Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİARAŞTIRMA YAZILARI

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

MÜZİKOLOJİ (müzik bilimi) İLE İLGİLİ ARAŞTIRMA VE İNCELEMELER

            Güzel Sanatlar arasında “müzik”, ancak oldukça yakın bir geçmişte bilimselleşme yolunda gelişmiş, üniversitelerin “bilim” kadroları arasında sesini gereğince duyurmada başarılı olmuştur. Ne var ki müziğin böylesine ilginç bir aşamaya erişebilmesinde, her şeyden önce müzikle de ilgisi olan bilim dallarındaki araştırma ve incelemeleriyle ün yapmış hocaların büyük rolü olmuştur; bu bilim dallarıysa şunlardır: matematik, fizik, estetik, fizyoloji, tarih ve filoloji.(1)

            Bu arada yukarıda adları geçen müzik dışındaki bilim dallarından başka, müzik sanatıyla doğrudan ilişkili konuları, hattâ daha başka bilim dallarını değerlendirerek yapılan araştırma ve incelemeler, zamanla Müzikoloji (Müzik Bilimi) doğrultusunda çok daha zengin ve orijinal buluşların elde edilebilmelerine yol açmıştır ki bu tür çabaları zenginleştiren evrensel nitelikli konular da şunlardır:

            Matematik, Fizik, Fizyoloji, Psikolojik-Akustik ve Müzik ile ilgili Arkeolojik ve Paleografik doğrultularda elde edilen bilimsel sonuçlar; Müzik-Estetiği ve (özellikle tarihsel doğrultuda) Müzik ve Müzik-Teorisi ile ilgili ve değişik boyutlarda anlamsal içerikli Müzikal-Birim’lerin ve ayrıca Enstrümantasyon-Orkestrasyon-Birimi’nin oluşumuna olanak sağlayan bilim dalları; ve bu yolda elde edilen geniş boyutlu bilgiler ile, kendine özgü üniversiter bir Müzikoloji Ana Bilim Dalı’nın meydana gelmiş olması ve bu tür çabaların, oluşumunu dinamik bir gelişim süreci içinde sürdürmeye tüm hızıyla devam etmesi.

            Yukarıda detaylarıyla açıklanan oluşum ve gelişim düzenine geniş ölçüde emekleri geçen müzik bilginlerinden özellikle en başta anılmaları gereken üç ünlü müzikolog ve bu konudaki eserleri şunlardır: Friedrich Chrysander (1826-1901), Müzik Bilimi Yıllıkları, 1863 ve 1867, (Jahrbuch für müsikalische Wissenschaft); Guido Adler (1855-1941) ve Philipp Spitta (1841-1894), Üçer Aylık Müzik Bilimi Dergisi, 1885-94 (Vierteljahrfsschrift für Musikwissenschaft).

            Görülüyor ki bu yolun yukarıda adları geçen üç büyüğünün, konuyu üniversiter düzeye eriştirebilmedeki olağanüstü başarıları, Müzik Biliminin de çağdaş dünyadaki tüm üniversitelerin programlarında yer alan öteki bilim dallarıyla aynı düzeyde kıyaslanmalarına imkân sağlanabilmesine de yol açmıştır; ve bu durum, yukarıda adlarına değinilen ilk üç müzikologun Dünya Müzik Tarihi’nde layık oldukları yerleri gereğince almalarında da başlıca etken olmuştur.

            Müzikolojinin, Batıdaki, daha sonraları da Doğu Avrupa ile Birleşik Amerika’daki üniversitelerin Felsefe Fakültelerinde yüz yıla yaklaşan bir süre içinde gereğince yer almış olduğu bir gerçektir. Hattâ bu durum, bilindiği gibi, başlangıçta müzikle de yakından ilişkileri olan bazı bilim dallarında dünya çapında ün yapmış uzman hocaların, üniversiteye giden yolu müzik sanatına da açma yolunda gösterdikleri yakın ilgi, az zamanda olumlu sonuçlar vermiştir. Ve böylece müzik sanatının üniversiter doğrultuda da gelişimini sürdürmesi gereken özgür bir bilim dalı olduğunu, yoğun bir akademik eğitimle yetişen müzikolog kürsü hocalarının meydana getirdikleri “monografik” araştırma ve incelemeleri, yazıları, etüdleri, kitapları ile Müzikoloji Kitaplıklarını, Müzeleri, Arşivleri, uluslararası ve evrensel nitelikli Kongreleri, Konferansları, seminer türünden Bilimsel Toplantıları bilim ve sanat dünyasına gereğince tanıtmada başarılı olmuştur.

