Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

RADYO

Ankara Radyosu
5 Aralık 1941

Mozart HAKKINDA (150. ölüm yılı için)

Sayın dinleyenlerim, 150 yıl önce tam bu gece Orta Avrupa’nın en önemli sanat dehalarından biri, yani büyük müzik üstadı Wolfgang Amadeus Mozart hayata gözlerini yummuştu. O zaman sanat etkinliklerinin merkezi olan Viyana bu önemli adamını bağrında saklarken, bir buçuk yüzyıl sonra bütün sanatseverlerin onun hatırasını şu mabet sessizliği içinde anacağının farkında bile değildi. Viyana bu 150 yıl sonraki Mozart gecesini o zaman nasıl tahmin etsin ki? 35 yaşında binbir mahrumiyet içinde dünyaya yüz çeviren bu eşsiz dehayı ölümünden kısa bir zaman sonra hattâ mezarıyla birlikte unutmak gafletini göstermişti. Fakat her şeye rağmen Mozart’ın ruhu kendinden sonraki sanat yaratmaları içinde bütün parlaklığıyla yaşamaya devam etmiş, insanlık zamanla bu dehayı unutma hatasını daha iyi anlamış, geçen yüzyıldan beri Batının birçok yerlerinde Mozart’ın adına anıtlar dikilmiş, sanat merkezlerinde yalnız Mozart dilini, Mozart üslûbunu anlamaya ve anlatmaya yeltenen bilim adamları ve sanatçılar ortaya çıkmış, Mozart sanatını inceleyen ve bu yolda devamlı araştırmalar yapan enstitüler kurulmuş, her yıl büyük sanatkârın anavatanı olan Salzburg’da Mozart adına festivaller yapılmış, kısacası insanlık bu büyük adamın ölümüyle beraber işlediği “unutma gafletini” ödeyecek her çareye başvurmuş ve başvurmaya devam etmiştir.

18. yüzyılda Orta Avrupa fikir hayatını bütün şiddetiyle etkileyen tehlikeli bir zümre esprisi içinde yalnızca Mozart sanatı, bu Rokoko üslûbun bazen çok bayağı bir biçimde kendini gösteren abartılı renginden ve kokusundan, kısacası bütün yapmacıklarından kendini her bakımdan uzak tatmayı başarmıştı. Başka sanatçıların en az yarım yüzyıllık devamlı bir çalışma sonunda sırf nicelik bakımından meydana getirebilecekleri eserleri bilhassa nitelik bakımından 30 yıl gibi kısa bir zamana sığdıran Mozart gerçek bir dahi olmaz da kim olurdu?

Viyana klâsikleri üslûbunun kurulmasına Haydn ile Beethoven gibi iki büyük çağdaşın arasında önemli hizmetleri dokunan Mozart, hem senfonik müzik, hem de sahne müziği alanında insanlığa anıtlar vermişti. O zaman senfonik müziğin kurucuları olan Mannheim’lılarden Viyana’lılara geçen ve sahne müziği gibi konuşulan metni olmayan mutlak müzik, yani senfonik müzik, Viyana sanat etkinliklerinin ağırlık merkezini oluştururken, en az bir yüzyıldan beri yalnız İtalyan sanatıyla geçinen Orta Avrupa sahnesi önce Mozart eliyle millî bir renge kavuşmuş ve yine Mozart eliyle Viyana’da millî operanın temeli atılmıştı.

