Ankara Radyosu
8 Nisan1943
Saat: 21.15
Sayın dinleyenlerim, sanatın düştüğü yeri dilediği gibi yaktığını hepimiz biliriz. Yalnız insanoğlunun işi olan sanat başarısı, kimine vaktinden çok evvel gelir, yapacağını yapar, umulmadık bir zamanda hayata yüz çevirtir. Kimine vaktinden sonra gelir, uzun bir ömür verir ama yine sahibini dahiler arasına katılmakta geciktirir. Kimini hayatından çok sonra dünyaya tanıtır. Kısacası sanatın insanoğluna ne getireceğini kimse kestiremez. Kesin olan bir şey varsa o da, öz sanat -nereye ve nasıl düşerse düşsün- insanı ruhen yükseltir. Onu yeni ve taze yaratmalara doğru harekete geçirir, iyiye ve güzele ulaştırır. İşte onun için insan sırf kendi hüneri olan sanatı çok sever. Sanatın her cilvesine seve seve katlanır. Ona karşı kollarını daima açık tutar. Tevekkeli geçen yüzyılın büyük şairi Schiller şöyle dememiş: “Çalışmada bir arı sana örnek olur, maharette küçük bir böcek sana üstattır, bilgini üstün zekân ile etrafa yayarsın, yalnız sanat, ey insan, işte o senin öz malındır.”
Sayın dinleyenlerim, Schiller’in dediği gibi insanoğlunun bu öz malına kul köle olan tanınmış bir sanat büyüğü de bu akşamki konuşmamızın kahramanı olan başka bir sanat büyüğü için şöyle diyordu: “Talihe pek o kadar inanmam, ama şunu iyi biliyorum, en son gördüğüm işler beni öyle bir yola soktu ki bu yolda ben mizacımın yaratabileceği şeylerin en gereklisini yaratmaya mecburum. Daha 4 hafta öncesine kadar şu anda kendime en yüksek görev bildiğim şeyin ne olduğunun farkına bile değildim. Ancak Franz Liszt’e karşı duyduğum o en derin dostluk sevgisidir ki bu görevi başarma yolunda bende olan ve olmayan kuvvetleri bir araya toplama imkânını bana verecek ve işte bu eser bizim müşterek eserimiz olacaktır!”
Görülüyor ki sayın dinleyenlerim, 1813 yılında, yani büyük çağdaşı Liszt’in doğumundan iki yıl sonra dünyaya gelmiş olan Richard Wagner, günün birinde Liszt gibi bir insanın yardımıyla bütün dünyaya tanıtılacağını aklından bile geçirmeden, Liszt’in kızıyla evlenerek o büyük sanat adamına büsbütün yaklaşacağını bir an bile düşünmeden, kısaca bütün doğuş ve oluşunu Liszt gibi bir dosta borçlu olacağını hatırına bile getirmeden, sırf sanat aşkıyla böyle isabetli bir keşifte bulunmuş, siyasi bir suçtan dolayı İsviçre’ye kaçarken Weimar’da Liszt’in evine sığınan Wagner, hayatının tehlikede olmasına rağmen orada Liszt’in idare ettiği Tannhäuser temsilini saklandığı locadan gizli gizli seyretmiş, kendisine ne üzüntülere mal olmuş olan bu eserin ancak Liszt’in elinde öz benliğine kavuştuğunun farkına varmış, onun üzerine yukarıda arz ettiğim sözleri söylemişti. Hatta Wagner yine aynı günün verdiği heyecanla büyük üstat Liszt için şu sözleri de söylüyordu: “Bu müziği yazarken duyduğum şeyleri o da eseri idare ederken duyuyordu. Bu müziği yazarken söylemek istediğim şeyleri o da eseri seslendirirken söylüyordu. Ne harikulade bir şey! Bu eşsiz dostun gösterdiği sevgiyledir ki vatanımdan uzaklaştığım bir anda sanatım için çoktandır özlediğim, yanlış yerlerde beyhude arayıp durduğum, hiçbir zaman bulamadığım gerçek vatanı şimdi buldum.”
