlardan sadece birinin bile geçenlerde beni gönülden duygulandırdığını söylersem, mübalağa etmemiş olurum. Belki sizler de televizyonunuzun başında, dış kaynaklı haberlerde izlemişsinizdir. Devletimizin büyük ilgi ve fedakârlıkla yetiştirmiş olduğu sanatçılarımız arasında önemle yer alan ve kendisiyle her zaman kıvanç duyduğum orkestra şefimiz Prof. Hikmet Şimşek’in, geçen ayların birinde Tokyo’da Japonya’nın resmî devlet orkestralarının biriyle yönettiği konserde icraya katılan Japon müzikçiler, monodik-modal musikimizin üstün örneklerinden biri olan ve rahmetli bestecimiz Ulvi Cemal Erkin tarafından büyük bir incelik ve zarafetle çoksesli olarak değerlendirilmiş bulunan Köçekçe Süiti’ni o kadar güzel ve kendine özgü üslûbu içinde seslendirdiler ki, hayretler içinde kaldım, gözlerim yaşardı.
Bizim için büyük önem taşıyan bu sanat olayında, yani bizden çok uzak yabancı bir ülkedeki yabancı bir orkestraya eserin üslûp özelliğini gereğince icra ettirebilmede, her şeyden önce orkestrayı yöneten elin, yani değerli şef Hikmet Şimşek’in elinin, elindeki bagetin ve bu bagetten yayılan üslûpla ilgili dinamizmin, sonra da Japon icracıların, çağdaş bilimin uluslararası nitelikli ortak teknik ve estetiğinin sağladığı standart yorumdaki başarılarıyla, yabancı bir eseri gereği gibi tınlatabilmedeki hünerlerinin büyük rolü olduğunu burada özellikle belirtmek isterim.
Öteki ünlü bestecilerimizin, örneğin Ahmet Adnan Saygun’un, Necil Kâzım Akses’in, rahmetli Cemal Reşit Rey ve Ferit Alnar’ın, Bülent Tarcan’ın, İlhan Usmanbaş’ın ve daha sonraki genç kuşak bestecilerimizin, yurt dışındaki kültür ve sanat karşılaşmalarında ya da özel olarak düzenlenen konserlerde çalınan eserleriyle de, uluslararası müzik literatürüne, Atatürk Türkiyesi’nin ürünü olan çoksesli çağdaş Türk sanat müziğini de katmıyor muyuz? Türkiye’de, ya da Batının belli başlı sanat merkezlerinde akademik öğrenimlerini tamamlamış genç kuşak yorumcularımızın, orkestra şeflerimizin, opera sanatçılarımızın verdikleri resitallerde, konserlerde, katıldıkları operalarda, yönettikleri orkestralarda, çoksesli koro yarışmalarında elde ettikleri üstünlükle, Cumhuriyet Türkiyesi’nin çağdaş sanatta elde ettiği başarıların kıvanç verici örneklerini sergilemiyor mu?
Monodik-modal (teksesli ve makama dayalı) Türk musikisi alanında vermiş oldukları eşsiz eserlerle klasik musikimizin en üstün örneklerini yaratmış bulunan üstatlarımızdan Abdülkadir Meragî (1360-1435), Hafız Post (1630-1694), Itrî (1640-1712), Tab’î Mustafa (1700-1786), İsmail Dede (1778-1846) ve Zekâi Dede (1825-1897) gibi, yaşadıkları çağın uzak yakın hiçbir İslam diyarında aynı güç ve nefasette eser verebilmiş hiçbir musikişinasa muhatap olmayan sanat büyüklerimizi ve onları, aynı ideal doğrultusunda verdikleri eserlerle izlemiş olanları, her zaman saygı ve ilgiyle anmamız, eserlerine titizlikle sahip çıkmamız, bu zengin ve renkli yaratışlardan günümüzün çoksesli Türk sanat müziği için esinlenmemiz, doğal olduğu kadar millî bir görevdir de.