Daha 6-7 yaşlarındayken Batının tanınmış sanat çevrelerinde adı hayretle anılan dahi çocuk Mozart, ileride daha neler yaratabileceğini belli ediyordu. 6 yaşında başlayan ve 5 yıl devam eden Münih-Viyana-Mainz-Frankfurt-Paris-Londra turneleri, küçük Mozart’ı bir piyano virtüozu olduğu kadar önemli bir besteci olarak da dünyaya tanıtmıştı. Oğlunun parlak başarılarından gurur duyan viyolonist Leopold Mozart, bu seyahatlerin bir kısmına katılıyor ve küçük Mozart’ın daha geniş sanat çevreleriyle temasını bağlıyordu. Nitekim günün birinde Londra gazetelerinde şöyle bir yazı göze çarpmaktaydı: “Buraya 8 yaşında Wolfgang adlı bir çocuk geldi. Bu çocuk yalnızca piyanoyu tam bir mükemmellik içinde çalmakta kalmıyor, aynı zamanda çok yüksek parçalar da besteliyor. Mozart tam 3 defa Majestelerinin önünde çalmak şerefine nail oldu ve şimdi de Majeste Kraliçe için 6 sonat besteliyor.” İşte 1767 yılı Şubatının on ikinci günü Londra gazetelerinin birinde bu hayret edilecek satırlara tesadüf edilirken Mozart henüz 8 yaşındaydı. Gerçi bunda şaşılacak hiçbir şey yoktu. 1763 yılında Paris’te bestelenen 4 sonatı da bu dahi çocuk 6 yasındayken yazmamış mıydı?

1764 yılı Nisanının sekizinci günü Salzburg’da çıkan gazetelerin birinde de bu minimini dahi için şu satırlara rastlanıyordu: “Uzun zamandan beri Salzburglu orkestra şefi Bay Mozart’ın o şayanı hayret çocuklarıyla beraber [burada küçük Mozart’tan başka kız kardeşi Nanerl de kastedilmektedir ki bu kızda da çok yüksek bir piyano virtüozu olma yeteneği vardı] nerelerde kaldığı bilenemediğine göre, bu zatın 3,5 yıllık bir seyahatten sonra ailesiyle birlikte sağ salim Salzburg’a döndüğünü işitmek az insanı sevindirmeyecektir. Bu çocukların her gittikleri yerde yaptıkları işlerin önemini ve bunlardaki müzik bilgisinin derecesini bizzat görmeden anlatmaya ve hattâ böyle bir şeye inanmaya imkân yoktur. Fakat Münih sarayı, bu 13 yaşındaki bestecinin sofrada Prens Hazretlerinin yanına oturarak yine Prens Hazretleri tarafından kendisine verilen birkaç ölçülük bir temayı derhal bir müzik eseri haline koyduğuna şahit oldu.”

İşte Londra ve Salzburg gazetelerinde 8 yaşındaki Mozart hakkında çıkan dikkate değer yazılardan sonra, küçük sanatkârın, dehasını sürekli olarak yaratma yolunda harekete geçirdiğini ve 1767 yılında tam 11 yaşındayken ilk operası olan La Finte Semplice adlı müzikli sahne eserini bestelediği görüyoruz. Tabii bu, bütün çağdaşları gibi o zamanki sahne müziği için moda olan İtalyan diliyle yazılmış bir opera. Gerçi daha o yaşlarda Avrupa sanat piyasasını yakından ilgilendirmeye başlayan küçük Mozart’ın sanki bir süre sonra anadilinin konuşulduğu Orta Avrupa millî operasının kurucusu olacağını önceden keşfedercesine, 1768 yılında 12 yaşındayken Almanca metinli Bastien ve Bastienne adlı sarkılı oyununu bestelemesine bir tesadüf gözüyle bakmamalıdır. Daha o yaşta küçük Mozart’ın temiz kalbi anadile karşı her an artmakta olan bir sevginin heyecanıyla çarpıyordu. Yarının büyük Mozart’ını müjdeleyen bu küçük eser, daha 2 yıl önce millî Türk sahnesi repertuarının ilk eseri olarak yine konservatuarımızın opera şubesi öğrencileri tarafından Türkçe metinle başarıyla oynanmış ve bizleri küçük Mozart’ın sanat dehasına hayran bırakmıştı. 1768 yılından itibaren küçük sanatkârın esasen pek kısa geçen ömrünü en çok anavatanına hasrettiği zamanlarda, yani 15 yaşına girmeden önce, dönemin tanınmış İtalyan üstatlarına gösterilmek üzere İtalya’ya götürüldüğü ve orada Padre Martini gibi üstatlarla tanıştığı, 1770 yılında 14 yaşındayken İtalya’da Mitridate ve Re di Ponto adlı ve İtalyanca metinli operalarını besteleyerek oradaki sanatçıları hayretlere düşürdüğü anlaşılıyor.