Richard Wagner gibi bir sanat dahisinin hayatının en ateşli ânında Liszt gibi bir dost için söylediği bu sözler âdeta gelecekten haber veren güçlü sözlerdi, çünkü Wagner sanatını kendi dönemine en iyi anlatan Liszt olmuştu. Wagner sanatı gerçekten Liszt gibi bir sanat büyüğünün yardımıyla öz benliğini açığa vurmuştu. Bununla beraber bütün bu haklı görüşler, “Wagner-Liszt” müşterek eserinin hemen her safhasında aynı müşterek fikir içinde gelişmiş oldukları kanısını uyandırmamalıdır. Bilakis bütün eserleriyle daime insanüstü bir ideale el uzatmış olan Wagner, yalnız en son eseri olan Parsifal ile dindar kayınbabası Liszt’e yönelmişti. Sonra Wagner’in bütün yaratmalarını hep sahne etkisi bakımından elle tutulur, gözle görülür plastik gerçeklere de bağlamasına ve çok kere sesi, sözü, perspektifi bir planda yaratmasına karşılık, Beethoven gibi sanatın sırf mutlak sembolik etkisine bağlı kalan, plastik sahne gerçeklerinden alabildiğine kaçan Liszt, Wagner’in tuttuğu yola göre büsbütün aykırı bir yöne ayak basmış, bütün yaratmalarında -her türlü sahne etkisinden uzaklaşarak- sırf sembolizme bağlı kalmıştır. Bu nedenle Wagner sanatının günün birinde kendi yolunda başarılı olacağına kesin olarak inanan, bu başarı durumunun gerçekleşmesine bizzat yardım eden Liszt, Wagner’e özgü dramatik anlayıştan oldukça ayrılan görüşleriyle nasıl bir ideale el uzatmış olduğunu da bize anlatmaktadır.
Nitekim Wagner’e olan bütün inancına rağmen sanat anlayışı tamamen başka bir kaynaktan beslenen Liszt, estetik alanda yazdığı eserlerın 5. cildinde kendi sanat prensibini şöyle anlatır: “...(ne de olsa) gerçek manzaraların, hava akımlarının, hatta yarı aydınlık bir atmosferin tarife sığmayan sihrini olduğu gibi sanata mal etmeye imkân yoktur ve insanın hayal gücüne fevkalade manzaralara ulaşma imkânını veren de işte yine bu hayal gücüdür. Sahnenin bu bakımdan olan yetersizliği yüzünden, hele hayal gücünün ulaşabileceği belirgin hayallerin temsil sanatıyla telâfi edilmek istenmesi (biraz önce bahsettiğimiz) hakikatlerin gerçekleşmesine engel olacaktır ki bütün bu teşmiller ancak gerçekleri hicvetmekten başka bir işe yaramayacaktır... Şu bakımdan hiç şüphe etmemelidir ki sanat birçok durumda her şeyi temsil ile anlatmak, her şeyi göz önünde bulundurmak, her şeyi duygularımıza yaklaştırmak fikrinden vazgeçildiği takdirde bile değerinden en ufak bir şey feda etmez, çünkü akıl kendisine yaklaştırılan şeylerden daha fazlasını yaratma gücüne sahiptir. Ve dramatik bir sahneye kendi görüş açısından nüfuz etmeye çalışan bir dinleyiciyi (bu suretle maruz kaldığı) vehimden, aldanıştan uzaklaştıracak olan başka bir hakikat yoluyla seyrettiği şeyi aksi yöne çekmek hiçbir zaman tehlike arz etmez. Bazı hususlarda teşmil imkânlarının o derece üstünde bir noktaya ulaşır ki bu takdirde aynı imkânları elde etmek boşuna bir tecrübeden başka bir şey değildir.”
İşte sayın dinleyenlerim, Liszt’in yalnız bu sözleri, hele bu sözler içinde göze çarpan şu cümle, yani: “akıl kendisine yaklaştırılan şeylerden daha fazlasını yaratma gücüne sahiptir!” cümlesi, bize Liszt ile Wagner arasındaki farkı anlatmaya yeterlidir,çünkü Wagner’in bütün sahne eserlerinde kullandığı Leitmotif ile seyirciye vakit vakit dramatik tiplerin ruhsal durumlarını tanıtmasına karşılık, kendine özgü motif tekniğiyle aynı şeyi yapmakta olan Liszt, sahneye hiçbir zaman yaklaşmamakta, ama eserlerindeki temaları dilediği gibi işlemek suretiyle onlara hayallerin ötesinde bir vücut vermektedir. Wagner’e özgü dramatik gayeden tamamen uzaklaşan sanatçı, bu suretle dinleyicinin hayal gücünü istediği yöne hiç zorluk çekmeden götürebilmektedir. Sahne yaratmalarına ait manzum metinleri bizzat yazmak suretiyle aynı zamanda eserlerin şairi de olan Wagner’in müzik sanatını -mukaddes bir görevle- şiir sanatının emrine hasretmesine karşılık Liszt, şiir sanatını aynı mukaddes görevle müzik sanatının emrine hasretmek istemiş, bu arada daima şiirden ilham almış, bütün yaratmalarında yalnız şiiri etkili kılmıştır. Bu takdirde sayın dinleyenlerim sırf belirli bir forma göre yazılmış olan şiirleri hatırlarına getirmemelidirler. Burada şiirden maksat, besteciye ilham veren her türlü poetik fikir demektir. Şurasını da unutmamalıdır ki Liszt’in plastik sahne eserinden uzak olarak yazdığı o muazzam orkestra eserlerinin yahut sonatlarının hemen hepsinde de poetik unsura rastlamamaya imkân yoktur. Sanatçının ünlü Si Minör Sonatı bu hususta bir örnek olarak gösterilebilir. Tamamen mutlak bir sanat havası içinde yazılmış olan bu sonata karşılık Liszt’te hayatın poetik olarak kabul edilen yanları: kavga, zafer, aşk, hasret, kuşku, umut, Tanrı korkusu, şikâyet gibi duygulardır ki sanatçı kendine özgü temalarıyla bütün bu duygulara dilediği gibi vücut vermiş, bizleri bu duygulara kolayca ulaştırabilmiştir.