Ne var ki, sanat ve belgesellik değerleri paha biçilemez oranda yüksek olan bu ecdat eserleri yanında, Atatürk Türkiyesi’nin çoksesli Türk sanat müziği eserleri de vardır ve varlığını her bakımdan duyurmuştur, olağanüstü örneklerle kanıtlamıştır da. Ve bu çağdaş klasik müziğin her türünü meydana getirme yolunda harcanacak çaba ve verilecek emekle, eski üstatlarımızla günümüze özgü sanat anlayış ve esprisi arasında yüzyıllar boyu meydana gelmiş boşluğu kapatmak da, o derece doğal ve o derece millî bir sanat görevi değil midir?
Yeni klasik müziğimizin, oktavı 24 eşit olmayan çeyrek sese bölerek oluşturulan, hattâ 50’den fazla komaya bölünebilerek de oluşturulduğu ileri sürülen makamları zedeleyeceği düşüncesi üstünde ısrarla durulmaktadır. Sanat tarihine bakılınca, yüzyıllar hattâ binyıllar boyu, nelerin gelişim yolunda değişmiş ve hiçbir şeyin yerinde sımsıkı oturup kalmamış olduğu açıkça görülür; ve böylesine periyodik değişimler de, gene sanatların kendiliklerinden oluşturdukları “doymuşluk” ve “tükenmişlik”leri, yani “saturation”u, hattâ “sursaturation”u [aşırı doymuşluğu] karşılamak ve yeni bir çağ yaratma yolunda yeni bir evrim aşamasına ayak basmak anlamına gelmektedir; ve doğal bir “yenilenme” (sélection) olmanın önemini taşımaktadır.
Batı müziğinde de oldukça geç, 1030-1150 yılları arasında oluşup, normal seyrini sürdürmeye başlamış bulunan çokseslilik, Batı kültürüne ayak bastığı anda ne ise yine öylece kalmış mıdır? Zamanla majör-minör sistemleri nasıl oluşmuş?, yani seslerin birbirlerine olan yakınlık ve uzaklık ilişkileri açısından oluşup gelişen “fonctionnel” [işlevsel] armoninin meydana gelmesini sağlayan Batı tonalitesi, o büyük, o zengin müzik literatürünü nasıl meydana getirmiş? Getirmiş ama o da eskimiş. Batıda çeşitli türleriyle “atonalité” [hiçbir ton ve makam kuralına bağlı kalmama] ortaya çıkmış, sonra “dodécaphonie” [on iki ton] sistemleri oluşmuş, bunlar da yetmemiş, daha yeni ne tür sistemlerin bulunabileceği çabası içinde araştırmalar, incelemeler sürüp gitmiş, sürüp gitmeye devam da ediyor. Görülüyor ki şair, “Değişmez fen mi vardır; Müstekar eşya mı kalmıştır?” demekte haklı.
Geçmişte büyük ve değerli eserler vermiş olan ve adlarına yukarıda kronolojik sıraya göre değinilmiş bulunan musiki üstatlarımızı ihmal etmek ve onlardan, genç kuşaklar ve gelecek kuşaklar için hayatî önem taşıyan çoksesli çağdaş Türk sanat müziğini oluşturup geliştirme yolunda esinlenmemek ne kadar büyük kabahat ise, Atatürk inkılaplarının, özlü kültür ve geleneklerimizi, çağdaş bilimin uluslararası nitelikteki ortak teknik ve estetiğinden yararlanma yoluyla öngördüğü yenilenip tazelenme hareketlerini gereği gibi geliştirmeyi ihmal etmek de o derece büyük bir kabahattir. Hiç ihtimal vermiyorum ama, bunun aksini düşünmenin, neticesiz bir vehim ve hayale kapılmaktan başka bir şey olamayacağı kanısındayım. Ve günümüzün çoksesli sanat müziği konusunda, çağdaş bilimin öngördüğü tekniği ve özellikle normalize enstrümanları değerlendirip, üstün seviyeli millî müziklerin her türünü oluşturmada olağanüstü başarı elde etmiş bulunan uygar ülkelerin, uluslararası sistemi terk edip, bin yıl önceki monodik-modal musikiye ve bu musikinin gerektirdiği yerel aletlere döneceklerini, zamanımızda artık hiç kimsenin aklının ucundan bile geçirebileceğine ihtimal vermiyorum.