15 yaşında İtalya’dan dönerken artık hayatının yarısına yaklaşmış olduğunu fark eden küçük Mozart, kendince başaracağına kesinlikle emin olduğu işlerin bir an önce yapılabilmesi için acele ediyordu. Birbirini kovalayan eserler sanatkârın kafasından hiç sıkıntı çekmeden fışkırıyor, akıyordu. Dehasının kolayca yarattığı bu eserlerin doğmasında ve oluşumunda sanki kendi kişiliğinin payı olduğunu görmeyen bu sıra dışı çocuk, kendini iradesiz bir halde bu yaratma içgüdüsüne bırakmak zorunda kalıyordu. Acaba bütün bu olaylar ne gibi ve nasıl bir sosyal yapı üzerinde olup bitiyordu da Mozart’ın etkinlikleri en ufak bir sekteye bile uğramıyordu? Genç sanatçı, yaratma şevkini bir an olsun kıracak hiçbir olayla da mı karşılaşmıyordu? Pek mi maddi bir refah içindeydi de hiçbir sıkıntıya maruz kalmadan tam huzurla vazifesini başarabiliyordu? Bütün bu sorulara verilebilecek tek bir cevap, doğumundan ölümüne kadar geçen 35 yıl içinde yine Mozart’ın maddi manevi sıkıntıların akla gelmeyenleriyle çarpışan bir “acıların çocuğu” oluşudur. Küçük sanatkâr sürekli olarak yoksulluklar içinde çırpınıyor, orta halli bir viyolonist olan babası Leopold’u ve çok sevdiği annesi Maria Anna’yı, hayatının sonuna kadar taparcasına sevdiği eşi Constanza’yı geçindirmek için en zor şartlar altında ve bazen işinin başında sabahlamak suretiyle çalışıyordu. Fakat bütün bu sıkıntılar onun demir iradesine en ufak bir aksaklık bile vermiyordu. Görünüşe göre ne refah, ne huzur içinde bir insandı ki sanatında bu kadar verimli olabiliyordu.

İşte 15 yaşında Salzburg sarayına konsertmeister oluncaya kadar Mozart’ın hayatı böyle geçmiş ve geriye kalan 21 yıl içindeki hayatı da maddi manevi ihtiyaçlarına daha iyi cevap vermemişti. Üstelik Salzburg Büyük Dükü, karşısındaki dehanın önemini bir türlü anlayamıyor ve kaba davranışlarıyla Mozart’ı sürekli olarak kırıyor ve hırpalıyordu. İşte bu sıralarda genç Mozart, 19 yaşında, Münih’e bir sanat turnesi yaptı. Orada La Finta Giardiniera adlı operasını yazdı. Tekrar Salzburg’a döndü, burada Il Re Pastore adlı sahne eserini besteledi ve 1777’de tekrar Münih’e, sonra Mannheim’e gitti ve yine Paris’e kadar uzandı. Bu sıralarda sahne eserlerinden başka türlü besteler de yapmış, ama 1781 yılında Salzburg’da Idomeneo operasını yazan sanatçı, aynı yıl içinde Büyük Dük’ün hakaretlerine tahammül edemeyerek görevini terk etmişti. Zaten saray da onu hizmetinden çıkarmıştı. Mozart hayatının üçüncü ve önemli yaratma dönemi olan son 6 yılını yalnız Viyana’da geçirdi.

1777 yılında annesiyle beraber 5,5 ay Mannheim’de kalan sanatçı, burada tanıdığı 15 yaşındaki genç ve güzel Aloysia Weber ile çok temiz ve samimi müzik saatleri yaşamıştı. Mozart, yüksek bir şan yeteneğine sahip olan genç kızın sihirli sesinden aldığı ilhamla ilerisi için çok önemli projeler yapmıştı, ama bir süre sonra Aloysia’nın ilgisizliği karşısında önceleri bin bir özenle  hazırladığı hayat projesinin suya düşmesi, bu nahif bünyeyi yaşadığı sürece sarstı. İşte bu acı, Mozart’ın manevi acılarının ilki oldu ve kader genç sanatkâra Aloysia’nın kardeşi Conztanza’yı hayat arkadaşı yaptı. Mannheim’dan sonraki yıllarda Salzburg sarayından gördüğü ilgisizliğin gün geçtikçe büyümesi, bu hassas insanın sağlığını bozuyordu. Sonunda bitmez tükenmez maddi sıkıntılar Mannheim’da çektiği kalp üzüntüleri, Salzburg’da gördüğü hakaretler, Mozart’ın hayat rotasını yine Viyana’ya çevirmiş ve bu Keiser şehrinde geçen son 6 yıllık hayat ile bu hayatın ölmez eserleri, “Orta Avrupa millî opera ekolünün” artık güvenle kurulabilmesine yeterli olmuştu.

