Radyo Dergisi
Sayı 75
Mart 1948
Cevat Memduh ALTAR
Bach sanatına bütün varlığıyla bağlanmış olan Wagner, Beethoven’in sanatında her şeyi Bach’a borçlu olduğunu söylemişti. Onun için Beethoven, Bach’ın “Clavecin bien temperé” adlı eserini “Benim İncilim” diye vasıflandırmıştı. Yazılarında sık sık Bach’a temas eden Wagner, 1865 yılında yayınladığı bir kitapta, 1720 senesine doğru Orta Avrupa’da baş gösteren içtimai [toplumsal] buhrandan bahsettikten sonra, Bach’ın millî iradeyi tek başına temsil eden bir sanatkâr olduğunu ileri sürmekte ve sözlerine şöyle devam etmektedir:
“Şu Bach’a bakın, şu Fransızların delice icadından başka bir şey olmayan koskoca peruğun altına saklanmış olan üstada bakın, Thüringen eyaletinin isimleri bile bilinmeyen küçük kasabaları arasında kantorlukla, organistlikle dolaşmış, karnını doyurmayan işlerle oraya buraya sürüklenmiş ve hemen herkes tarafından küçümsenmiş olan bu adamın devirlere karışan eserlerinin tekrar meydana çıkması için, meğer tam bir asrın geçmesi lazımmış; hele bu adama müzik sanatında maziden intikal eden form, nasıl bir formdu?, tamamiyle devrin sanat ruhunu aksettiren bir formdu; kısır, olduğundan fazla görünmek isteyen, devrin saç tuvaletlerinin nota şeklinde ifadesiyle meydana gelmiş olan bir formdu. Bir de şimdi akıllara sığmayan büyük Bach’ın sırf bu türlü unsurları işlemek suretiyle meydana getirdiği şeylere bakın! Ben onun yalnız ibdalarına [eserlerine] işaret etmekle iktifa edeceğim [yetineceğim]; çünkü bu ibdaların zenginliğini, kutsiliğini ve her şeyi ihata eden [içine alan] manasını, herhangi bir sanatla mukayese etmeye imkân var mı?”
Bach’ı olduğu gibi anlatan bu güzel sözleri, zamanında ancak Wagner gibi bir sanat adamı söylemişti. Çünkü Bach, hakikaten 1750’de ölmüş, fakat tevazuu yüzünden olacak ki Bach sanatı aradan 20 yıl geçmeden maziye karışmıştı. Eğer 1822 yılına doğru Romantizmin tanınmış üstatlarından Mendelssohn onun “Mathäuspassion” adlı eserini bulup meydana çıkarmış olmasaydı, belki de Bach bugüne kadar unutulmuş olacaktı.
Diğer taraftan, ölümünden 20 yıl sonra unutulan Bach’ı zamanında bazı sanat muhitleri yakından tanımıştı. Bu arada 1717 yılı Bach için mühim bir imtihan yılı olmuştu. Paris’te Louis Marchand adlı bir organist vardı. Bu zat, efendisiyle anlaşamadığı için, günün birinde Versaille sarayı organistliğinden ayrılıp, herhangi bir saraya kapılanma ümidiyle Almanya’ya gitmişti. Marchand’ın kendine mahsus org çalışı, Dresden sarayında herkesi hayrete düşürmüş, fakat iş bununla bitmemişti. Saray orkestrası birinci kemanlar şefinin ansızın ortaya attığı bir fikir, herkeste merak uyandırmıştı. Çünkü bu zatın düşünüşüne göre, o zaman Orta Avrupa’nın biricik org üstadı diye anılan Bach’ı Fransız organist Marchand ile karşılaştırmak lazım geliyordu. Bu takdirde her ikisi de boy ölçüşme imkânını elde edecek ve Avrupa en yüksek org üstadını ancak böyle bir karşılaşma sonunda tespit edebilecekti.