Günümüzde her uygar ülke, savaşa, savaşa gider gibi gidiyor; yani uluslararası plandaki müzik karşılaşma ve yarışmalarında kullanılması zorunlu tekniği gereği gibi değerlendirebilecek düzeye erişmeden, Atatürk inkılaplarıyla birlikte bizde de olduğu gibi, icracılarını normalize enstrümanlarla donatmadan ve böylesine bir çabanın gereği olan çoksesli çağdaş sanat müziği eserleri meydana getirmeden, hiçbir kültür savaşına katılamıyor ve katılamaz da! Hele İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sıcak savaş bitmiş, ama mücadelesini tüm cephelerde acımasızca sürdürmeye devam eden “kültürde üstünlük” savaşına her ulus, sanatçılarını uluslararası teknik, yöntem ve aletlerle, aynı bilimsel metodların, yani çokseslilikle ve normalize enstrümanlarla sokmada başarılı olmuştur; onun için de uluslar, uluslararası kültür ve sanat savaşına giderken, kendilerini eşit düzeyde bir hazırlığın dinamizmi içinde güçlendirebilmenin çabacını durmadan sürdürmektedirler.
Bizde de bu çok önemli operasyona, ancak aziz Ata’mızın işaret etmiş oldukları doğrultuda ve cumhuriyetten sonra el konulabilmiştir. Serptiği tohumların feyizli meyvelerini göremeden 1938 yılında sonsuzluğa göç eden Ata’mız, kültür inkılaplarının en büyük eseri olan Ankara Devlet Konservatuvarı’nın ancak kuruluşuna ve kurumun sadece iki yıllık çalışmalarına yakından şahit olabilmiş ve rahatsızlıkları, sonucunu özlemle beklediği hareketleri gereği gibi izlemeye ne yazık ki imkân vermemiştir. Ata’mızın, Batının belli başlı müzik akademilerinden mezun olmuş ve çağdaş bilimin ortak tekniğinden esinlenerek oluşturdukları tekniklerle çoksesli eserler vererek “Beşler” diye de anılan Cemal Reşit Rey (1904-1985), Ferit Alnar (1906-1978), Ulvi Cemal Erkin (1906-1972), Ahmet Adnan Saygun (1907[-1991]) ve Necil Kâzım Akses’in (1908[-1999]) bazı eserlerini dinleyerek, kesin bir inançla oluşturduğu hareketin ürün vermeye başlamış olduğunu görmüş olmaları bile ne kadar sevinilecek bir olaydır.
Atatürk, yukarıda yer yer değinilen, müzikte yenilenme hareketi için 1934 yılında Ankara’da ilk olarak faaliyete geçirttiği bir Müzik Kongresinde, konunun enine boyuna tartışılıp konuşulmasına imkân sağlamış, yapılması gerekli işler için uzmanlara raporlar hazırlatmış, 1935 yılında Ankara’da bir Devlet Konservatuvarı’nın kurulmasını gerçekleştirmiş, aynı yıldan itibaren Batıdan, müzik alanında tanınmış uzmanların Türkiye’ye gelip, kendi uzmanlarımızla birlikte, müzik alanında yapılacak reform hareketlerine yardımcı olmalarına imkân sağlamıştır. Ama işin en dikkate değer yönü, Atatürk’ün, bu konuda meclise ve halka duyurulması zorunlu olan sözü, bu uzmanlardan da önce söylemiş olmasıdır. Nitekim Ulu Önder’in, ulusal-çağdaş Türk sanat müziği ile ilgili olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açış nutuklarında, ya da değişik vesilelerle bu konuda açıklamış oldukları temel ilkeler, özet olarak, şöylesine kesin ama renkli bir kanıya dönüşmektedir, ve Ata’nın bu amaçla ortaya koydukları çok önemli cümlelerin birbirini izlemesiyle meydana gelen bu özet metin aynen şöyledir:
“Güzel sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerlemesini istediğinizi biliyorum. Bu yapılmaktadır. Ancak bunda da en ileri götürülmesi gerekli olan Türk musikisidir. Musiki hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir. Yalnız musikinin türü göz önüne alınmaya değer niteliktedir. Hayat musikidir. Bizim gerçek musikimiz, Anadolu halkından işitilebilir.
“Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce, genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu güzeyde Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir. Bu bir inkılap hareketidir!”
Açıkça görülüyor ki, Ulu Önder’imiz yukarıdaki sözlerinde, “Musiki hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir!” demekle, monodik-modal musikimizde, büyük bir çoğunlukla şairin yalnız kendi dert, acı ve ıstırabına sahne olan lirik-duyarlılıkla yetinmiyor, müzik sanatımızla daha başka güzelliklerin de açıklanabileceğine işaret ediyor; anlatım zenginliği bakımından çok daha olgun, çok daha hareketli bir müziğin özlemini çekiyor; yani senfoniler, konçertolar, senfonik-şiirler, operalar ve daha neler ve neler bekliyor!
Ata’mız, yukarıdaki ilkeleri arasında büyük bir önemle yer alan ve “Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi kavrayabilmesidir!” prensibini içeren o olağanüstü kanısıyla, çağdaş doğrultudaki yeni değişikliğin, ancak çağdaş bilimin uluslararası ortak tekniğinden esinlenerek, kendi çoksesliliğimiz için oluşturulacak yeni bir teknikle mümkün olabileceğine ve yeni değişikliğe özgü ölçünün, böylesine bir değişikliği başarabilmekten başka bir şey olamayacağına özellikle işaret etmektedir.
Ulu Önder’in, müzik sanatımıza yönelik başlıca ilkelerini kapsayan bu özet metin içindeki başka bir ilke de şudur: “Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce, genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu güzeyde, Türk musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir. Bu bir inkılap hareketidir!”.Ata, bu çok önemli ilkesinde, çağdaş sanat müziğimizin, gelişim çabasında en üst zirveye ulaşmasının kaçınılmaz bir zorunluluk olduğuna değinmektedir; ve bu yoldan elde edilecek müziğin, ancak uluslararası son musiki kurallarına uyularak, yani çağdaş bilimin ortak tekniğinin katkısıyla yükselebileceği, ancak böylesine bir yükselişle evrensel müzikte layık olduğu yeri, eşit hak ve düzeyde alabileceği gerçeği üstünde durmaktadır; bu temel ilkenin en sonunda Ata, bütün bu hareket ve uygulamaların bir inkılap aşaması olduğu kanısını inançla vurgulamaktadır.
Ulu Önder Ata’nın, müzik sanatımızda yenilenip tazelenme konusunda Türkiye’ye davet etmiş oldukları, dünyaca tanınmış ünlü kompozitör Paul Hindemith (1895-1963)¸ aynı konuyla ilgilendirilmiş olarak memleketimize davet edilip bazı hizmetlerle görevlendirilmiş bulunan uzmanların her bakımdan en başında gelmektedir. İlk olarak Mayıs 1935’te Ankara’ya gelen, gerekli temasları yaptıktan sonra konuya dikkatle eğilen Hindemith, 1938 yılına kadar Ankara’ya periyodik olarak gelip, başlatılan işlerin kontrol ve denetimini titizlikle yürütmüş ve daha sonraki yıllarda da sadece yazışmalarla yetinmiştir.