İşte sayın dinleyenlerim, bu akşamki Mozart toplantısı dolayısıyla konservatuarımız tarafından hazırlanan programa göre seyredeceğimiz sahne eserleri, Mozart’ın Viyana’da geçen son 6 yıllık yaratma dönemi içinde bestelediği operalardan alınmış sahnelerdir. Öte yandan Mozart sanatının en önemli eserlerinden sayılan ve mevcut 40 senfonisi içinde en çok sevilen Do Majör ve Sol Minör senfonilerini de besteci bu son dönem içinde yazmış ve gitgide Viyana senfonik müzik tarzıyla sahne üslûbunu birleştirmek suretiyle millî Alman  operasını İtalyan üslûbunun tamamiyle aksine olarak senfonik bir temel üzerine kurmuştu. Yalnız Orta Avrupa’nın olan bu yepyeni üslûbu sanat dünyası sırf Mozart’ın dehasına borçluydu. Yine bu dönemde bestelenen Saraydan Kız Kaçırma operası, sanatkârın bizzat söylediği gibi o zamana kadar artık işlenecek konusu kalmamış olan Batı sanat dünyasına Doğunun sihir dolu dünyasını açmak ve bu suretle özgün bir buluş göstermek maksadıyla yazılmış bir eserdi. Nitekim Mozart 1781 yılında yazdığı mektupların birinde bu eser için şöyle diyordu: “Metin oldukça iyi. Konu Türk hayatından alınmış. Eserin adı Belmonte ve Constanze yahut Saraydan Kız Kaçırma’dır. Senfoniyi [bundan maksat uvertürdür] ve birinci perdedeki koroyla en son koroyu Türk müziği ile besteleyeceğim”. Mozart’ın bir başka mektubunda da yalnız nefesli sazlardan ibaret olması gereken bir yeniçeri müziğinden bahsedildiğine göre, önceki mektupta rastladığımız Türk müziği kavramının, sırf eserin yapısına katılan çalgıların ve bunlara ait ensemble’ların özellikleri bakımından bulunmuş bir tabir olduğu anlaşılır. Bu eserde sıcak bir Şark dünyası ile Türklere özgü bir samimiyet ve temiz yüreklilik gerçek anlamda vurgulanmıştır. Romantik operanın baş üstatlarından olan Weber gibi bir bestekâr, bu operaya “Mozart’ın 14. operası olmasına rağmen birinci operasıdır” demektedir ki bu sözlerle eserin Orta Avrupa millî operasının ilk eseri olduğuna işaret etmektedir.

Millî bir sahnenin kurulmasına bütün samimiyetliyle inanan Mozart, 29-30 yaşlarına geldiği vakit artık müzik sanatındaki İtalyan otoritesiyle bilfiil mücadeleye başlıyordu. Nitekim sanatçı 1785 yılında Mannheim’de Prof. Anton von Klein’a yazdığı 21 Mart tarihli mektubunda, millî operanın kurulmasında önemli rolü olacağına bütün kalbiyle inandığı Viyana’daki Kartnertor Tiyatrosu’nun inşaat bakımından bir türlü bitirilememesinden üzüntüyle bahsederken şöyle demekteydi: “Müstakbel Alman operası sahnesi hakkında size şimdilik verecek havadisim yok. (Bu işe tahsis edilecek olan Kartnertor tiyatrosu inşaatı şimdilik durdu.) Çünkü bu aralık her şey çok ağır ilerliyor. Bu sahnenin Ekim ayı başında açılması lazım ama benim pek ümidim yok. Bence bu en son yapılan temsillerle daha bir müddet ilgi çekmesi ihtimali olan Alman operasının tekrar yükseltilmesi ve tutulması gerekirken, gerçekte bu operanın büsbütün mahvolması çareleri aranıyor. Yalnız baldızım Aloysia Alman sahnesine katılacaktır. Cavalieri, Adamberger, Teyber gibi Almanya’nın gurur duyacağı sanatkârlar İtalyan tiyatrosunda kalsınlar da kendi vatandaşlarına cephe alsınlar!” İşte yalnız bu satırlar artık olgunluk çağına varmış olan sanatkârdaki memleket ve millet sevgisini kanıtlamaya yeter.

