Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİMAKALELER

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

Ülkü
Sayı: 15
1 Mayıs 1942

 

Musiki hayatı

DOKUZUNCU SENFONİ
Beethoven’in 115’inci Ölüm Yıldönümünde

Cevat Memduh Altar

            Sanatseverler için aynı günde iki önemli hadise: Beethoven’in ölümünün 115inci yıldönümü; Cumhurreisliği Filarmoni Orkestrası ile Devlet Konservatuvarı artistlerinin ve talebelerinin bir arada başardıkları ilk Dokuzuncu Senfoni konseri. İşte Ankara’mız 18 Nisan 1942 Cumartesi günü bu büyük sanat hadisesine şahit olurken, radyo meraklılarının birçoğu da bu töreni evlerinde yaşamak fırsatını elde ettiler.

            Son yıllarda esaslı bir surette gelişen Cumhurreisliği Filarmoni Orkestrası, büyük besteci Beethoven’in 115inci ölüm yılına rastlayan 1942 konser mevsimini sanatçının en ulu eseri olan Dokuzuncu Senfoni ile kaparken, bizleri gelecek yılların sanat zaferine de inandırıyordu.

            Biricik Devlet Orkestramızın değerli şefi ile âzasının ve Devlet Konservatuvarı opera stüdyosunun artistleri ve opera şubesi talebelerinin elbirliğiyle başardıkları Fidelio temsilinden sonra, Dokuzuncu Senfoni, hiç şüphe yok ki orkestra musikisi yolunda ulaşılması gereken en önemli amaçtı. Beethoven gibi daha ziyade senfoni yazmış bir bestecinin ölüm yılı anılırken, Dokuzuncu Senfoni’den daha iyi bir kutlama olur mu?

            1770 yılında Batı Almanya’da Bonn’da doğan Beethoven, daha on onbeş yaşlarında iken etrafının dikkatini çekiyor. Binbir yokluk içinde geçen çocukluk yıllarından sonra, 22 yaşında Viyana’ya yerleşen genç sanatçıyı amansız talih bu sefer de kulaklarından yakalıyor ve ansızın bastıran tam bir sağırlık, onu insanlar arasından çekip çıkarıyordu. Artık hayatın ardı arkası kesilmez sarsıntıları içinde yuvarlanan Beethoven, o andan itibaren, sözlerin yardımıyla işitemeyeceği, anlatamayacağı şeyleri yalnız seslerin yardımıyla anlatmak hevesine düştü ve otuz yıl süren münzevi bir hayat içinde, yalnız kalp kulağıyla duyup yarattığı dokuz büyük senfoniyi insanlığa armağan etti. Herkese bir felaket olan tam sağırlık, Beethoven’e ve insanlığa bir mutluluk olmuştu.

           İşte insanlarla temasa, anlaşmaya engel bir duvar halini alan bu sağırlık içinde Beethoven, esasen günlük hayatında bile çok az kullandığı kelimeleri, insanlarla anlaşma vasıtası olan sözü, ilk eserlerinde de pek az kullandığı içindir ki musiki türleri arasında metinsiz bir sanat yolu olan senfoninin ustası oldu. Fakat diğer taraftan kelimenin yardımından bu derece ayrılış, onu hayatının sonlarına doğru büsbütün üzmeye başlamıştı. Nitekim en olgun çağlarında, çoktandır özlediği insan yüzüne, insan sesine, insan neşesine dönmek isteğini yenemedi; bu istek, içinde ses unsurlarını da taşıyan, Dokuzuncu Senfoni gibi büyük bir eseri doğurdu ve bu senfoni, sanat tarihinin ilk metinli senfonisi oldu.

           Bunun içindir ki Dokuzuncu Senfoni’yi ilk defa 1846 yılında Dresden’de idare eden büyük opera bestecisi Richard Wagner, dinleyenlere verdiği o meşhur nutkunun bir yerinde şöyle diyordu: “Bu zavallı adam, gözlerini etrafını çeviren dünyaya, bir zamanlar tatlı bir vecd içinde onu coşturan tabiata, kendine çok yakın sandığı insanlara dikmişti. Bu adam, derin bir hasretin tesiri altındaydı ve bu hasret onu yeniden dünyaya dönmeye, dünyanın neşesini, saadetini yeniden tatmaya teşvik ediyordu, zorluyordu”.