            Ne var ki bütün bu etkinliklerin yanı başında, geniş ölçüde ilgi ve memnuniyeti gerektiren bir başka eğilim ise, Müzikoloji öğreniminin artık yalnız üniversitelerin Felsefe ya da Edebiyat Fakültelerine bağlı bir bilim dalı olarak kalmasıyla yetinilmemiş olması, yani Müzikoloji eğitiminin, sadece Teknik ve Teknoloji ile ilgili alanlarda eğitim yapan yüksek öğrenim kurumlarının programlarında Müzikoloji’nin de layık olduğu yeri gereğince almış olmasıdır. Ve müzikle ilgili bu tür bir öğrenimin en başında, ilk olarak Almanya’daki teknik eğitimle ilgili yüksek okullar, yani Technische Hochschule’ler gelmektedir; Müzikoloji öğrenimini ders programlarına alan bu okullar, kronolojik sıraya göre şunlardır: Darmstadt (1905), Dresden (1910), Stuttgart (1919), Hannover (1920), Berlin (1920).

            Yalnız Almanya’da Müzikoloji okutan üniversitelerde, yani ister normal üniversitelerde, ister yüksek teknik okullarda olsun, ayrıca Kompozisyon öğreniminin de yapılıp yapılmamakta olduğu üstünde durmak yersiz olur; çünkü Kompozisyon öğrenimi, sırf müzik konservatuvarları ile müzik akademilerine özgü bir meslek uğraşıdır. Aydın bir kişinin, kültürel, hattâ duygusal birikimini, dinamik bir gelişim süreci içinde ve evrensel doğrultuda zenginleştirme çabası ile müzik sanatını mesleksel açıdan uygulayabilme doğrultusunda harcanan çaba, birbirinden tümüyle farklı iki ayrı uğraştır. Kaldı ki üniversitelerdeki Müzikoloji öğreniminin temel amacı, yalnızca bilimselliktir; ve bunun tek sonucu da Master ya da Doktora’dır, yani bilimsel ve akademik bir Monografi ya da Kitap yazmaktır. Konservatuvarlar ile Müzik Akademilerinin temel amacı ise, müziğin, operanın, balenin ve tiyatronun ana gereksinimi olan yorumcu sanatçıyı yetiştirmektir: yani orkestra şefleri, yorumcular ve virtüozlar; operanın her türüyle ilgili yorumcular, solistler, balerinler, baletler, rejisörler, korepetitörler, dekoratörler, tiyatro artistleri, tiyatro rejisörleri, dekor uzmanları; geniş birikime sahip deneyimli hocalar, piyes yazarları ve daha neler ve neler!

            Yukarıdaki konular, daha çok yaşlı kıtamızın, yani Avrupa’nın kendine özgü ve yüzyılların oluşturduğu bir uğraşın ürünleridir. Durum, Birleşik Amerika’da bambaşkadır. Batının bu iki sentezi, Birleşik Amerika’da tek bir ünite içinde gene de ikili bir sentezdir; güzel sanatlar, bu arada konumuz olan müzik, her yönüyle, ister bilimsel, ister uygulamalı yönleriyle olsun, tek bir ünite, yani tek bir üniversite içindedir. Ve bu konu son yıllarda bizde de Birleşik Amerika’daki gibi olmuştur; bu çok önemli konu, bizde de böyle devam edeceğe benzemektedir.

            Batıda Müzik sanatının Rönesansı, Görsel Sanatların kavuştuğu Rönesantan tam yüz yıl sonra, kendine özgü bir Rönesansa kavuşabilmiştir. Böyle bir Rönesans, yani yenilenerek yeniden doğuş, ünlü İtalyan bestecisi Giovanni Pierluigi Palestrina (1525-1594) ile başlamış, Johann Sebastian Bach (1685-1750) ile her türlü müziğin oluşumuna imkân veren Tampere Sistem’e kavuşmuş, Bach’ın bulup uyguladığı bu olağanüstü sistem, Batıda alabildiğine zengin ve geniş boyutlu bir müzik literatürünün meydana gelmesine imkân sağlamış ve gene bu sistem, modern ve çağdaş bestecilerin meydana getirdikleri eserlerin oluşumuna teknik imkânlarıyla yardımcı olmuş ve böylesine bir yardımı icra safhasında da onlardan esirgememiştir. Bach’lar, Haydn’lar, Mozart’lar, Beethoven’ler, Romantikler, Geç Romantikler ve çağdaş ekoller de gene Bach’ın Tampere Sistemi ile tüm dünyada tanınabilmişlerdir.