Büyük sanatçı, millî bir bilincin verdiği heyecanla yine bu dönemde Figaro’nun Düğünü operasının yazılmasını bitirdi. Aynı adı taşıyan komediden esinlenmiş olan bu eseri Mozart tamamiyle idealize etmiş ve şahıslara verdiği asıl karakterlerle eserin yazarı Beaumarchais’yi bile şaşırtmıştı. Bu tarihten tam bir yıl sonra Mozart, Prag tiyatrosu için en önemli eserlerinden biri olan Don Juan operasını besteledi. İtalyan komik-opera bestecilerinin elinde en basit anlamda bir tiyatro heyecanı elde etmeye aracı olan ruhlar âlemini Mozart bu büyük eserinde ahlâkî ve felsefî bir prensip konusu olarak kullanıyordu. Viyanalı ünlü yazar Rudolph Bartsch, bestelenmesi çoktan sona ermiş olan bu operanın uzun süre uvertürsüz kalması ve sonunda uvertürün Prag civarındaki Bertranka villasında ve bir gece içinde nasıl yazıldığını, eserlerinin birinde dikkate değer bir ifadeyle anlatıyordu. Biz de bu metinden kısaca şu cümleleri nakledelim: “Dostumuz Duscek’ın Prag civarında çok şirin bir bağı vardı. Mozart burada oturur, oyun oynar, fakat kalbinde ve kafasında sanatın o güzel sesleri bir an eksik olmazdı. Don Juan operasının her şeyi bitmişti, yalnız bir şeyi eksikti, o da bu operanın uvertürüydü. Acaba sanatkârı rahatsız eden bir şey vardı da onun için mi uvertürü bir türlü yazamıyordu?
“Altın renkli Prag’a yakın olan bu villada yenilip içiliyor, delicesine eğleniliyor, şakalar yapılıyor, yalnız arkadaşlar bazen korkuyla birbirlerine şöyle soruyorlardı: ‘Uvertüre ne oldu? Opera birkaç gün içinde oynanacak!’ Ancak Mozart bu soruya gülerek şöyle cevap veriyordu: ‘Bu kadar neşeyi bana çok görmeyin!’ Mozart akşamüstleri de çocukça şaklabanlıklardan başka bir şey yapmıyordu.
“O gece villada muhteşem bir ziyafet veriliyordu. Bu ziyafette Mozart’ın hayranlarından altı yedi kişi vardı. Bunların hepsi de yüksek ailelere mensup kimselerdi. Sofra birçok yiyeceklerle, şampanya ve çiçeklerle örtülüydü... Arkadaşları Wolfgang Amadeus’u sakin bir huzursuzluk içinde seyrederlerken, o alabildiğine muziplik ediyor ve etrafıyla şakalaşıyordu. Ziyafet gürültüsü sona erdikten sonra Duscek ona ‘Uvertür ne oldu?’ diye sordu. Mozart da ‘Şimdi yazacağım’ dedi ve güldü. Duscek bu cevaba ‘Eninde sonunda bunu yapacağın belli’ diye yarı inanmamış bir halde karşılık verirken iyi geceler geçirmesini dileyerek oradan ayrıldı.
“Salonda bir spinette duruyordu. Artık tek başına kalan Mozart, kendini spinette’in önünde duran iskemlenin üzerine attı ve harikulade güzel olan o solgun ellerini tuşların üzerine koydu. Teller tıpkı eski bir harpın telleri gibi sessizce mırıldanmaya başlamıştı. Duscek hizmetkârlara ‘Salonda sakın gürültü olmasın’ demişti. Altmış mum etrafı aydınlatıyor, büyük ve ağırbaşlı Venedik aynaları mumların ışığını her yana saçıyor, aynalar bu ışığı salona fazlasıyla yansıtıyordu. Bu esnada Wolfgang Amadeus salonda etrafı iyice gözden geçirdi. Renkler ve ışık huzmeleri bu ıssız gecenin içinde âdeta bütün sesleriyle etrafa haykırıyorlardı. Çiçekler parlıyor ve solmaya direnen tomurcuklar etrafa koku saçıyordu. Her bir çiçek kokuyor, balmumu kokuyordu. Büyük uzun masa ortada tıpkı bir katafalk gibi duruyordu...
“Mozart sakin bir titreme içinde spinette’in önünde oturmuştu. O her zamanki tatlı ve yalnızca güzeli sunan elleri şimşek gibi hareket ediyor ve iyi duygularla dolu bir şikâyet sesi salonun içinde yavaş yavaş yükseliyordu... Nihayet şu coşkulu ses Mozart’ın ruhunda sessizce titremeye başladı. Uvertür bitmişti… Mozart dinlenmek için oradan ayrıldı. Arkasında alevli ve parıltılı boş bir salondan başka bir şey kalmamıştı. Rokoko’nun kuğu şarkısı böylece meydana gelmiş oldu.”