İşte sayın dinleyenlerim, Liszt ve Wagner gibi yan yana gelişen iki büyük dâhi, sanat ideallerinin gerçekleşmesi yolunda karşılaştığımız bütün tezatlara rağmen, birbirlerinin yaratma gayelerine inanmışlar ve birbirlerine alabildiğine yardım etmişlerdir, çünkü bu iki sanat büyüğü, yaratma prensipleri hangi esasa dayanırsa dayansın, katettikleri yolun en sonunda, yani “insan ruhunu elde etme” prensibi üzerinde daima birleşmişlerdir.
19. yüzyıl sanatında gerçekten bir dönem yaratmış olan büyük üstat Franz Liszt, zamanının pek çok sanat büyüğünü etkileyen yüksek dehasıyla neler yapmamış, ne harikulade işler başarmamıştı! Virtüozluk ve bestekârlık gibi müzik sanatının iki büyük özelliği nefsinde toplamış olan Liszt, sanatın bu iki büyük sahasında insanlığı hayrete düşürmüş, devrinin hükümdarları tarafından başta taşınan sanatçı, kendisine vakit vakit önerilen her türlü asalet payesine yüz çevirmiş, ölmez eserlerini büyük bir tevazu içinde yaratmaktan da ayrıca zevk almıştır.
Macar bir baba ile Avusturyalı bir ananın oğlu olan Franz Liszt’e romantizmin hemen her sahada Avrupa’yı yakıp tutuşturduğu bir devirde yalnız sanatkârlarla sanat dostları, devlet adamları yahut hükümdarlar değil, devrin tanınmış kadınlarından bazıları da büyük bir hayranlıkla ellerini uzatmışlardı. 1823’te daha 12 yaşındayken Viyana’da verdiği ilk piyano konserinden sonra dinleyenler arasında yer almış olan Beethoven tarafından hararetle alkışlanan ve öpülen küçük Liszt, daha o yaşta bütün Avrupa’da tanınmış ve Beethoven gibi bir sanat büyüğü tarafından öpülmek ve alkışlanmak şerefine nail olmanın sırrını, 75 yıllık bir hayatın hemen her aşamasında gösterdiği eşsiz başarılarla vakit vakit insanlığa açıklamıştır.
Öte yandan pek çok dahinin hayatında olduğu gibi Liszt’in hayatında da sanatçıyı koruyan, ona ilham kaynağı olan bazı kadınlar eksik olmamıştır. 1833 yılının kışında, devrinin tanınmış bir sanat adamı olan Berlioz, 22 yaşında olmakla beraber şöhreti bütün dünyayı tutmuş bir piyano virtüozunu, yani genç Liszt’i ilk defa Paris’in tanınmış bir salonuna sokuyordu. Bu genç sanatkârın giyimindeki intizam ile ellerinin güzelliği daha ilk görüşte hiç kimsenin gözünden kaçmamıştı. Bu gencin sağ elinin işaret parmağında üzerinde gümüşten kurukafa bulunan bir altın yüzük vardı. Güzel sarı saçları omuzları üzerine kadar iniyordu. Hele pek muntazam taranmamış olan saçlarını ikide birde elleriyle arkasına atması bu insan güzelini hayretle seyredenlerin pek hoşuna gidiyordu. Öte yandan aynı akşam devrin bu başta taşınan piyano virtüozunun takdim edildiği genç ev sahibesi de şu tipte bir kadındı: “Güzel ama melankolik bir yüz, alabildiğine zarif bir giyim tarzı, klasik bir profil, omuzlara kadar inen sarı saçlar, yüzdeki muntazam hatların arasında bitmez tükenmez bir hayale bakan gözler”. İşte kitapların, resimlerin bize bu şekilde anlattığı Paris aristokrasisinin