Radyo Dergisi
Sayı 76
Nisan 1948
Cevat Memduh ALTAR
Johann Sebastian Bach’ın, zamanında muhiti tarafından ne nispette anlaşılmış ve takdir edilmiş olduğu keyfiyetine, şu hadise iyi bir misal teşkil etmektedir:
Vaktiyle Bach’ın yağlıboya portrelerinden biri için yazılmış olan bir mektup, sanatkâra gösterilen sevgiyi ve saygıyı tamamen açıklamaktadır. Bu takdirde, Berlin Teganni [Şan] Akademisi’ni kuran meşhur sanat organizatörü Zelter, 1829 tarihinde şair Goethe’ye yazdığı bir mektupta şöyle demekte idi: “Kirnberger’de üstat Bach’ın bir portresi var ki, odasında iki pencere arasındaki piyanonun üstünde ve bir sütunda asılı duran bu resmi ben her seferinde hayretle seyrederim. Günün birinde Kirnberger’in Thomas Mektebine henüz talebe olmadan önce, babasının kapısı önünde şarkı söyleyerek dolaştığı zamanı bilen Leipzigli bir bez tüccarı Berlin’e gelir; şimdi artık tanınmış bir şahsiyet olan Kirnberger’i bir ziyaretle şerefyap kılmak [şereflendirmek] hevesine kapılır. Bu Leipzigli zat, daha yerine oturmadan, yüksek sesle şöyel der: “Allahım, Allahım! Demek duvarda bizim kantor Bach’ın resmi asılı ha?! Onun bir resmi de bizde, Leipzig’de Thomas Mektebinde var. İşittiğime göre, çok kaba bir adammış; kendini beğenmiş budala, hiç olmazsa arkasına kadife bir ceket giydikten sonra resmini yaptırmış olsaydı, daha iyi etmez miydi?” İşte bu sözler üzerine Kirnberger yerinden fırladığı gibi iskemlenin arkasına geçmiş, bir yandan Bach’ın resmini iki eliyle ziyaretçiye karşı tutup yukarı kaldırırken, diğer yandan da gitgide yükselen bir sesle şöyle haykırmış: “Köpek buradan defolup gider mi, yoksa ben mi onu dışarı atayım?” Derken bizim Leipzigli neye uğradığını anlamadan şapkasıyla bastonunu kaptığı gibi, kapıyı zor bulup kendini sokağa atmış. Ziyaretçi dışarı fırlar fırlamaz, Kirnberger, Bach’ın resmini derhal duvardan indirtmiş, onu güzelce temizletmiş, üstelik Leipzigli sanat düşmanının biraz evvel oturduğu iskemleyi de iyice yıkatmış, sonra resmin üstüne bir örtü örttükten sonra onu gene eski yerine astırtmış. Şimdi ona, bu örtü de ne oluyor? diye sorulunca, şöyle cevap veriyormuş: “Hiç sormayın!’ Herhalde bir sebebi olacak!” İşte Kirinberger’in aklını kaçırmış olduğu hakkında kulaktan kulağa duyulan dedikodu, sırf bu resim hadisesinden galattır.”
Diğer taraftan, Bach’ın eserlerinde duyulan moral bünye, sanatkârı, zamanında olduğu gibi, zamanından sonra da herkese sevdirmişti. Hattâ Bach’ın, Füg şeklinde yazılmış olan eserleri, sanatkârın yaratış enerjisiyle birlikte, moral durumunu da açıklamaktadır. Devrinin sanat prensiplerine göre, daha çok kesin ve riyazi [matematiksel] bir şema gereğince meydana getirilmesi icap eden bu Fügler, yalnız Bach’ın elinde bir fennin [bilimin], bir tekniğin muhassalası [sonuç] değil, aynı zamanda bir ruhun ifadesi olduğunu da ispat etmiştir. Bu türlü Füglerin içinde, bize her bestekârdan önce Bach’ı hatırlatan öyle özlü yaratışlar vardır ki, Franz Lizst tarafından piyanoya da tatbik edilmiş olan bu fügler arasında La Minör Füg’ü, daha eserin başında insanı kıskıvrak yakalayan o meşhur temasıyla, her şeyden önce Bach moralinin hakiki ifadesi olarak tezahür eder [kendini gösterir].
