Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİMAKALELER

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

“Opus”
Şubat 1963
No: 5
Yıl: 1

ULUSLARARASI DEĞERE ULAŞMA YOLUNDA

Cevad Memduh Altar

            Son yıllarda Ankara’ya da gelen ünlü orkestra şeflerine ve solistlere bakıyorum da, yanı başımızda meydana gelen sanat olaylarının gözden kaçan bir tarafına saplanıp kalıyorum. Bakın neler oluyor: Dünyanın ünlü sanat adamlarından İngiliz orkestra şefi George Weldon Ankara’ya kadar geliyor, büyük Macar bestecisi Franz Liszt’in piyano konçertosunu misafir piyanist Polonyalı Malkuzinski’ye, Türk müzisyenlerinden kurulmuş Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının eşliğinde çaldırıp idare ediyor. Bu arada solistlerin kullandığı, siyah kuyruklu konser piyanosu da “Gaveau” marka bir Fransız enstrümanı. Dahası var; bundan 20 yıl önce senfoni orkestrasındaki bazı grup şefleri, yabancı uyruklu müzisyenlerdi; bugün ise yalnız orkestra şefi yabancı uyruklu.

            Orkestra üyelerinin kullandıkları çeşitli âletler de imalat bakımından Alman, İtalyan yahut Fransız menşeli olacak. O halde ne oluyor? Büyük besteci Franz Liszt’in eseri, Ankara’da bu seferki çalınışında Türk, İngiliz, Macar, Polonyalı, Fransız, Alman ve İtalyan sanat, icra ve endüstrisinin bir karışımı (sentezi) olarak meydana geliyor (!). Geçende aynı Polonyalı piyanist, gene aynı salonda verdiği resitalde, Amerikan Steinway piyanosunun iki tuşunu kırınca, yerine hemen Fransız Gaveau piyanosu çekiliverdi ve konser hiç durmadan devam etti.

            Konser maksadıyla memleketimize gelen bazı büyük virtüozlar, programlarına hangi eserleri alıyorlar diye bir soru da aklımıza gelebilir. Farzedelim ki, dünyaca tanınmış Alman piyanisti Kempf geldi, yahut da büyük Rus viyolonisti Oyştrah. Bunlar hiç şüphe yok ki programlarına önce mensup oldukları milletin ünlü bestecilerinden birkaçının eserini alırlar, fakat konserlerini milletlerarası repertuvarın vistüoz eserleriyle zenginleştirmekten de geri kalmazlar; ve bu eserler, mesela Rus viyolonistin programında Bach, Beethoven, Mozart, Mendelssohn, Bruch, Sarasate, Dvorak ve saire gibi Alman, İspanyol ve Çek bestecilerinin yaratışları olarak da konsere olağanüstü bir çeşitlilik verebilir. Bu böyle olduğu gibi, büyük Alman piyanisti Kempf de programına Alman Klasik ve Romantiklerinden başka, İtalyan veya Fransız Klasiklerini, Rus bestecilerini veya İspanyolları alabilir. Bununla beraber, konser ve resitallerde milletlerarası değerdeki sentez geleneğine tamamen aykırı programlarla da karşılaşmak mümkündür. Bakarsınız Polonyalı ve yalnız Chopin çalan bir piyanist gelir, programına sırf Polonyalı Chopin’i alır veya bir Alman piyanist, konserlerinde sadece Alman Beethoven’den çalar. Bu son şık, oldukça az karşılaşılan bir sanat olayı olmakla beraber, bu tip programlar da yalnız icracının anavatanında çalınıp dinlenmez. Millî repetuvara bağlı icracılar, dünyanın her tarafına giderler ve başka milletler tarafından da hayranlıkla dinlenip alkışlanırlar. Çünkü bunların icra ettikleri eserler, millî oldukları kadar, milletlerarası konser repertuvarına da mal olmuş eserlerdir (!).

            Müzik sanatında daha başka olaylar da vardır. Mesela ünlü bir İtalyan opera artisti, yabancı memleketlerin sahnelerine, büyük İtalyan bestecisi Verdi’nin Rigoletto operasını oynamaya davet ediliyor ve gittiği memleketin artistleri partilerini farz edelim Türkçe okurlarsa, İtalyan kantatrisi de kendi partisini ana dilinde okuyor ve bunu kimse yadırgamıyor. Yahut da bunun aksine olarak, Türk opera artistleri, İtalyan sahnelerinde başarılı konserler verip alkışlanıyorlar. 1958’de Türk Devlet Operasının İtalyan “La Scala” operası ile yaptığı anlaşma uyarınca, Türk ve İtalyan artistleri Ankara’da Puccini’nin Turandot ve Madam Butterfly operalarını birlikte oynamamışlar mıydı?

            Sayın okurlarıma yukarıda açıklamaya çalıştığım bütün bu hareketlerin anlamı ve amacı ne oluyor? Ünlü bir sanat adamının da söylediği gibi, “Sanatın en millî olanı, en milletlerarası değerde olanıdır” prensibi değişmez bir gerçek olarak hükmünü yerine getiriyor! Nitekim bu prensip, sanatların bütün kolları için de değişmezlik vasfına sahiptir. Bugün artık yalnız mahallî önemi olan bir resim veya edebî bir eser yaratılamıyor ve meydana gelen eserlerin en millî olanı bile, milletlerarası değerdeki tekniği ve ifadesi ile bütün topluluklar tarafından sevilip benimseniyor. O halde ne yapmak gerekiyor? Burada bütün iş, hem millî özelliği, hem de milletlerarası değeri olan eser yaratmakta, yani sanat dünyasının karşılıklı alışveriş yapabilecek seviyedeki yaratıcıları arasında, eşit hak ve başarı ile yer alabilmesinin sırrına ulaşmakta(!).