            Batı müziğine yönelik gerçeğin, olağanüstü nitelikli ve olabildiğine güçlü kafalarla varlığını kanıtlamış olmasına karşın, ünlü müzikologlar, müzik pedagogları ve ünlü eleştiricilerin bazıları, müzik sanatının oluşum ve gelişimini, görsel sanatlar ile edebiyattan ve şiirden çok daha geç elde edebilmiş olmasında, devletlerin idare mekanizmasında yer alan bazı önemli yöneticilerin rolü olduğu kanısındadırlar.

            Daha çok yakın zamanlarda, Orta Avrupa’da ve özellikle Almanya’da, Sanat-Müziği’nin, müzik dışındaki sanat kollarına gösterilen ilgiden yoksun bırakılmış olmasından acı acı yakınılmaktaydı. Zamanın ünlü müzikologu Hugo Riemann (1849-1919) da aynen şöyle diyordu (1905): “Müzik sanatının başına -pek o kadar haksız bir görüş olmasa da- edebî sanatların başına gelenler aynen gelmiştir; bugün Devletin yardımıyla ayakta durabilen bir edebiyat okulu var mıdır? diye düşünmek de pekâlâ mümkündür. Ama ne var ki, buna karşılık Devlet, akılsal birikimlerin ürünü demek olan yaratıların, yani bir bakıma Edebiyat ve Şiir alanında olduğu gibi, Görsel Sanatlar alanında da evrensel boyutlu işler başaran büyük yaratıcıların oluşturdukları eserlerin, gençliğin eğitimi doğrultusunda meydana getirilen araçlar arasında yerlerini gereğince almaları lazım geleceği inancının en üstün bir görev olduğuna inanmıştır; ve bu işi gereği gibi değerlendirme doğrultusunda harcanması gereken parayı eksiksiz sağlamada da tam anlamıyla başarılı olmuştur.”

            “İşte bu noktada olağanüstü öneminden dolayı üzerinde dikkatle durulması gereken Müze konusuna da değinmek yerinde olur; şöyle ki: Bu tür binaların, amaçlarının özelliği bakımından uzman mimarlarca meydana getirilmeleri gerekmektedir. Bu binaların içlerinde antik dönemlerin görsel sanatlarıyla ilgili anıtsal eserlerin sadece yer almalarıyla yetinilmeyip, bunlardan en önemlilerinin geçmişteki görünümlerine tam anlamıyla benzeyen restorasyon ya da rekonstrüksiyonları da yapılmaktadır. Hattâ bu tür eserleri ülke ölçüsünde gereğince tanıtabilme yolunda, bunların kopyaları da yapılarak dağıtılmaktadır. Ben burada bütün bu işleri, hattâ gerekli kazıları yapabilmek için, sürekli olarak elde bulunmaları gereken araç ve gereçlere de değinmek istemiyorum, çünkü bu araç ve gereçler, yalnız bizim burada değindiğimiz işlerde değil, tarihsel araştırmalar ile daha birçok başka işlerde de kullanılmaktadır.

            “Her şey iyi, hoş ama, şimdi bir de Sanat Tarihi ile onun kadar önemli olan Estetik üzerinde öğretim yapan Profesörler aklıma geliverdi. O halde bu Profesörlerin çalıştıkları üniversitelerde, Mimarlığın, Plastik Sanatların, Resmin ve Şiirin tarihsel ve estetik özellikleri üzerinde öğretim yapıldığına göre, bunların arasında Müziğin de aynı haklarla yer alması gerekmez miydi?

            “Bugün artık kim, müziğin tarihini ve bu sanata egemen olan yasaların bilimselleştirilmesi sorununu, sadece öteki güzel sanatlarla ilgili bilimsel araştırmalara paralel doğrultuda yapılacak uğraşlarla elde edilebilecek sonuçlar doğrultusunda değerlendirebilmekle mümkün olabileceğini ısrarla savunup tartışabilir?

            “Evet ama 16. yüzyılda oluşan ‘Palestrina Çağı’ ile 18. ve 19. yüzyıllarda oluşan sadece ‘Bach, Haendel, Haydn, Mozart, Beethoven ve Wagner’lerin yarattıkları çağları’ yaşamış olmanın ve müzik sanatının bu iki çok önemli dönem içinde gelişimde en üstün doruğa ulaşabilmiş olmasının ne demek olduğunu da gözden uzak tutmamak gerekir!