İşte sayın dinleyenlerim, bir gecede bestelenen uvertürün hikâyesi tarihe ve edebiyata da böyle geçti. Bütün bu işleri insana hayret veren bir deha kudretiyle halleden Mozart’ın 1788 yılında mutlak müzik sahasının anıtlarından sayılan Sol Minör ve Do Majör Senfonilerini de insan iradesinin dışında bir hızla sanat dünyasına verdiği görülüyor. 1789 yılında tam 33 yaşına varmış olan Mozart’ı Leipzig, Dresden ve Berlin’e yaptığı turnelerle zamanın bu tanınmış sanat çevrelerini büyük bir hayrete düşürürken görüyoruz. Nihayet 1790 yılı Cosi Fan Tutte operasının yaratıldığı yıl olarak müzik tarihine mal oluyor.

İşte bu tarihten itibaren genç dahi sanki yaratmak için kendine daha bir yıl bağışlandığını biliyormuş gibi geceli gündüzlü sanatıyla uğraşıyor, bütün eserlerinin hedefi olan SihirliFlüt operasına başlamış bulunuyor ve bu eseri bir an önce bitirmeye çalışıyordu. Ancak Mozart bu operasında daha önceki yaratılarında sürekli duyurmakta olduğu derin bir sembolizme geçmişti. Bu ulu eser her şeyden önce sanatçının yaşıyla ve tecrübesiyle hiç de uyumlu olmayan bir olgunluğun eseriydi. Mozart artık bir düşünür olmuştu. Bu büyük operada Sarastro ile rahiplerinin dinleyenleri uzun uzun düşündüren sözleri, Hakikat Mabedi’nin insan ruhunda uyandırdığı ahlâk havası, o zamana kadar İtalyan opera sanatından gelen geleneğe tamamen karşıt bir buluş niteliğindeydi. Bu arada Sarastro’nun bütün hikmet ve felsefesi, özlü bir hümanizmanın sanatta ilk ifadesi demekti. Burada yüksek ve ilahi duyguların bayağı ve basit duyuşları yenmesi, yüksek bir sembolle anlatılıyordu. Metnin yazarı olan Schikaneder bile Viyana’ya özgü bir düşün havasından doğan bu narin konunun Mozart’ın elinde bu kadar derin bir sembol ile ifade edilebilmiş olmasına hayret etmişti. İnsanlığa ithaf edilen bu büyük eserle Mozart opera sanatına galebe çalıyordu. Bu eser o zamanki opera geleneğine karşıt olarak derhal İtalyancaya çevrildi ve dolayısıyla Mozart’ın bütün İtalyanca operalarının sırasıyla Almancaya çevrilmelerine de vesile oldu.

