Ulus
22.IV.1944
Cevad Memduh Altar
Wagner, bütün yaratmalarında bir inkılapçı olmaktan ziyade, ihtilalci olarak tanındı ve onun yolunu hiç kimse takip edemediği içindir ki, buluşları sanatçının yalnız şahsına inhisar etti [kendisiyle sınırlı kaldı]; hem de sırf bu yüzden ona inkılapçı değil, ihtilalci dediler. Diğer taraftan eserlerinde şiirle müziği bir bütün halinde yaratmaya muvaffak olan bu sana dâhisini, kendi yolunda, bugüne kadar hiç kimse taklide cesaret edemedi. İşte 19. asır gibi fikir alanında dehşetli çarpışmalara sahne olan bir asırda, kavgacı bir üstat olan Wagner, sanatının bu sinir harbinde yorulmadan savaştı; hele devrin her türlü fikir spekülasyonuna herkesten ziyade akılları eren iki büyük felsefe dâhisi vardı ki, bunlar da Wagner’i ya az anladılar, ya anlamak istemediler yahut da anlama fırsatını elde edemediler. İşte bunların birisi geçen asrın büyük filozofu Schopenhauer’di, ikincisi de gene geçen asrın büyük filozofu Nietzsche idi.
1854 senesi Wagner tarafından Nibelungen’in Yüzüğü masalının şiir olarak yazıldığı sene idi. Tetralogie denilen bu büyük eser, Rheingold, Walküre, Siegfried ve İlahların Sönmesi adlarını taşıyan dört eserden meydana gelmişti. Bu büyük sahne eserine gelinceye kadar yarattığı eserlerde az çok insan tipini idealize eden Wagner, Nibelungen masalıyla beraber büsbütün insanüstü mefhumlara [kavramlara] el uzatıyordu; hattâ derin bir metafizik içinde kaybolup gidiyordu.
Filozof Nietzsche, hayatının muayyen bir ânına kadar bütün kalbiyle bağlı olduğu Wagner’in bu eserini bize çok isabetli bir tahlille anlatmak istemiştir. Hattâ Nietzsche, bedbin bir filozof olan Schıopenhauer’in ancak “aşk yoluyla halâs [kurtuluş]”ta mütemmimi [tamamlayıcısı] sayılan Wagner felsefesini bize vakit vakit yaptığı tahlillerle ne güzel izah etmektedir. Hayatının sonlarına doğru, birçok büyük dehalarda da olduğu gibi, geniş mânâda bir metafizik âlemden ayrılarak Hıristiyanlık tasavvufuna sığınan Wagner, herhalde antikrist bir filozof olan Nietzsche’yi kızdırmış olacak ki, büyük mütefekkir, Wagner’i bir anda inkâr etmiş ve ona âdeta düşman kesilmiştir. Hattâ büyük üstadının Ring masalındaki esrarı bize hep heyecanlı izahlarıyla açmaya çalışmış olan Nietzsche ile, Wagner’in son eseri olan ve Hıristiyanlık akaidi [inancı] üzerinde gelişen Parsifal’i bir türlü hazmedemeyen Nietzsche arasında derin bir uçurum göze çarpmaktadır. Bunun içindir ki Nietzsche, Parsifal senelerine doğru ancak Carmen bestekârı Bizet’yi Wagner’e rakip görüyor ve gençliğinde ancak Wagner’in Tristan operasını kendi piyanosunda baştan aşağı çalmakla Wagner’e olan heyecanını yatıştırabilen bu ateşli filozof, bu suretle ister istemez tezada düşüyordu. Onun taptığı Wagner, vaktiyle Paris’te geçirdiği açlık senelerinden gururla bahseden, siyasi bir suçtan dolayı 1849’da İsviçre’ye kaçarak Zürih’te sanat ve insanlık mücadelesine –bin bir yoksulluk içinde– devam eden Wagner idi.
Wagner yalnız Nietzsche’ye değil, devrin bedbin filozofu Schopenhauer’a da hiç yaranamamıştı. Ne gariptir ki, bu büyük filozof da vaktiyle sanat dünyasının kendisine gösterdiği fuzuli alâkadan dolayı Beethoven’i bile sinirlendirmiş olan Rossini’ye âşıktı. Halbuki Wagner, dünyayı iyi gören bir filozof olan Feurbach yoluyla Schopenhauer’a yaklaşmış, Nietzsche felsefesine bile kaynak olan Schopenhauer’in bedbin görüşlerini “feragat ve aşk yoluyla kurtuluş” felsefesiyle tamamlamıştı. Yalnız “Nibelungen’in Yüzüğü” masalı, bu felsefenin en güzel bir tezahürü değil miydi? Wagner, Schopenhauer’ı en az Schopenhauer’ın Rossini’yi sevdiği kadar seviyordu; fakat filozof, ne bu sevginin, ne de bu sevgi kaynağından gelen üstün başarıların esasını anlayacak durumda değildi. Nitekim filozof, klasik sanat olarak Mozart’a tapıyordu; müzikte mühim bir yenilik olarak tanıdığı Rossini sanatı ise, ona alabildiğine heyecan veriyordu.