bu tanınmış kadını, Kont d’Agoult’un eşi Madame Marie-Sophie de Flavigny idi. Bu hassas kadın 1827 yılında kendinden 20 yaş büyük olan Kont d’Agoult ile evlenmiş, fakat bu evlilik az zamanda pek hoş olmayan olaylara sahne olmaya başlamıştı. Kont d’Agoult eski rejime mensup muhafazakâr bir insandı. Kontes d’Agoult ise romantik bir devrin alabildiğine kaprisli bir çocuğuydu. Aralarında o kadar yüzeysel bir evlilik hayatı geçiyordu ki bu hayatı ne mutlulukla, ne de bahtsızlıkla nitelendirmeye imkân vardı. Bu kadar kuru bir hayat içinde yuvarlanıp giden Kontes d’Agoult, daha Liszt’i ilk gördüğü gün kendinden onca yaş genç olan sanatçının dehasına ve şahsına büyük bir hayranlıkla bağlanmış, günün birinde kocasını ve yuvasını terk ederek İsviçre’ye Liszt’in yanına kaçmıştı. Bu durum Paris’te her ikisi için de çok uzun süren bir dedikoduyu yarattı. Ne tuhaftır ki Kontes bu kabına sığmayan dehanın yanında çok kere sesini bile çıkarmadan sıkıntılı saatler geçirmek zorunda kalmıştı, çünkü Liszt’in kafasını yalnız o bitmek tükenmek bilmeyen muazzam kompozisyon planları işgal ediyordu. Bu planların dışında kalan saatlerini ise sanatçı sürekli olarak piyanosuna hasrediyordu. Hele bu sıralarda Liszt’in Cenevre Konservatuvarı’nın kuruluşuyla yakından meşgul olması, hatta bu müessesenin kurulması üzerinde servetinin bir kısmını seve seve harcaması da sanat dünyasının gözünden kaçmamıştı.
Sayın dinleyenlerim, böylece uzun yıllar aktı gitti. Liszt’in İsviçre’de, İtalya’da geçen yıllarında Kontes d’Agoult onun yaratma dehasını alabildiğine koruyordu. Bu yakın ilişkinin ikinci yılından itibaren, yani 1835-1837-1839 yıllarında Kontes Liszt’e 3 çocuk dünyaya getirdi. Bunlardan güzel bir kız olan Blaudin, 3. Napolyon’un başbakanı Emile Olivier ile evlenmiş, ne yazık ki 27 yaşında ölmüştü. İkinci kızı olan Cosima, Hans von Bülow ile olan evliliğine son vermek zorunda kalmış, sonra Richard Wagner ile evlenmiş, hayatının en mutlu anlarını bu büyük sanat adamıyla yaşayan bu kültürlü kadın sevgili kocasının ölümünden sonra 40 yıl daha yaşamış ve onun başladığı işlerin tamamlanmasında önemli bir rol oynamıştı. Sanatçının üçüncü çocuğu, yani çok yetenekli bir genç olan oğlu Daniel ise 20 yaşında henüz hukuk eğitimi alırken hayata gözlerini yummuş, hele bu acıyı Liszt ve Kontes d’Agoult hayatlarının sonuna kadar unutmamışlardı.
Sayın dinleyenlerim, Liszt ile Kontes d’Agoult 1835’ten 1837’ye kadar Cenevre’de çok sakin bir hayat geçirdiler. Bu arada Paris’te çıkan Gazette Musical’de Liszt’in birçok yazıları da yayımlandı. Liszt yine aynı yıllar içinde 6 cildi tutan bu yazılarıyla Chopin’ı, Wagner’i, Berlioz’u sanatseverlere tanıtmış ve dünya müzik kütüphanesine önemli eserler kazandırmıştı. Yine bu sıralarda sanatçının İsviçre’de yazdığı ilk piyano eserlerini içeren “Haç Yılları” (Années de Pelerinage) adlı eseri de 3 cilt olarak yayımlandı.