Bizzat Richard Wagner gibi bir dahi, bu eser hakkında duyduğu sevgi ve hayranlığı şöyle anlatmak istiyordu: “Bu eserde en basit bir şarkıdan en yüksek bir ilahiye kadar derin bir sihir havası esiyor. Ne çok cepheli bir eser, ne değişiklikler içinde akan bir eser. Burada sanatın en asil tomurcuklarının hülasası sanki bir tek çiçek olmuş. Bütün melodilere, hattâ en basitinden en şiddetlisine kadar ne candan, ne asil bir sadelik hakim. Hiçbir zaman alt edilemeyecek bir eser. Hattâ her alanı kapsaması mümkün olmayan ve devam ettirilemeyecek bir eser.”

Artık filozof Mozart bu büyük görevi çok sevdiği insanlık için tam anlamıyla başardıktan sonra, zaten ömrünün son yılına girmiş ve bu durum onu elinde olmadan tasavvuf dünyasına çekip götürmüştü. Elinde olmadan diyorum, çünkü daha Sihirli Flüt operasıyla meşgulken, günün birinde evine gelen meçhul bir kişi,  hizmet ettiği zengin bir kimsenin Mozart’a bir Requiem, yani Mersiye’ye benzer bir eser sipariş etmek istediğini söyleyerek, bu siparişin yarı parasını Mozart’ın dalgınlığından yararlanarak masanın üzerine bırakıp gitmişti. Bugüne kadar kim olduğu belli olmayan bu siparişçinin arzusunu Mozart daha çok meraktan doğan bir ilgiyle kabul etmek zorunda kalmıştı. Ancak bu eser Mozart’ın, umulmadık bir yerde karşısına çıkan bu kişiye vaat edildiği gün verilemeyen tek eseri oldu. Büyük dahiyi bu işinden alıkoyan tek bir neden vardı: o da günden güne tehlikeli bir hal almakta olan sağlığıydı.

1791 yılı Kasım ayına doğru Mozart artık sık sık yatağa düşmeye başlamış ve bu hal onun sağlığı üzerindeki düşüncelerini büsbütün kuvvetlendirmişti. Artık büyük sanatkâr her an ölümden bahsediyor, kurtuluş gününün yaklaştığını ağzından hiç düşürmüyordu. Eşi ve yakınları da yaklaşan sonu anlamakta gecikmediler. Ancak bu durum Mozart’ın moralini en ufak bir anlamda bile sarsmıyordu. Yüksek ateşle yatağa düştüğü günlerde bile tamamiyle heyecanına kapıldığı Requiem’inin bestesiyle uğraşıyor ve ölümün mutlak pençesinden, uluhiyetten, ebediyetten büyük bir tevekkülle bahseden bu eserin sanki meçhul bir kuvvet tarafından kendisi için düşünülmüş olduğunu kabul ediyordu. Ve onun için bu eseri tam zamanında yetiştirmeye gayret ediyordu. Ateşler içinde geçen çalışmalardan sonra Requiem nihayet bitti. Artık büyük bestekâr bu ulu eserini bazı günler yatağında mecalsiz bir halde oturarak dostlarına söyletiyor ve solgun elleriyle bu ilahi müziği bizzat idare ediyordu.

Zaman çabuk geçti. O kader günü geldi çattı. Mozart, Ocak ayının 4. günü sabahı saat 10’a doğru uyanmıştı. Durumu tehlikeliydi. Doktor çağrılmış, ümit tamamen kesilmişti. Yanı başında üzüntüyle duran eşiyle, dostlarıyla, öğrencileriyle vedalaştı. Az sonra yetişen doktor onun ateşler içinde yanan başına soğuk bir bez koymuştu. O âna kadar durumunu az çok bilen Mozart, bir aralık tekrar kendinden geçti, ama her şeye rağmen kafası bütün gücüyle işliyordu. Başında duranlar onun bu halinde bile sanatıyla baş başa olduğunu, yüzünün devamlı olarak değişen ifadesinden pekâlâ anlıyorlardı. O yine Requiem’ini idare ediyordu. Etrafını ulvi bir ses dünyasının kapladığı kesindi.