“Ankara” dergisi
Sayı: 3
Eylül 1945
Cevad Memduh Altar
Müzik sanatının büyük üstadı Mendelssohn, Franz Liszt gibi bir virtüozun piyanosunu ilk olarak dinledikten sonra, 1840’ta dostlarından birine yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Dünyada hiçbir sanatkâr görmedim ki, müzik duygusu Liszt’te olduğu gibi parmak uçlarına kadar insin de herhangi bir tesire maruz kalmadan oradan etrafa yayılıversin. Franz Liszt öyle bir müzik duygusuna malik ki, bu duygunun bir eşine daha tesadüf etmeye imkân yok”.
Görülüyor ki yalnız Mendelssohn gibi bir üstadın şahadeti, muhayyelemizdeki [hayalimizdeki] Liszt portresine ifade vermeye, onun, zamanında dillere destan olmuş piyano virtüozluğunun mahiyetini açığa vurmaya kâfidir. Bir kısım sanat adamları, Liszt’in piyanoyu çalış dehasını överken, bazıları da bu büyük adamın yaratış kabiliyetine, bu kabiliyetin meydana getirdiği muazzam eserlere hayran olmuştu. Hele Wagner gibi büyük bir üstat, Tanhäuser adlı eserinin Weimar’da Liszt’in idaresi altındaki ilk çalınışını dinledikten sonra, sanatkârın bu eseri orkestra ile ifade ediş kudretine hayran olarak şöyle demişti: “Bu müziği bulurken duyduğum şeyleri, o da eserimi idare ederken aynen duyuyordu; bu müziği yazarken söylemek istediğim şeyleri, o da eseri seslendirirken aynen söylüyordu. Ne harikulâde şey! Bu eşsiz dostumun gösterdiği sevgi iledir ki, vatanımdan uzaklaşmak üzere olduğum şu anda, sanatım için çoktandır özlediğim, beyhude yere yanlış yerlerde arayıp durduğum, hiçbir zaman bulamadığım hakiki vatanı şimdi buldum”.
Wagner’in bu yerinde hayranlığı da gösteriyor ki, Franz Liszt, müzik sanatının üç büyük sahasına aynı kudrette hükmetmektedir: yani sanatkâr, akıllara hayret verecek derecede bir piyano virtüozudur; eşine az tesadüf edilir bir bestekârdır; hem kendinin, hem başkalarının yazdığı muazzam orkestra eserlerini tarifsiz bir anlayışla dile getiren bir orkestra şefidir. İşte bu üç meziyettir ki, onu, zamanında olduğu kadar, zamanından sonra da sanat dünyasına mühim bir dâhi olarak tanıtmıştır.
Fakat bu üç büyük başarı arasında, sanatkârı dünya büyükleri mertebesine yükselten meziyet, acaba en ziyade hangisi idi? Nitekim Liszt’in piyano virtüozluğu ile orkestra idare edişi, bir bakıma aynı şeydi. Çünkü bunlardan birincisi, yani piyano virtüozluğu, bir müzik âleti üzerinde mümarese [beceri] elde etmek mahiyetinde idi; ikincisi, yani orkestra idare etmesi, birçok sazların bir araya toplanması ile meydana gelmiş olan büyük bir âleti, tabir caiz ise orkestra âletini çalmak, orkestra üzerinde mümarese elde etmek demekti. O halde bu iki büyük meziyeti, bir tip sanat meşgalesi telakki etmek de mümkündü. Demek Liszt, piyano ve orkestra gibi iki mükemmel âleti eşsiz bir ifade kudretiyle çalan bir virtüozdu. Fakat sanatkârın, ancak zaman mefhumu içinde mütalâa edilebilen bu fıtri kabiliyetini [doğuştan gelen bu yeteneğini], bugün için sırf kitaplardan, tarihî vesikalardan öğrenmek mümkündür. Buna mukabil Liszt’in bestekârlığı, bu büyük sanat adamının yaratma mizacını, görüş, düşünüş, anlayış, ifade ediş kabiliyetini, kendi devrinde olduğu gibi, bugün de, yarın da, gelecekte de insanlığa aynen yaklaştıracaktır. Çünkü sanat eseri ebedidir; virtüozluk sanatı ise, bu neviden yaratmaları devirden devire nakle vasıta olan yüksek bir sanat meşgalesidir. O halde Liszt dehasını bize tam olarak tanıtacak şey, sanatkârın piyano çalışından veya orkestra idare edişinden, yahut da bu iki büyük meziyeti bize anlatmaya çalışan kitaplar, yazılar, menkıbelerden çok daha ziyade, Liszt’in kendinden sonraki nesillere devrettiği muhteşem eserlerdir.