1963 yılında ölen Hindemith’in eserleri ve Ankara’daki faaliyeti üstünde araştırma ve incelemeler yapan Frankfurt a/M.’daki Hindemith Enstitüsü, kuruluşu tarihinden bu yana aktivitesini bilimsel ve uygulamalı açıdan sürdürmektedir. Bu kurumun başındaki direktör Dr. Dieter Rexroth, Ankara Alman Kültür Enstitüsü tarafından 1983 yılında Ankara’da düzenlenen Hindemith Semineri dolayısıyla vermiş olduğum “Paul Hindemith ile karşılaşmam” başlıklı konferansımın broşür halinde basılı metni için yazmış olduğu Önsöz’de, Hindemith’in Türkiye’deki çalışmaları üzerine açıkladığı görüşünde şöyle demektedir:
“… [Hindemith’in] Türk müzik hayatının düzenlenmesinde görev almasının temelinde
Atatürk’ün gerçekleştirdiği inkılap politikası yatar… Söz konusu hedef, Türk müzik hayatının, Batı ülkelerindekine benzer sağlam bir temele oturtulması ve Türk halkında var olan sanatsal yaratma gücünü ortaya çıkarıp geliştirecek bir sanat eğitimi ağının örülüp yaygınlaştırılmasıydı. Bugün Türk sanatçılarının, Türk besteci, icracı ya da opera sanatçılarının Avrupa konser salonlarında övgüyle alkışlanmaları, biz Batılılar için çok doğal bir olgu olarak görülmektedir.. Ancak bu [Türkiye için], uzun süren bir gelişme sürecinin ürünü ve sonucudur… bu konuda… belli bir ölçüde çözümü ve verimli bir çalışmayı, [Hindemith] halk müziği eserlerinin, Batı müziği tekniği ile düzenlenip, daha üst bir sanatsal düzeye yükseltilmesinde görmektedir… Böylece besteciler eski halk müziği geleneğinin kalıpları içinde sıkışmayıp özgün eserler vereceklerdir…”
İşte bu metni gözden geçirirken, bir yabancı yorumcunun, Hindemith’in, Türk müziğinin çağdaş doğrultuda yenilenmesinde yapılacak ilk işin, Türk halk müziğine yönelmek olduğu gerçeği üstünde önemle durmuş olduğuna özellikle işaret etmesi, bizleri haklı olarak, yabancı uzmanlardan da önce Ata’mızın bu olağanüstü önem taşıyan konuya el koymuş olması gerçeğine götürüyor; ve kafamızda hep Ulu Önder’in yukarıdaki özet metinde de değindiğim şu çok anlamlı görüşü tekrarlanıp duruyor: “…Bizim gerçek musikimiz, Anadolu halkından işitilebilir…”.
Yukarıdan beri üzerinde dikkatle durduğumuz hususlar da gösteriyor ki, çağdaş ve evrensel sanatı, sadece geleneksel monodik musikimizin özünü oluşturan ve şairin çoğunlukla bireysel duyarlılığını, acısını, kederini dile getiren lirik-duyarlılıkla karşılamak imkânsızdır. Evet, her yerde olduğu gibi bizde de sanatçının yalnız kendi derdinden, kendi ıstırabından, kendi bitmez tükenmez aşkından yanıp yakınan lirizm de sanatın hiç şüphesiz vazgeçilmez bir anlatım unsurudur ve yerinde ağırdır da. Ama sanatçıyı çeşitli nedenlerle değişik açılardan etkileyen öteki şiirsel unsurlar yanında, yalnız lirizm ile iş bitmez. Nitekim lirizmin yanında, hayatın her şeyi ile kendisi, hayal ve hayat gerçeğinin acımasız dorukları olmanın niteliğini taşıyan Mitolojik, Mitolojik-Epik, Dramatik ya da Trajik duyarlılıkların, işlenecek konunun özelliklerine uygun oranlarda rol almaları zorunludur; bunları, monodik-modal bir müziğin, salt melodik yapısı içinde değerlendirmek imkânsızdır. Sanatçının eserinde, yukarıda geçen şiirsel unsurları, algılayış gücü ve işleyeceği konunun karakteri gereği biçimlendirebilmesi, ancak çoksesli tekniğin oluşturabileceği, zengin olduğu kadar da karmaşık bir anlatım dokusu içinde mümkün olabilmektedir. Yani bu işler için, -yukarıda da değinildiği gibi- operaların, senfonilerin, senfonik-şiirlerin, eşlikli ve eşliksiz, büyük çaptaki koro eserlerinin meydana getirilmeleri gerekmektedir. Ve bu tür uygulamaların, Ulu Önder Atatürk’ün istek ve ilgileriyle oluşan çağdaş müzik kurumlarımızda, yarım yüzyıldır gerçekleştirilmesine çalışılmaktadır.