Uzun bir hayatın henüz kırk birinci senesine ulaşmış olan ateşli bir sanat adamının yolu, günün birinde Frankfurt’a düştü. Bu şehirde büyük bir mütefekkir [düşünür] yaşıyordu. Bu fikir adamını ziyaret etmek arzusu daha yolda iken genç sanatkârın kalbinde yer etmişti. Bu ziyareti yapmaya hiçbir mâni de yoktu. Fakat sanatkârın kavgacı ruhunu birdenbire saran acayip bir çekingenlik, bu ümit dolu genci, büyük fikir adamının ta kapısından geri çevirdi ve yıllardan beri özlenen şahsen tanışma arzusu ne yazık ki yerine getirilememişti. Zaten her ikisi de hayatları boyunca birbirlerini tanıma fırsatını elde edemediler ve filozof da günün birinde ölüp gitti. Bu ateşli genç Richard Wagner idi; Frankfurtlu büyük mütefekkir ise filozof Schopenhauer’ın ta kendisi idi. Fakat Wagner gibi yılmaz bir sanat adamının Frankfurt’ta böyle ani bir çekingenlik göstermesine mutlaka bir sebep olacaktı: Wagner, 1854’te sona eren Nibelungen şiirinin bir nüshasını, üzerinde “Hürmet ve şükranlarımla” ibaresi yazılı olarak, çok sevdiği filozofa göndermişti. Schopenhauer bu şiiri okudu, hattâ sayfa kenarlarına kendi görüş ve anlayışını açığa vuran bazı tenkit noktaları da yazmayı unutmadı. Fakat filozof, büyük müzikçinin bu saygı tezahürünü [gösterisini] uzun zaman cevapsız bıraktı ve tam bir sene sonra Dr. Wille adlı bir arkadaşıyla, şair bestekâra şu haberi yolladı: “Dostunuz Wagner’e, Nibelungen şiirini göndermesinden dolayı benim namıma teşekkür ediniz. Bana kalırsa o, müzikten vazgeçmeye baksın, onun daha çok şiir yazmaya istidadı var! Ben, Schopenhauer, Rossini’ye ve Mozart’a sadık kalmaya ahdettim…”. Buna mukabil filozofun bestekâra gönderdiği bu ilahi alakasızlık, bestekârın filozofa olan sevgisini hiçbir vakit öldürmedi; bilakis bu sevgiyi büsbütün alevlendirdi.
Görülüyor ki, felsefenin iki büyüğü, Schopenhauer ve Nietzsche, Wagner’i ya az anladılar, ya hiç anlamadılar ve kendilerinden sonraki yılların Wagner sanatı hakkında koyacağı isabetli teşhisi de evvelden fark edemediler. Acaba bu iki tanınmış filozofla Wagner arasındaki anlaşmazlığa sebep olan şu mu idi: Schopenhauer ve Nietzsche, her ikisi de mütemadiyen hayata yol arayan, hayata bağ arayan ve aradıklarını kendileri için bulamadıklarından bedbin olan filozoflardı; Wagner ise, hele Parsifal operasına kadar yazdığı eserlerle, mütemadiyen metafiziğe kaçan, mitolojiye dayanan, kurtuluşu öz sevgide bulan, yarattığı tiplerde ilahlardan, insanüstünden daha aşağı düşmeyen bir sanatkârdı; ve son eseri olan Parsifal’de ise bütün bunlardan yüzünü çevirerek birdenbire Hıristiyanlığa iltica edivermişti: halâsı [kurtuluşu], iki filozofun tamamen aksine olarak, Hıristiyani bir tasavvufta bulmuştu. Hattâ Wagner sanatında, hele Parsifal’e kadar tesadüf edilen bu dünya üstü, insan üstü olan fikirler ile diğer sanat cereyanları arasında bir münasebet kurma imkânı da bir türlü elde edilememişti; ve onun için Wagner ihtilali, yalnız Wagner sanatına has bir ihtilal olarak kaldı; bu hal bu sanat büyüğünü nevi şahsına münhasır [kendine özgü] bir dâhi yaptı; gene bu hal, Wagner üslûbunu bir mektep [ekol] haline sokamadı. Bugün ise Wagner aleyhinde olan bir kanaatin tamamiyle aksini iddia eden Wagnerci fikir adamlarının sayısı çok, hem de pek çok olduğuna bakılırsa, geçen asrın sonlarına doğru sanat dünyasını devamlı meşgul etmiş olan Wagner probleminin zamanla çözülmüş olduğunu kabul etmemek için ortada bir sebep mevcut değildir.