1837-1839 yılları da sükûnetle geçmişti. Hele 1837 yılının yazını her ikisi de Fransa’da Nohant’ta George Sand ile beraber geçirdiler. Chopin gibi bir sanat büyüğünün yetişmesine neden olan bu önemli kadının yanında geçen birkaç ay her üçü için de son derece romantik bir tatil olmuştu. Bu esnada sanatkâr sürekli gelişmekte olan yaratma yeteneğini arada bir İtalya’ya yaptığı seyahatlerle de pekiştiriyordu. Gerek Fransa’daki gerek İtalya’daki sanat hazineleri ona sanatın diğer şubeleriyle de yakından temas etme, sanat meseleleri üzerinde genel karşılaştırmalar yapma imkânını da veriyordu. Hatta o sıralarda sanat heyecanıyla yanıp tutuşan dahi arkadaşı Berlioz’a yazdığı bir mektupta, modern müzik meseleleri kendini tatmin etmediği anda dünyanın “büyük ölülerine” dönmek zorunda kaldığını bildirmekteydi. Meselâ kendisinin de söylediği gibi vakit vakit sanatçının kendini Rafael ile Mikelanj’ın eserlerine terk etmesi, bütün duyuş ve tasvirlerinin kafasında derhal müziğe dönüvermesine yardım ederdi. Öte yandan o sıralarda Fransız resim akademisi direktörü olan ünlü ressam Ingres’in rehberliği altında Roma müzelerini ve galerilerini de gezen genç sanatçı, öteden beri kafasında taşıdığı sanat meseleleri üzerinde de çok faydalı sonuçlara ulaşmaktaydı. Rossini gibi bir dünya adamıyla temas da ona çok şeyler öğretmişti. Nihayet bir zaman geldi ki devrin en önemli kişileriyle, meselâ Chopin, Berlioz, George Sand, Balzac, Heine, Delacroix, Alfred de Musset gibi sanat büyükleriyle yakın dostluk kuran genç Liszt’i, Fransa’da olsun İtalya’da olsun birçok tanınmış sanatçı ve tanınmış hanımlar kendiliklerinden aradılar, buldular ve kendilerini ancak onun çevresinde mutlu hissettiler.
Bütün bu temaslardan, bütün bu incelemelerden sonra kendini büsbütün geliştiren Liszt, 1839 yılında, yani 28 yaşındayken, çok daha olgun bir ruhla sanat dünyasına ayak basıyordu. İşte bu tarihten itibaren verdiği kararın isabetinden emin bir sanatçı edasıyla işe koyulan Liszt, öte yandan hayat arkadaşına ve çocuklarının annesine karşı olan görevin eksiksiz başarılabilmesi bakımından çok çalışmak ve konser turlarına da başlamak zorunda kaldı. Ancak bu karar sanatçının yalnız sanatı için verdiği bir karar değildi. Hayatının akışı bakımından bilerek ya da bilmeyerek vermiş olduğu kararların en önemlisi buydu. O kadar ki günün birinde bütün planlarına tam bir gayretle sarılmak zorunda kalan Liszt’in ilk işi Kontes d’Agoult’u Paris’e göndermek oldu. 1839’u kovalayan yıllar içinde aile üyeleri pek fazla bir araya gelme imkânını elde edememişlerdi, ama kendini büsbütün işe vermiş olan Liszt ile Kontes d’Agoult arasındaki bağ zamanla gevşedi ve 1844 yılı her ikisi için de devamlı bir ayrılık yılı oldu. Liszt çocuklarının nafakasını ve terbiyesini üzerine almıştı. Hatta sanatçı –işlerinin çokluğuna rağmen- bu görevi de çevresini şaşırtan bir ilgiyle başardı. Ne gariptir ki Liszt gibi bir insanın yanından büsbütün başka bir görüşle ayrılan Kontes d’Agoult da artık o bildiğimiz salon kadını değildi. Tam bu sıralarda Fransa’da Daniel Stern adını taşıyan bir yazarın tarihî yazıları herkesin dikkatini çekmeye başlamıştı. Bu takma ad altında gizlenen yetenekli yazar Kontes d’Agoult’un ta kendisiydi. Sırf Liszt’ten aldığı ilhamla daha 32 yıl kalemini işleten Daniel Stern, ölümünü bir türlü aklından çıkaramadığı çok sevdiği oğlu Daniel’in adını takma ad olarak taşımaktan büyük bir haz duyuyordu. Nihayet bu Daniel de Liszt’siz geçen 32 yıllık bir hayattan sonra 1876’da hayata gözlerini yumdu.