           İşte Wagner’in dediği gibi yalnız insan hasretinin eseri olan Dokuzuncu Senfoni, sanatçıyı gençlik çağından beri devamlı olarak meşgul etti (1792) ve eser en az bir çeyrek asır içinde kafasında gelişti. Beethoven’in 1822 yılına doğru kullandığı taslak defterleri karıştırılırsa, Dokuzuncu Senfoni’nin son kısmına koyduğu dört kişilik solist şan kuvarteti ile geniş koroya, uzun müddet uygun bir metin aradığı görülür. Böyle bir metinle sanatçı, topluma karşı duyduğu bütün sevgisini anlatmış olacak ve bu uğurda kullanılacak metin, büyük bir sevginin neşesini taşıyacaktı. Yalnız böyle bir eseri yaratma gayreti, alabildiğine bedbin olması gereken üstadın, sırf sanattan gelen bir yaşama, bir yaratma isteğiyle, alabildiğine nikbin olduğunu ispata kâfidir. Uzun ve yıllarca süren tereddütlerden sonra, büyük Alman şairi Schiller’in “Neşeye Şarkı” adlı şiiri, senfoninin sonuna koro metni olarak seçiliyor ve bu metin, musikiye eşsiz bir başarı ile işleniyor.

           Dokuz senfoni yazmış olan Beethoven’in ilk iki senfonisi devrin malûm olan üslûbu içinde kaldığına göre, dâhinin öz sanat şahsiyeti diğer yedi senfonide görülür ve ikinciden sekizinciye kadar olan altı senfoni içinde birbirini tamamlayan insanlık ve kâinat hakkındaki düşünüşler ancak Dokuzuncu Senfoni’de özlenen sonuca ulaşabilir. Bütün bu eserleri birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak kabul etmek lazım; bu altı senfonide anlatılmak istenen şeylerin hepsi de sanatçının son senfonisi olan Dokuzuncu’da âdeta gözle görülür bir hal almıştır. Hattâ üçüncü Kahramanlık Senfonisi’nde insanın irade kudretini, dördüncü senfonisinde kuvvetli bir neşeyi, beşinci senfonisinde iradenin talih ve kadere galebesini remzeden, altıncı Pastoral Senfoni’sinde tabiata hayranlığını, yedinci senfonisinde hudutsuz bir vecdi, sekizinci senfonisinde ise insanı her istekten uzak tutan tatmin edici bir saadeti anlatan Beethoven, ancak korolu Dokuzuncu Senfoni’sinde bütün bu duyuşların özü olan insan neşesini yine insan sesine söyletmiş ve bu büyük eserde yalnız hasretini çektiği insana dönmüştür.

           Dokuzuncu Senfoni’nin yazılış tarzına ve eserin dört muhtelif kısmında geçen esas düşünüşlere gelince: Batının tanınmış musiki estetlerinin ve Beethoven’i en iyi anlamış olan büyük besteci Richard Wagner’in bu yolda yaptıkları derin incelemelere göre, senfoninin birinci kısmı dinlenirken, acı çeken bir ruhun talihe karşı göze aldığı çetin bir savaş düşünülebilir. Burada, her şeye rağmen özlenen zafere ulaşılamamış, harcanan bütün gayretler, insanı beklenen sonuca bir adım bile yaklaştıramamıştır.

           İkinci kısım, esrar dolu bir isteği içinde saklamaktadır; ne olduğu bilinmeyen bu istek, gitgide kendini daha çok belli etmekte ve sürekli olarak kulağa gelen “kayboluşlar”, “tekrar görünüşler”, insanı âdeta bilinmeyen bir mutluluğun peşinden sürüklemektedir.

           Üçüncü kısım, ilk iki kısımda geçen şiddetli savaşın tam bir tevekkül içinde ulaştığı huzurdan başka bir şey değildir. Burada âdeta hıçkırıklarla söze başlayan ağız sazları, eserin bu parçasını parlak nağmelerin sevinç ve keder dönüşümleri içinde sona erdirir.