Diğer taraftan bütün bu Fügler, eserlerinin doğuşunda ve oluşunda sanki Bach’ın bile rolü olmadığını açıklamaktadır. Hattâ bu türlü yaratışların, yaşadığı devrin fersahlarca üstünde olduğunu sanatkârın kendisi de fark edememişti. Bundan dolayı Bach, bir moda bestekârı olmadı. Onun buluşları, yalnız bir devrin değil, bütün devirlerin eseri mahiyetinde idi. Onun için bu eserler, dünyaya ayak bastıkları gün elde ettikleri kıymete her zaman için sahip olmuşlar ve tıpkı bugünün eseri imiş gibi taze kalmışlardır.
Bach’ın yaratış şahsiyeti üzerinde de şu yolda bir inceleme yapmak mümkündür: Bach, sonsuzluğu remzeden [anlatan] hakiki sanat yaratmaları bakımından, bitmez tükenmez bir problemin sembolüdür. Onun içindir ki, sanatkârın iç ve dış benliği, birbirini tamamen anlamış iki insanı temsil eder. Hattâ sanatkârların çoğunda görülen bir ruh haletinin tamamen aksine olarak, Bach’ın iç şahsiyetinde karşılaştığımız insan, ender rastlanan bir sanatkâr ruhunun nüfuz edilemeyen taraflarına hükmeden bir insandır ve Bach’ın maddi varlığı, sırf böyle bir muhtevayı saklayan bir mahfaza mahiyetindedir. O halde Bach sanatına hükmeden iç ve dış insan, Beethoven’de, Wagner’de karşılaşılan şahsiyetlerde olduğu gibi, çok kere karşı karşıya çarpışan iki insana benzemez. Bu arada iç Beethoven’in dış Beethoven’i tabii hayattan ayırdığı, ona eziyet ettiği, onu sarstığı, hattâ günün birinde onu yiyip bitirdiği bile görülmüştür. Halbuki, ne kendi şahsiyetini, ne de böyle bir şahsiyetin verimi demek olan yaratışlarının estetik durumunu bizzat anlayamamış olan Bach’ın sükûnetle geçen hayatı, iki ayrı şahsiyetin devamlı boğuşmasını değil, bilakis iç ve dış benliği ile anlaşmış bir tek insanı remzetmektedir. Hattâ Bach, zamanında sanat dünyasının kendi yaratışlarına verdiği kıymeti bile tabii bir hadise telakki etmiştir. Bu itibarla, sanatkâr bütün eserlerinde, zamanın daima fevkinde [üstünde, ötesinde] dolaşan yaratma esprisine çağdaşlarının göstermekle mükellef olduğu ilgiyi bir an önce sağlama yolunda hiçbir çareye başvurmuş değildi.
Diğer taraftan, eserlerinin zaman karşısındaki durumunu bir türlü takdir edememiş olan bu mütevazi sanatkârın, yaşadığı devirden bu derece ağır şeyler istemesine de imkân yoktu. Hattâ sanatkâr, ne kantatlarının, ne de pasyonlarının veya diğer eserlerinin tanınması için herhangi bir çareye müracaat edilmesi ihtiyacı de hissetmedi. Bundan maada [başka] Bach, mistik görüşleri bakımından, manevi yaşayışa inanmış bir sanat adamı idi. Onun için hakiki ibadet yalnız müzikti. Esasen sanatkârın eserlerinde sezilen o manalı inanış, basit düşünceli çağdaşlarının dar anlayışından Bach’ı daima uzak tutmuştu. Bundan dolayı, bazı fikir adamlarına göre didinmeden, boğuşmadan başka bir şey olmayan hayat, hakikatte Bach için sonu olmayan bir barışın ve bir neşenin kaynağıdır. Bu itibarla Bach yaratışları, sanatseverlerin ruhuna doğrudan doğruya müessir olmuş ve tazeliğini her zaman için muhafaza etmiştir.