            “Ne var ki yukarıda belirtildiği gibi asıl gerçeğe karşıt olanlar, yalnız bir noktada pek de haksız sayılmazlar; çünkü buna karşı gösterilebilecek tek neden, müzik sanatının kendine özgü ‘anlatım’ gücünü, öteki sanatlardan herhalde daha geç elde edebilmiş olmasıdır ki, böyle bir durum karşısında da, yani eski dönemlerde bu işler için gerekli ilginin gösterilememiş olmasından ileri gelen ihmal karşısında, sadece özür dilemek yerinde olur.

            “Bugün artık bu konuya yönelik ilgi ve davranış bambaşkadır. Ve…günümüzde örneğin Palestrina ile ilgili olarak bilimsel bir araştırma ve incelemeye kendini tüm gücüyle vermiş olan bir müzikologun, Dante(2) ya da Pindar(3) üzerinde araştırmalar yapan bir edebiyat bilgini ile aynı düzeyde görülmeyerek geri planlara atılması hiç mümkün mü? Bu böyle olduğu gibi, Bach ve Beethoven üzerinde araştırmalar yapan bir müzikolog da Geothe ve Schiller üzerinde araştırmalar yapan bir edebiyat bilgininden farksızdır. Müzik ile sınır komşuluğuna sahip olan bazı bilim dalları arasında güçlü bir ilgi bütünlüğünün, hiç olmazsa son zamanlarda (yani 1860 yılından bu yana) daha yakından farkına varılmış olması da çok ilginç bir gelişim. Ben, edebiyat, yani konuşma ile ilgili ‘metrik’ sorununun kendini yavaş yavaş zamanla müziğin dümen suyuna, sonra da ‘ton’ (ses) psikolojisine kaptırmış olduğunu hatırlıyorum.

            “Edebiyat Tarihi de Müzik Tarihi ile çok güçlü bir ilişki içinde olduğu tezini savundu ama eninde sonunda bu düşüncenin çok yanlış olduğunu anlamanın acısına katlanmak zorunda kaldı, hattâ Schubert ve Wagner gibi şahsiyetler bile, biraz olsun müzikle ilişkisi bulunan komşu mesleklerle yakın bir ahbaplık içinde olma kanısına kapıldılar, ya da komşudan yardım bile umdular. Ama sonra görüldü ki, müzikle ilgili konular üzerinde konuşabilmek için yalnız müzik alanında edinilmiş sınırlı bilgiler yeterli olmuyor; ve bu konuda konuşacak kişinin müzik yapabilme yeteneğine de sahip olması gerekiyor. Onun içindir ki Müzik Bilimleri de ancak 19. yüzyıl sonlarında sürekli bir yüceliş içinde bulunan Alma Mater’in(4) kızı olarak benimsendi; çünkü bugün artık Almanya’da (1900 yılını çevreleyen yıllar içinde) 25 Müzikoloji Kürsüsü faaliyette bulunmakta ve bu kürsülerde eğitim yapan müzik bilginleri arasında, devletçe kendilerine Ordinarius unvanı verilmiş bulunan profesörler artık yer almaktadır. Almanca konuşan İsviçre’de 4, Avusturya’da ise 2 Müzikoloji profesörü öğretim görevini üstlenmişlerdir…”.

 

Cevad Memduh ALTAR
(7 Kasım 1992)

 

(1) Giovanni Pierluigi Palestrina (1525-1594), İtalya’da görsel sanatlardan yüz yıl kadar sonra müzikte Rönesansı gerçekleştiren bestecidir; ve müzik sanatında Katolik müziğinin reformda öncüsü olarak tanınmış büyük bir sanatçıdır.

(2) Dante Alighieri (1265-1321), İtalya’nın en başta gelen şairidir. Dante, belli başlı bütün dillere çevrilmiş bulunan Divina Commedia (İlahi Komedya) adlı eseriyle, uluslararası ve evrensel doğrultuda dünya çapında üne ulaşmıştır.

(3) Pindar (Pindaros), eski Yunanistan’da Antik Dönem’in 518-438 yılları arasında yaşamış, en başta gelen bir şair ve aynı zamanda müzikçidir; şiirini ve müziğini birlikte yazıp bestelediği “lirik” karakterli şarkıları ile zamanında büyük üne ulaşmıştır.

(4) Alma Mater, Latincede, evladına süt emziren anne anlamına gelmektedir. Romalılar ise doğaya bolluk, bereket getiren tanrıçaları Alma Mater lakabıyla nitelemişlerdir. Bu sözcük günümüzde “yüksek okul” ya da “üniversite” anlamına gelmek üzere kullanılmaktadır.