           Dokuzuncu Senfoni’nin en önemli parçası olan dördüncü ve son kısmına gelince: Bu kısma insan sesini katan sanatçının en büyük endişesi, o âna kadar sırf âletlerle temsil edilen fikirlerden, insan sözünün gözle görülecek kadar açık olan ifadesine ne şekilde geçileceği düşüncesiydi. İşte bu endişe, Beethoven’i uzun uzadıya yordu ve düşündürdü. Nihayet sanatçı, söylemek istediği şeyleri orkestra âletleriyle söyletmeye gücünün yetmediğini ve her ne pahasına olursa olsun, artık insan sesinin söze başlaması gerektiğini anlatmak üzere, dört solistten birini (solo baritonu) orkestraya birdenbire sıyrılıp çıkmışçasına söze başlattı ve burada bir tür musiki ile konuşma üslûbu olan “reçitatif” tarzından yararlanarak, solo baritonu şu sözlerle haykırttı: “Ey dostlar, olmaz bu seslerle; artık bize her zaman daha güzel seslerle, neşe ile hitap edin!”. Hayalden hakikate bundan daha açık bir cümle ile geçmek mümkün müdür? Şimdi artık büyük insansever Schiller’in şiiri, istenildiği gibi koroya işlenebilirdi. Nitekim Beethoven de böyle yaptı: insan sevgisi ile yazılan, dünyanın en büyük neşesini içinde saklayan Schiller’in şiirini ses kuvartetine ve koroya istediği gibi işledi ve eser Beethoven’in notlarının birinde “Türk musikisi”1 diye nitelendirdiği bir zafer havası içinde ve şu cümle ile sona erdi: “Neşe! Neşe, ey tanrıların alevi neşe!”

           Beethoven’in bu ulu eseri, insanlığın sevgiye en çok muhtaç olduğu bir devirde, Ankara’da büyük bir başarı ile çalındı. Mayıs ayı ortalarına kadar, her cumartesi, hep bu eser çalınacak ve bu yılın konser mevsimi Dokuzuncu Senfoni ile kapanacaktır.

           Dokuzuncu Senfoni, zamanında bütün sanat dünyasını sarstı. Fakat Beethoven’in ölümünden sonra (26 Mart 1827), ancak Richard Wagner gibi bir sanatçı bu eseri estetik açıklamalarla dünya repertuvarına mal etti (1846).

           Zamanında herkesi hayretlere düşüren bu eşsiz sanat âbidesini, yalnız eserin yaratıcısı olan Beethoven, bizim işittiğimiz gibi işitememişti: bundan tam 118 yıl önce, 1824 yılı Mayısının yedinci günü, Viyana’da yapılıp bitmesi daha yeni sona ermiş olan Saray Tiyatrosu’ndaki akademiyi2 dinlemeye koşanlar, büyük ses şairi Beethoven’i Dokuzuncu Senfoni’sini insanlığa armağan ederken gördüler. Hayatının son yaratma devresini tam bir sağırlık içinde geçirmiş olan büyük dâhi, bu ulu eserinin ilk çalındığı gün, ödevini tam başardığına inanan bir kahraman edasıyla orkestra şefi yerinde ayakta duruyor ve üç yüz kişiden oluşan orkestra ile koroyu, birinci kemanlar şefi yerinden, arkadaşı Umlauff idare ediyordu. O gün, bu tarihe mal olan hadisenin nasıl geçtiğini yakından görenler, güzel olduğu kadar da yürek parçalayan bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamadılar, çünkü senfoninin devamı boyunca orkestra şefi yerinde hiçbir şey işitmeden ayakta durmuş olan büyük sanatçı, eser çalınıp bittikten sonra hükümdarlara nasip olmayan şiddetli alkış tufanını da işitmemiş ve ancak hayranlarından biri tarafından kollarından tutulup salona çevrildiği zaman, halkın büsbütün alevlenen heyecanı karşısında olan biteni anlamış, fakat sevindiği kadar da acı duymuştu.

           İnsanlığın bu eşsiz sanat âbidesini tam bir neşe havası içinde dinlerken, son sözü büyük ses şairi Wagner’e verelim ve Beethoven’in hayranı Wagner’in 1846’da verdiği nutkun şu cümlesini aynen tekrar edelim: “Bu hayret edilecek adam, bu senfonide, bütün ıstırabını, bütün hasretini, bütün neşesini, şimdiye kadar görülmemiş bir sanat eseri haline koymuştur”.

1 O zamanlar bazı Batı bestecilerinin, eserlerinde zafer havası yaratmak için kullandıkları “Türk musikisi” adını verdikleri bu tarz, yalnız ağız sazlarını ve vurularak çalınan sazları kullanmak suretiyle yazılan ve ancak ritmi itibariyle diğer Batı eserlerinden ayırt edilen bir musiki idi. XVIII’inci asır Avrupa’sına Türk hakimiyetinin bir hatırası olan bu etkiyi, Mozart ve Beethoven gibi iki büyük üstat da eserlerinin çoğunlukla son kısımlarında, sırf zafer havası yaratmak üzere kullandılar.
2 O tarihte düzenlenen geniş ölçüdeki konserlere “akademi” denir ve böyle konserlerde bazen üst üste yedi sekiz senfoni birden dinlenirdi.