Yaratıcı bestecinin, her şeyden önce akılsal ve ruhsal dinamizmini senfonilerinde, operalarında, senfonik-şiirlerinde ya da herhangi bir değişik formda oluşturmaya karar verdiği başka bir eserinde değerlendirebilmenin tutkusuna kapılması ve ilk iş olarak da, yaşadığı ülkenin tarihine, kültürüne, sanatına, örf, âdet ve geleneklerine, etno-folklorik hazinelerine ve ayrıca dünya tarihine, uygarlık tarihine, dinler tarihi ve felsefesine ve daha nelere nelere el atarak, kimsenin bulamadığını bulup eserine konu yapabilmenin gayretine düşmesi gerekmektedir; bu davranış, en azından -aydın bir besteci için- çağdaş-kültür zorunluluğu olmanın niteliğini taşımaktadır. Bu yoldan elde edilebilecek tüm etkenlerle, yani uyumlu, uyumsuz, olumlu, olumsuz yönlerde etkileyici güce sahip olan, çoksesle hayal edebilme gücü ve tekniği ile oluşturulacak tınısal sembollerle, tüm yaratışlarda, insan ve toplum hayatının olduğu gibi, sınırsız bir hayal edebilme zenginliğinin tüm nüanslarına yer vermede de başarılı sonuçlar elde edilmiştir.
Şimdi de müzik sanatında ancak çokseslilikle elde edilebilen senfonik, vokal ya da senfonik-vokal uygulamaların ürünü olan hareketlere kısaca değinelim:
Yaratıcı sanatçının duygusal hayatındaki şiirsel idealin, çoksesli hayal edebilme gücünün etkisiyle biçimlenmesi, ancak kompozisyon bilim ve tekniğinin yardımıyla mümkün olabilmektedir; bu da sırayla açıklanan şu eğilim ve yaşantılara dönüşmektedir: Müzik sanatının hangi türünde olursa olsun, lirik eğilim, sadece bireysel dert, acı, ıstırap ve duyarlılığın ürünüdür. Mitolojik ya da mitolojik-epik unsur, kahramanca bir davranışa temel olan “héroique”[kahramanlıkla ilgili] espriye, bir bakıma da “idyllique” [düşsel güzellikte, tertemiz] olarak nitelenen sevgisel duyarlılığa alan olmaktadır. Besteci, dramatik unsuru, epik aksiyona karşıt doğrultuda dile getirmektedir. Yani bu tür bir aksiyonda, insanoğlu kendini kendi egemenliğine tutsak etmekte, böylelikle ahlaktan güç alan bir dinamizmi, her şeyden önce kendi iç dünyasına egemen kılmaktadır.
Müzik sanatında olanca gücüyle haykıran trajik kutuplaşmalara gelince: Bu tür bir senfonide, senfonik-şiir ya da operada, ya da çoksesli-vokal, solistik-vokal ya da enstrümantal-vokal bir eserde, insanoğlunun, hayat mücadelesinde -karşısına çıkan engellere rağmen- göze aldığı çetin savaşı, ne büyük zorluklar, ne korkunç iniş çıkışlarla sürdürebildiği dile getirilmekte, ama eninde sonunda, hak uğrunda gene kahramanın kendisi helak olup gitmektedir.