Sayın dinleyenlerim, Liszt ile Kontes Marie d’Agoult’un ayrılmaları -Kontes’in birçok mektuplarında de görüldüğü gibi- hele genç kadın için tam bir acı, tam bir facia olmuştu. Ne çare ki yepyeni sanat planlarıyla Weimar’a büsbütün yerleşmiş olan Liszt, bu şehirde kalbini daha başka heyecanlara hazır bulundurmak zorunda kaldı. Şurası da muhakkaktır ki Liszt’in Marie d’Agoult ile tanışması hızla gelişme göstereceğine şüphe olmayan bir dünya şöhretini önleme yolunda atılan ilk adım oldu. Liszt bu anlayışlı kadının verdiği huzur içinde her türlü ihtirastan uzak bir sükûnet havası içinde olgunlaştı. İşte bu olgunluk, Weimar’a yerleştiği tarihten itibaren devrin ruhundan doğan en büyük dehaya kolayca el uzatma imkânını da ona verdi. Onun içindir ki, sayın dinleyenlerim, 1844 yılı ile Weimar’da geçen yıllar, Kontes’in yarattığı ateşli bir sanat havasından henüz ayrılmış olan genç Liszt’in hayatında yeni heyecanlara, yeni yaratışlara, yeni zaferlere doğru açılan ikinci bir yaratma devresi olmuştur. Yalnız Tannhäuser’le kalmayan “Wagner-Liszt müsterek eseri”, hele Cosima Wagner gibi bilgili, akıllı bir kadının da katılımıyla, asıl bu dönem içinde tam bir “müşterek eser” halini almıştır. (Müzik: Prelude’ler)
Ankara Radyosu
15 Nisan1943
Saat: 21.15
MÜŞTEREK ESER (II)
Sayın dinleyenlerim, geçen konuşmamızda iki ayrı ruhun bir amaç uğrunda nasıl birleştiklerini incelemiştik. Başka başka yollardan gelen “insan gönlünü elde etme” amacı uğrunda eksiksiz birleşen bu iki ayrı ruh birbirlerinin doğuşuna ne kadar yardım etmişlerdi, birbirlerinin yaratma cümlelerinden ne kadar ilham almışlardı? Ama her şeye rağmen bu ruhtan biri, yani Franz Liszt insan duyuşlarının sembollerle ifadesi esasına sadık kalarak o güzel piyano eserleriyle, o güzel orkestra eserleriyle, senfonik şiirleriyle alabildiğine sahne etkisinden kaçıyordu. Bu iki ayrı ruhun ikincisi olan Richard Wagner ise hemen hemen aynı teknik prensipler üzerinde yürümekle beraber yalnız sahne etkisine bağlı kalıyordu. Günün birinde siyasi bir olaydan dolayı İsviçre’ye kaçarken Weimar’da müstakbel kayınpederi Franz Liszt’in idare ettiği Tannhäuser operasını saklandığı locadan gizli gizli seyreden Wagner, sırf bu eşsiz şefin kendi eserini idare ederken verdiği heyecandan olacak ki, bütün yaratmalarını Liszt’le olan ilgisi bakımından “müşterek eser” diye nitelendirmişti.
Sayın dinleyenlerim, Wagner’in bütün eserlerini bu yolda nitelendirmesi için neden çoktu. Bu iki üstadın, bu kayınpederle damadın hayatları birbirine o kadar girift bir hal almıştı ki, sanat tarihi için mutlu sonuçlar doğuran bu kaynaşma, bu anlaşma, sanat meraklılarının ağzından düşmeyen ne masallar, ne hikâyeler, ne menkıbeler yaratmamıştı! Nitekim bu iki sanat büyüğünün yaşama ve yaratma seyrini adım adım izleyen çağdaş bir yazar, gözünün önünde geçen bir olayı bize şöyle anlatmakta ve Wagner’ın “müşterek eser” fikrini bize şu anekdotla kanıtlamaktadır:
“Günün birinde Wagner’in Bayreuth’daki villasında ufak bir toplantı olmuştu. Sanat üzerine yapılan konuşmalardan, görüşmelerden sonra Liszt kendi yazdığı Faust senfonisini piyanoda orkestra partisyonundan çaldı. Ne gariptir ki orada bulunanlardan bazıları bu güzel eserin birinci kısmına hakim olan esas temanın Wagner’in Walküre operasının ikinci perdesine ait bir motifin aynen kullanılmak suretiyle meydana getirildiğinin farkına vardılar. Wagner birkaç yıl önce Walküre üzerinde bir hayli çalışmış, bu arada Franz Liszt de bu çalışmalarda sık sık hazır bulunmuştu. Anlaşılan eserin bu güzel motifi sanatkârın kafasına iyice yerleşmiş olacak ki Liszt aynı motifi bilerek ya da bilmeyerek senfonisinde kullanmıştı. Bayreuth’da Wagner’in evinde eseri piyanoda çaldığı gün ise orada hazır bulunanlardan bir kısmı temanın kime ait olduğunu saptamakta hiç de güçlük çekmedi.”
Bu olaya tanık olan kişi, hikâyenin gerisini bize aşağı yukarı şöyle anlatıyor: Liszt bu güzel eseri piyanoda çalarken, sıra o meşhur temaya gelmişti. Wagner, kendisine hiç de yabancı gelmeyen bu güzel temayı işitince hemen yerinden fırladı, piyanoya Lizst’in yanına koştu, meselenin esasını hatırlayamadığı için çok semimi olarak, hatta gülerek şöyle dedi: “Babacığım, desene bu temayı ben senden aşırmışım!” Eseri çalmaya devam eden Liszt, bu samimi endişe karşısında Wagner’e şu cevabı verdi: “Hele şükür anlayabildin!”