Şurasını unutmamak lazım gelir ki, zamanında Liszt’i tam ve mükemmel bir inan haline koyan âmil [etken], virtüozluk ve yaratıcılık gibi iki büyük başarının muhite yaptığı tesir ile bu tesirin yarattığı sevgi ve alâkanın muhassalasıdır [bileşkesidir]. Nitekim sırf böyle bir formül yoluyla, Kontes d’Agoult ve Prenses Wittgenstein gibi iki olgun kadının Liszt üzerindeki tesirlerini de izah etmek mümkündür. Hülâsa, alabildiğine müsait bir muhit [elverişli bir çevre] içinde gelişen Liszt dehasını devirden devire intikal ettiren şey, hiç şüphesiz yarattığı eserlerin mükemmelliği idi. Meselâ Liszt’in birçok yaratmaları arasında, devre nazaran yepyeni bir buluş olan piyano rapsodileri, muhitin dikkat nazarını birdenbire bu ümit dolu bestekâra çekmişti; herkesi, onun ilerideki başarısı üzerinde uluorta tahminlere bile sevketmişti.
Fakat Liszt, bütün bu eserlerde, en yakını olarak tanıdığı, hattâ günün birinde kızını vermek suretiyle kendine kayınbaba bile yaptığı Richard Wagner’in yaratmalarından alabildiğine ayrılıyordu. Çünkü Wagner, sahne eserlerinde, opera sanatının ruhu demek olan yazılı bir metne, bir vakaya, dekora, hattâ bir sürü sahne tesirine bağlanıyordu. Halbuki Franz Liszt, metinden tamamiyle kaçarak, sırf müzik yoluyla ruha müessir [etkili] olmayı tercih etmişti. Nitekim Liszt’in şu ifadesi de, kendi sanatını Wagner yaratmalarından ayıran ciheti ne güzel açığa vuruyor; Liszt, dekorlu, perspektifli sahne sanatı hakkındaki görüşlerini bize şöyle izah ediyor: “… (ne de olsa) hakiki manzaraların, hava inikâslarının [yansımalarının], (hattâ) loş bir atmosferin tarife sığmayan sihrini, sahneye olduğu gibi mal etmeye imkân yoktur; ve muhayyeleye [hayal gücümüze] fevkalâde manzaralara ulaşma imkânını veren de işte gene bu sihirdir. Sahnenin bu bakımdan olan kifayetsizliği [yetersizliği] yüzünden, (hele) muhayyelenin ulaşacağı vâzıh [açık, belirgin] hayallerin temsil sanatı ile telafi edilmek istenmesi, (biraz evvel bahsettiğimiz) hakikatlerin tahakkukuna [gerçekleşmesine] engel olacaktır ki, bütün bu temsiller, ancak hakikati hicvetmekten başka bir işe yaramayacaktır… Şu cihete de hiç şüphe etmemelidir ki, sanat, birçok ahvalde [durumda], her şeyi temsil yoluyla anlatmak, her şeyi göz önünde bulundurmak, her şeyi duygularımıza yaklaştırmak fikrinden vazgeçildiği takdirde bile, kıymetinden en ufak bir şey feda etmez; çünkü muhayyele, kendisine yaklaştırılmak istenen şeylerden çok daha fazlasını yaratmaya muktedirdir, ve dramatik bir sahneye kendi görüş zaviyesinden nüfuz etmeye çalışan dinleyiciyi, (bu suretle maruz kaldığı) vehimden, aldanıştan uzaklaştıracak olan (başka bir) hakikat yoluyla, gözünün önünde cereyan eden şeyden aksi istikamete çekmek, hiçbir zaman tehlikeyi mucip bir şey değildir. (hattâ) bazı hususlarda tahayyül, temsil imkânlarının o derece üstünde bir noktaya ulaşır ki, temsilin, aynı imkânları elde etmek arzusuyla yapacağı her teşebbüs boşuna tecrübeden başka bir şey olamaz”.
İşte bu mütalâa da gösteriyor ki, Franz Liszt, tıpkı Wagner gibi, eserlerindeki kahramanların tiplerini, ruhi temayüllerini [ruhsal eğilimlerini], Leitmotif denilen karakteristik temalarla anlatmak istiyor; fakat bütün bu işlerde, muhayyeleyi [hayal gücünü] göz yoluyla da doyurmaya çalışan Wagner’in bağlandığı sahne ve dekor tesirinden mütemadiyen [sürekli olarak] kaçıyor; sırf kulak yoluyla tahayyül teşebbüsüne dayanıyor; bu arada Wagner’de sık sık tesadüf edilen taklidi Leitmotif’lerden maada [başka], poetik Leitmotif’lere de el uzatıyor; yani bize, yalnız fırtınayı, gök gürültüsünü, şimşeğin çakmasını yahut bir harp sahnesini veya bunlara benzer, herkesin kolayca, taklit yoluyla anlayabileceği hadiseleri değil de, anlatılması, tasvir edilmesi, dekorsuz, metinsiz, perspektifsiz büsbütün güç olan poetik tahayyülleri, çeşitli ruh temayüllerini, bu meyanda aşk, hasret, tereddüt, ümit, nedamet, şikâyet yollu psikolojik anları, karakteristik temalarla bizlere yaklaştırmaya çalışıyor. Bu takdirde Beethoven’in de söylediği gibi, bu iş gene tasvirden uzaklaşıyor, bir hissin, bir şiirin ifadesi oluyor.