Yukarıda açıklanan yorumlardan da anlaşılacağı gibi, çağdaş düşüncenin (tefekkürün) önemle üstünde durduğu, akıl-duygu evriminin ortak sentezi¸ sanatsal espriye biçim veren eğilimlerin, -komik, mizahi, hicivsel v.b. aksiyonlar dahil- tüm sanatlar ve özellikle müzik sanatında gereğince yer almalarına geniş ölçüde imkân sağlamaktadır. Bu güçlü dinamizmin, çoksesli teknik ve estetiğin oluşturduğu sembolik anlatımın zengin imkânları dışında kalan sanat türleriyle de gerçekleştirilebileceğini düşünmek, konunun çok dışındaki anlamsız bir kanıya saplanıp kalmak demektir.
Batının ünlü müzik bilgini ve estetisyeni Dr. Karl Grunsky, “Müzik Estetiği” (Musikästhetik) adlı eserinin, Melodi ve Armoni, yani Melodi ve Çok-seslilik başlıklı bölümünün bir yerinde kısaca şöyle demektedir: “…Şurası kesinlikle bilinmelidir ki, armoniden yoksun bir melodi, duygu ve amaçtan da yoksun bir melodidir…”.
Dr. Karl Grunsky’nin bu yorumu, üstünde önemle durulması gereken teknik ve estetik bir ilke olmanın önemini taşıyor; ve çokseslilik uygulamasına henüz elli yıldır el koyarak başarılı sonuçlar da almış bulunan Türkiye’mizde, konuyu daima güncel ve taze bir ilke olarak elde tutmanın zorunlu olduğuna dikkat ve ilgimizi çekiyor. Hattâ bizleri, acaba çokseslilik esere en kısa anlamıyla neler getiriyor? diye uzun uzun düşündürüyor da. O halde biraz daha araştıralım:
Senfoni, senfonik-şiir, ya da büyük formlarda yazılmış öteki tür eserlerin oluşturacakları çağdaş nitelikli ve çoksesli anlatım esprisi, monodik-modal müziğin oluşumunu sağlayan, oktavın 24 çeyrek sese ya da çok daha fazla komalara bölünmeleriyle meydana gelen imkânların gereği gibi değerlendirilememelerinin sebep olduğu kaybı bir başka açıdan karşılayabilen, zengin ve güçlü bir çoksesli anlatım kapasitesinin elde edilebilmesini mümkün kılıyor. Bu çok önemli gelişimde, elli yıldır bir hayli mesafe alınmış olmasına rağmen, çok, hem pek çok gecikilmiş olduğu apaçık ortadadır. Ne var ki Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana geçen elli yıl içinde, yüksek bestecilik ihtisaslarını yurt içinde ve dışında tamamlamış bulunan ve adlarına yukarıda değinilen sanatçılarımız ile, onları izleyen genç kuşakların bestecileri, Türk çoksesliliğini ulusal-çağdaş karakterde oluşturan eserler vermekle, gelenek-kültür dinamizmine yönelik görevlerini yerine getirmişler ve Ata’nın açtığı yolda, yeni ve taze eserler vererek, her bakımdan ilerlemiş ve ilerlemekte olduklarını, yurt içinde ve dışında başarıyla kanıtlamışlardır.
Bu büyük form ve çaptaki eserlere, özellikle kompozisyon, enstrümantasyon ve orkestrasyon gibi çağdaş nitelikli bilimlerin teknik ve estetik gücü zengin ve çok yönlü bir anlatım esprisi kazandırmakta, dolayısıyla akılsal ve duygusal etkilenişlerin meydana getirdikleri gölge-ışık kontrastlarındaki sembolik mesaj, çoksesli dokunun alabildiğine zengin ve renkli bir yorum yeteneği elde edebilmesinde de ileri derecede başarılı olmaktadır. Böylelikle senfonik anlatımın oluşturduğu bu derece güçlü bir atmosfer, eserin polifonik kapsamına sınırsız boyut kazandıran bir dinamizmin meydana gelmesinde yüklenmiş olduğu rolün büyüklüğüne bizleri kesinlikle inandırmaktadır.