Görülüyor ki, sayın dinleyenlerim, ne Liszt ne de Wagner birbirlerinin ilham perisi üzerinde vakit vakit ne derece etkili olduklarının farkına varmıştı, üstelik Liszt Wagner’e ciddi bir sitem olarak “Hele şükür anlayabildin!” demekle, ya o an için o güzel temayı gerçekten Wagner’in kendisinden almış olduğuna inanmış ve ona üstü kapalı bir şekilde cevap vermiş, ya da meselenin içyüzünü birdenbire hatırlayarak kendini kendi temasının hırsızı yerine koymak saflığını gösteren Wagner’e sırf şaka olsun diye “Hele şükür anlayabildin!” demişti. Hangisi olursa olsun, bu küçük anekdot bize çok önemli bir gerçeği hatırlatmaktadır ki, o da bu olaydan önce Wagner’ın ağzından çıkan “müşterek eser” kavramının hiçbir zaman gelişigüzel kullanılmış bir kavram olmadığıdır.
Sayın dinleyenlerim, genç sanatkâr Liszt, Kontes d’Agoult ile tanışalı, hatta onunla birlikte yaşama yoluna ayak basalı henüz beş yıl olmuştu ki, piyano virtüozluğu sahasında doğudan batıya, kuzeyden güneye Avrupa’nın her yerinde hayranlıkla karşılanmaya başlamıştı. Macar halk melodilerini yüksek bir zevkle stilize ederek sanat dünyasına tanıtan Liszt’e, Macar halkının şükran nişanesi olmak üzere Macar prensleri tarafından murassa bir kılıç hediye edildi. Günün birinde Leipzig gibi bir sanat şehrini de hayretlere düşürmüş olan genç virtüozu heyecanla öven Schumann ise şöyle diyordu: “Piyano üstadın elleri altında yanıyor, tutuşuyor. Bu hal artık herhangi şekilde bir piyano çalışı değil de cüretli bir karakterin konuşması. Talih bu cüretli karaktere hükmetmek için yahut bu karakteri alt etmek için tehlikeli âletler yerine sanatın barışsever bir âletini kullanmayı uygun görmüş.”
Aynı dönemin önemli bir üstadı olan Mendelssohn ise, 1840 yılında dostlarından birine yazdığı bir mektupta Liszt için şöyle söylüyordu: “Dünyada hiçbir müzisyen görmedim ki müzik duygusu Liszt’te olduğu gibi parmak uçlarına kadar indikten sonra hiçbir şeyin etkisi altında kalmadan oradan etrafa yayılıversin. Öyle bir müzik duygusuna sahip ki, bu duygunun bir eşine daha tesadüf etmeye imkân yok.”
Sayın dinleyenlerim, Liszt 1848 yılında tam 37 yaşındayken -daha önce de dediğim gibi Weimar şehrini devamlı ikamet yeri olarak seçti ve güzel şehre yerleşti. Fakat ne gariptir ki sanatkârın hayat romanının ikinci kısmı da bu şehirde başladı. Nitekim Weimar’a yerleşeli birkaç ay olmuştu ki, aynı şehre Liszt gibi bir dehanın hayatına hiçbir insanın yapamayacağı etkiyi yapacak olan bir kadın geldi. Daha doğrusu Kontes d’Agoult’tan boşalan yeri hakkıyla dolduracağını, Liszt’in yaratma dehası üzerinde alabildiğine etkili olacağını tahmin edemeyen bu kadın, sırf Liszt sanatının yüksek heyecanına katılarak sanatkârı izlemiş, onun peşinden Weimar’a kadar koşup gelmişti. Liszt gibi bir sanat adamının hayatına ve yaratmalarına etkili olan bu önemli kadın, Prenses Carolyne von Sayn Wittgenstein idi.
Bu hassas kadın Polonya asilzadelerinden Carolyne von Ivanowska’nın kızı, Rus prenslerinden Nickolaus Wittgenstein’ın karısıydı. 17 yaşında babasının zoruyla Prens Wittgenstein ile evlenmiş olan bu kadın, 1847 yılına kadar, yani 11 yıl devam eden bir aile faciasından sonra Kiev’de Liszt ile karşılaşmış, vaktiyle Kontes d’Agoult’un gösterdiği cesareti göstererek 11 yaşındaki kızı Prenses Marie ile beraber Rusya’yı terk ederek Liszt’in peşinden Weimar’a kadar gelmişti. Prenses Wittgenstein 1848 Nisan ayında kızıyla birlikte Rusya’yı terk ettikten sonra, aynı yılın Eylül ayında önce Prens Lichnowsky’nin Kryzanowitz’deki sarayında Liszt il e tekrar karşılaştı, Haziran ayında da Weimar’a gelerek Arşidüşes’in malikânelerinden birini kiraladı; bundan sonra da aynı malikânenin diğer bir kısmına Liszt yerleşti.