Nihayet Saksonya Kralının müsaadesiyle Bach Dresden’e davet edildi. Hattâ rivayete göre sanatkâr, organist Marchand’a yazdığı bir mektupta, kendisine soracağı her suale cevap vermeye hazır olduğunu, aynı şartları kabul ediyorsa derhal Dresden’e hareket edeceğini bildirmişti. Bu itibarla Dresden şehrinin ileri gelenleri, bu şehrin sanatsever ailelerinden biri olan Fleming’lerde tertiplenen bu karşılaşmayı bir an önce görmek arzusuyla hazırlandılar. Sonunda davetliler, hakem heyeti, Bach, tespit edilen gün ve saatte Nazır Fleming’in evinde toplandı. Fakat organist Marchand henüz ortada görünmemiş ve uzun bir beklemeden sonra Fransız organistin nerede kaldığını herkes merak etmeye başlamıştı. Bir aralık durumun içyüzü öğrenildi. Meğer Bach ile karşılaşacağı dakikanın yaklaşmakta olduğunu sezen Marchand, daha müsabaka gününün sabahı, halâsı [kurtuluşu] Dresden’den derhal uzaklaşmakta bulmuş, kendi hesabına angaje olduğu hususi bir posta arabasına atladığı gibi meçhul bir semte doğru yola çıkmış. Meydanı boş bulan Bach ise, sarayın orgunda verdiği konserle orada bulunanları sanatına hayran bırakmıştı. Bu hadiseyi ele alan tanınmış Bach biyografı Forkel, eserinde Saksonya Kralının, büyük başarısından dolayı Bach’a 100 Louis altını (Louidor) verilmesini emir buyurduğundan, fakat bu paranın Bach’a verilmeyerek saray memurları arasında paylaşılmış olduğundan bahsetmektedir.
Görülüyor ki bir çok sanatkâr için olduğu gibi, Bach’ın da hayatta biricik nasibi, daha çok çalışmaktı. Hattâ günün birinde Bach’a, sanatında nasıl olmuş da bu derece ilerlemiş olduğunun sebebini sormuşlar; o da şöyle demiş: “Hayatta yalnız çalışmak mecburiyetinde olduğumu hissettim; benim gibi kendini çalışmaya verecek olan herkesin sanatta aynı şekilde ilerleyeceği muhakkaktır”. İşte Bach, bu türlü bir çalışma sayesindedir ki 50 yaşını idrak ettiği sıralarda, en olgun eserlerini meydana getirmiştir.
Sanatkârın gene o sıralarda yazdığı “İtalyan Konçertosu” (1735), Bach’ın tasvirî sanata gösterdiği ilgiyi açıklaması bakımından önemli bir eseriydi. Sanatkâr, devrin ileri gelen şahsiyetlerinden bir çoğunu İtalya’yı görmeden bile hayalen meşgul etmiş olan İtalyan manzaralarının ve bu manzaraların yarattığı antik atmosferin tesiri altında kalmış olacak ki, bu konçertoda güney tabiatinin özelliklerini yaşatmak istemişti. Nitekim eserin solistik bir hava içinde akıp giden ilk kısmında, âdeta maiyetiyle birlikte ilerleyen bir hükümdarla karşılaşılır. Çok içli bir melodiye sahne olan ikinci kısımda, vaktinden evvel sona erdiği hissini veren esas melodinin daha bir müddet devam etmediğine insanın âdeta isyan edeceği gelir. Üçüncü ve son kısma ise sanki sonu olmayan bir ilerleyiş, bir yol alış hakimdir. Bu kısımda gittikçe çabuklaşan eller, piyanoda olduğu gibi, eserin orkestra aranjmanının bazı sazları üzerinde de gözle takip edilemeyecek süratte, bir aşağı bir yukarı hareket edip durur. Bu arada elin biri, bir atlayışta, iki oktavı birden aşar. Hattâ bu durum karşısında dinleyenin bile âdeta soluğunun kesileceği gelir. Derken eller gene normal vaziyete döner ve bütün heyecanlar derhal bir huzura, bir sükûna kalb olur [dönüşür]. Netice itibariyle bu kadar basit bir malzemeyi kullanarak, bu derece ince bir form ve bir ifade güzelliğine varılmış olması keyfiyeti, insanı hayrete düşürür.
Sanat adamlarının, öteden beri antik edebiyatı, antik sanatı inceden inceye tetkiki sayesinde meydana gelen bu tür hayal yolculukları, Bach gibi bir sanatkârın eserine Akdeniz havasını, Akdeniz mizacını, İtalya manzaralarını bile müessir [etkili] kılmıştır.