            Yukarıda açıkladığım bu değişmez zorunluluğu içten duymuş olan Atatürk, 1936 yılında bu amaca yönelmek için, Ankara Devlet Konservatuvarını kurmuş, Avrupa’da ve bu müessesede, üçüncü kuşağa kadar yeni Türk bestecileri ve icracıları yetiştirilmiş, bunlar Türk zevkinin zamanın icaplarına uyma yolunda gelişmesi ödevini üzerlerine almışlar ve bunu başarıyla da ispat etmişlerdir. Unutmayalım ki, milletlerarası değerdeki sanat rekabetinde şöhret yapmış İdil Biret, Suna Kan, Leyla Gencer, Ferhan Onat, Sabahat Tekebaş, Sevda Aydan, Ayla Erduran gibi virtüozlarımız da var!

            Bugün artık yalnız mahallî âletlerle, eskimiş ve teksesli kalmış bir müzikle atom ve uzay çağının sanat hareketlerine ayak uyduramayacağımız, herkesin açıkça bilmesi gereken bir hakikattir. Pek tabiidir ki özlü geleneklerimiz, yani “tarihsel-klasik” müziğimiz ile saf folklorumuz veya bir iki kaynaktan beslenen yeni ve taze ilhamlar, çağdaş sanat müziğimize temel olacak ve böylelikle gene gelenek, yepyeni bir hayata doğru yeşerip feyizlenecek, her yerde anlaşılıp takdir edilecektir. Bu böyle olunca da, bizim eserlerimizi bir İngiliz, bir Fransız, bir Alman veya Japon sanatseveri de tıpkı bizim gibi çalarak veya dinleyerek zevkine varacak, eserlerimiz milletlerarası repertuvarlarda eşit haklarla yer alacaktır.

            Yazımın en başındaki örneklerle de açıkladığım gibi, milletlerarası değere ulaşmış icra sentezleriyledir ki, medeni varlık ve hüviyetimizi bütün dünyaya tanıtma imkânını elde etmiş olacağız. Yoksa bizden başka hiç kimsenin anlayıp icra edemediği, sırf mahallî bir sanatla değil! O halde sanatın icaplarını modern eğitim ve öğretim müesseselerimizde biz de yerine getireceğiz; yani millî ruhu, milletlerarası değerdeki müşterek bilim ve teknikten faydalanarak, çağdaş ifadeye ulaştıracağız. Bunun için de her milletin sanat müziği alanında kullandığı standart ve normalize âletleri kullanmayı ve sanat müziği eserlerini bu âletler için yazmayı öğreneceğiz. Tıpkı bundan 80 yıl önce Japonların uygulamaya başlayıp, bugün verimini tam olarak idrak ettikleri müzik kalkınması gibi (!).

            Bütün bu yukarıda açıkladıklarımı Atatürk devrimleri bize de getirmemiş miydi? Ve bizde de göğüs kabartıcı sonuçlar elde edilmemiş miydi? Ne çare ki, vakit vakit olduğu gibi, gene o geriye sürükleyen direnç, sürati kesti ve bizi yer yer geri bıraktı. Fakat her şeye rağmen adım bir kere atılmıştır; zaman –geç de olsa– çağdaş Türk sanatını gerçek amacına ulaştıracaktır. Ama 20 yıl yerine 100 yılda ulaşacakmışız, gene ulaşacağız ya (!). Bütün mesele şu 100 yılı 20’ye indirme yolunda gerekli tedbirleri almada ve engelsiz ilerlemede! İşte resmî makamlardan beklediğimiz ilgi ve uygulama!

            Unutmayalım ki, büyük mütefekkirimiz Ziya Gökalp, eninde sonunda bizim için de gerçekleşmesi mukadder olan millî bir devrimi, yıllarca önce özlü bir deyişle yorumlayıp formülleştirmiş. Bakın Ziya Gökalp, değişmezlikle gelişmeyi ve geleneği birbirinden nasıl ayırt ediyor: “…Her biri bağımsız ve mutlak olan kaideler, oturdukları yerlerde oturdukları gibi kalırlar, bir gelecek yaratamazlar. Gelenek ise yaratma ve gelişme demektir. Çünkü gelenek, çeşitli anları birbiriyle kaynaşmış bir geçmişe, arkadan hareket ettiren bir kuvvet gibi ileri doğru iten tabii bir akıma sahiptir ki, sürekli olarak yeni gelişimler, yeni eğilimler meydana getirebilir. Anane, kendi başına verimli ve yaratıcı olmakla beraber, ona aşılanan yabancı yenilikler de damarlarındaki hayat suyundan feyiz alarak canlanır ve bayağı taklitte olduğu gibi çürüyüp düşmez”.

            Ziya Gökalp, bizlere şu büyük gerçeği de söylemişti: “…içinde yaşanılan yüzyılın anlamlarından doğan manevi bir lisan vardır ki her dil ona uymak zorundadır”. Ziya Gökalp’in edebiyatımız için açıkladığı bu gerçek, müzik ve bütün sanatlarımız için de değişmez bir zorunluluktur. O halde dünyanın her yerinde, aynı prensiplere boyun eğen özlü medeniyet gelişimlerine ışık tutan değişmez gerçeklere karşı durmayı veya geriye çekişleri önlememek, ancak geçen yüzyılların adamı olarak kalmakta ısrar etmek demektir. Halbuki bu gibi dirençler, günün birinde tabiat tarafından nasıl olsa ezilip yok edilmeye mahkûmdur.

            Bakın Atatürk, Ziya Gökalp gerçeğine değişmez bir prensiple nasıl hayat veriyor; şimdi Ata’yı dinleyelim: “…Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir.”