Halbuki prensesin Rusya’daki eşi Prens Wittgenstein, kızının ve servetinin önemli bir kısmının karısı tarafından Almanya’ya kaçırılmış olduğu iddiasıyla imparator Nikolaus nezdinde eşi aleyhine dava açmıştı. Nihayet Liszt’in tavsiyesi üzerine Prenses Wittgenstein, Rusya imparatorunun kız kardeşi olan Weimar Grandüşesi Maria Pawlowna’nın aracılığını rica etti. Bir süre sonra şu anlaşmaya varılmıştı: Prenses Wittgenstein, Rusya imparatorunun arzusu gereğince Rusya’ya evine dönecek, bir süre sonra karı koca aralarında anlaşacaklar, birbirlerinden iyi bir şekilde ayrılacaklardı. Ama Prenses Wittgenstein, “Rusya’ya bir kere dönersem bir daha Almanya’ya çıkmama izin verilmez” endişesiyle Rus Çarı’nın bulduğu bu hal çaresine bir türlü yanaşmadı. O zamanki kanunlara göre karısına ait servetin 7’de 1’ine konmuş olan Prens Wittgenstein, üstelik Protestan olmasından dolayı, karısının aleyhine açtığı boşanma davasını hiç sıkıntı çekmeden olumlu bir şekilde sonuçlandırmış, hatta 1857 yılında tekrar evlenmişti. Buna karşılık Roma Katolik kilisesine bağlı olan Prenses Wittgenstein için özgürlüğe kavuşma arzusu pek müthiş mücadelelere mal oldu. Bu asil ruhlu kadının biricik arzusu prenses payesinden çabucak yakayı kurtarmak, bütün hayatı boyunca şereflerin en büyüğü bildiği Liszt adına bir an önce kavuşmaktı, çünkü bu bedbaht kadın yalnız Liszt için yaşıyor, aradığı huzuru yalnız Liszt’in yanında buluyordu. Bu sanat dostu kadının bir başka emeli de bütün kalbiyle bağlı olduğu Liszt’e ve onun her şeyin üstünde tuttuğu yaratma dehasına alabildiğine huzur ve sükûn vermek, onu insanlar için daha verimli bir hale getirmekti; hatta Liszt’in kızı Cozima’nın da söylediği gibi, Liszt’in çalışmalarını büyük bir özenle koruyan, eserlerinin birçoğuna ilham veren de yine bu kadındı.
Kısacası Weimar’da geçen yıllar büyük sanatkâr için en verimli yıllar oldu. Hatta bu sıralarda Prenses Wittgenstein Liszt’in birçok estetik yazılarının işlenip tamamlanmasını bizzat üzerine almış bulunuyordu. Sanatkârın iç ve dış hayatını süsleyen, evini Liszt’in gelişmesi için dönemin en büyük fikir adamlarının toplanmalarına, bilim ve sanat üzerine tartışmalar yapmalarına açık bulunduran da yine bu kadın oldu. Nitekim her ikisi de Weimar’ın -zamanla bütün Avrupa’da tanınmış olan- bu biricik sosyetesinde geliştiler, olgunlaştılar. Yine bu sosyetedir ki Liszt’in yaratma dehasını az zamanda bütün dünyaya tanıttı. Öte yandan 1847den 1858’e kadar devam eden 12 yıllık bir dönem içinde büyük sanatkâr Liszt, bu toplantıların verdiği ilhamla tam 12 senfonik şiir meydana getirdi. Ancak sanatkâr, yaratma dehasının verdiği heyecanla yine kabına sığamıyor, birdenbire Weimar’ı terk ediyor, Roma, Paris gibi devrin büyük sanat çevrelerinde görünüyordu.
Bu sıralarda sırf Liszt’in verdiği ilhamla öteden beri “müşterek eser” idealini ağzından düşürmeyen Wagner’in kafasında Liebelungen masalını sahne için işleme fikri yeniden canlanmaya başlamıştı. Aslında 1870’li yıllardan sonra Wagner tarafından Bayreuth’da ele alınmış olan birçok sahne tasavvurlarının daha önceki yıllar içinde Liszt’in yine Wagner eliyle Weimar sahnesi için gerçekleştirmeye çalıştığı tasavvurlardan başka bir şey değildi. O halde “müşterek eser” prensibi yan yana gelişen bu iki sanat büyüğünün ruhunda devamlı olarak olgunlaşıyordu.
Sayın dinleyenlerim, şimdi bir an için Prenses Wittgenstein gibi bir kadının Liszt gibi bir sanat büyüğüne ulaşmak yolunda göze aldığı çetin mücadeleye dönelim: 1861 yılı Liszt’in Weimar’ı terk ederek Paris&rs