O halde yukarıda da değindiğimiz gibi, çokseslilik demek, seslerin üst üste oturtulmalarıyla elde edilen müzik demek değildir. Çokseslilik, eserleri ve deneyimleriyle tanınmış büyük sanat ve bilim adamlarının yüzyıllar boyunca yazmış oldukları teknik eserlerden oluşan zengin bir kitaplığa sahip olan bir yaratıcılığın ürünüdür. Bununla birlikte, gerçek yaratıcı, bilime ve tekniğe içtenlikle önem vermekle birlikte, kendini teknik kuram ve kurallara gene de tutsak etmeyen kişidir. Nitekim yaratıcı sanatçının, ürününü böylesine yoğun bir emekle elde edebilme yolunda harcadığı olağanüstü çabayı, ünlü İngiliz filozofu Berkley (1685-1753), “ideal yaratış” olarak nitelemektedir.
Büyük formda yazılmış bir eserden yansıması gereken düşünce ve hayalin sembollere dönüştürülebilmelerinde, “ritim” ve “tempo” gibi iki temel unsurun katkılarıyla oluşan “hareket dinamizmi”nin, vurularak seslendirilen “percussion” aletlerinin bu dinamizmi -yerine göre- daha da güçlendirmelerinin ve bazı enstrümanlara özgü tınısal renklerin, solistik ya da polifonik doğrultudaki etkinliklerinin büyük rolü vardır. Nitekim ulusal ya da uluslararası ciddi müzik karşılaşmalarında kullanılmaları sorunlu olan normalize [standart] aletlerden yansıyan renkler, sembolizmaya yardımcı olmaları bakımından önemlidirler.
Çağdaş müziğin çoksesliliği, resim sanatının çokrenkliliği ile bir bakıma eşdeğerdedir; yani bu fiziksel yakınlık çok enteresandır. Ressamın spektral renkleri kombine ederek elde ettiği, sınırsız, karmaşık ve değişik renk dünyası ve bu dünyanın oluşumundaki renk armonisi, sıcak ve soğuk renklerin kontrastları ne ise, bestecinin de sesleri çokseslilik tekniği ile işleyerek oluşturduğu aksiyonlar da hemen hemen aynı şeylerdir. Ve çokseslilikte, tonları meydana getiren aletlerden yansıyan ve sadece duygu yoluyla algılanabilen bir sesin kendine özgü rengi, -ön planda- bir saniye içindeki titreşim adedine göre oluşan renklerdir.
Besteci, eserlerinde işlemeye çalıştığı konu gereği, yerine göre değerlendirmeye özen gösterdiği iniş-çıkış, yükseliş-alçalış, şiddetlenip hafifleyiş, yavaşlayıp hızlanış türünden dinamik aksiyonlara götüren etkinlik unsurları yanında, seslere özgü renklerin, düşünme ve hayal edebilme gücünü istenilen doğrultuda anlamlaştırmadaki etkinliklerinden yararlanmada da başarılı olmaktadır. Ve böylece, güçlü bir besteci, herhangi bir psikolojik aksiyonu, yani dramatik, trajik, lirik, mitolojik ya da epik doğrultularda oluşturmak istediği bir esinlenişi müziksel anlama dönüştürmek istediğinde, bu tür akılsal ya da duygusal spekülasyonların her şekline eserinde yer verebilmektedir.
Böylece bestecinin, eserini senfonik bir sembolizmaya çevirmekteki başarısı, her bakımdan çağdaş nitelikli bir uygulamaya yön verebilme açısından da çok önemli bir yaratıcılık olayıdır. Bu yolda gelişime emek vermiş bir besteci, aydın ve hazırlıklı bir izleyiciyi konuyla yakından ilgilendirip düşündürebilmede, istediği yöne yaklaştırabilmede de başarılı olmaktadır. Görülüyor ki, yaratıcı güce sahip olan bir bestecinin eserinde, normalize aletlerden yansıyan renklerden, değişik uygulama tekniklerinden yararlanarak oluşturacağı yatay (linéaire), ya da dikey (homophon) dokulu figür, tema, pasaj veya daha başka türlerden aksiyon unsurlarıyla, hayatın tüm etkinliklerini -herkes