Nitekim Franz Liszt’in yaşadığı devirde, Senfonik Şiir diye vasıflandırılmış olan bu neviden orkestra yaratmalarının mahiyetini açığa vuran metinleri evvelden okumak suretiyle mevzuun mahiyetini anlamadan, eseri kavramaya da imkân yoktur. Binaenaleyh senfonik şiirler, bünyeleri itibariyle, ne derece tasvire dayanırsa dayansın, gene bir hissin kısmen vuzuhlaşmış [belirgin] bir sembolle ifadesidir. Yani Liszt’in kasdettiği mânâda orkestra eserleri, nevi şahsına münhasır [kendine özgü] senfonik yaratmalardan başka bir şey değildir. Eğer böyle bir eserde, muayyen bir tip veya hadise taklit yoluyla tasvir edilmek istenmiyorsa, eser alabildiğine sembolik bir ifade mahiyetinde kalır. O halde bu neviden bir yaratmaya, 18. asrın sonlarına doğru Viyana Klasikleri’nin elde ettiği şekil ve tenazur [bakışım] muhtevasına nazaran, daha ziyade dramatik ifade hakimdir. Bu neviden bir yaratmayı dinlerken, mevzuu evvelden tetkik etsek bile, eserde geçen Leitmotif’ler, yani eserin en mühim noktalarını karakterize eden, tasvire yeltenen temalar, bizleri çok kere aşk, keder, sevinç, ihtiras, nedamet ve saire gibi sırf poetik ifade unsurlarıyla da karşılaştırır. O halde hakiki senfonik şiir, tam olarak tasvir değil de, daha ziyade bir hissin ifadesidir.
Mesela Franz Liszt’in “Prelüdler” adlı senfonik eserini dinlersek, bu eserde geçen poetik ve psikolojik anları imkân nispetinde sezeriz. Bu arada ne olduğu tam olarak kestirilemeyen mefhumlar [kavramlar], dinleyiciyi, göz hissinin üstünde bir kudretle, uçsuz bucaksız bir hayal dünyasına çeker götürür. Onun içindir ki, Liszt, yukarıda aynen geçen dramatik müzik hakkındaki ifadesinde şöyle demiştir: “… hakiki manazırın, hava inikâslarının, loş atmosferin tarife sığmayan sihrini, sahneye olduğu gibi mal etmeye imkân yoktur… Sanat birçok ahvalde, her şeyi tahayyül ile anlatmak, her şeyi göz önünde bulundurmak, her şeyi duygularımıza yaklaştırmaktan vazgeçildiği takdirde bile, kıymetinden en ufak bir şey feda etmez, çünkü muhayyele kendisine yaklaştırılmak istenen şeylerden çok daha fazlasını yaratmaya muktedirdir…”.
Birçok sanat büyükleri gibi Liszt’in de hayatı oldukça fırtınalı, oldukça hareketli geçmiştir. Nitekim bu derin, bu verimli hayatın çeşitli tezahürüne, sanatkârın hemen bütün eserlerinde tesadüf etmek mümkündür. Diğer taraftan Liszt’in uzun müddet Paris’te oturması, münevver [aydın] Fransız sosyetesi ile yakından temas etmesi gibi haller de, sanatkârın yaratma idealine alabildiğine hız vermiştir. Bütün bu hadiseler meyanında, Liszt’in hayatının ikinci mühim safhası demek olan, Prenses Wittgenstein ile hatıraları, sanatkârın yaratma kudretine büsbütün orijinal bir bünye vermiştir. Hattâ bu devre içinde yazılan eserlerin hemen hepsi, sanatkârın hayatını bize en içli şekilde anlatan birer hal tercümesi mahiyetindedir.
Nitekim 1861’den, sanatkârın ölümü tarihi olan 1886 yılına kadar cereyan eden 25 senelik hadiseler de, onun dahice yaratmalarına orijinal bir bünye vermeye kâfi gelmişti. Mesela Liszt, 1861 yılında Weimar’ı terk ederek Paris’e, oradan da Roma’ya gidiyor; aynı şehirde Prenses Wittgenstein’a mülâki oluyor [katılıyor]. Bu kültürlü kadın da uzun yıllar sürüncemede kalan boşanma davasını halledip Liszt ile hayatını birleştirmek azmiyle Roma’ya gelmiştir. Fakat 22 Birinciteşrin [Ekim] 1861’de, yani Liszt’in ellinci doğum yıldönümünde, her ikisinin Roma’da evlenme törenleri yapılacağı sırada, Prensesin feci bir iftiraya kurban gitmesi, Papa’nın emriyle nikâh merasiminin durdurulması, tam 14 yıl bu günü beklemiş olan Prenses Wittgenstein’ın bu elim hadisede şeamet [uğursuzluk] sezerek Liszt ile evlenmekten tamamen vazeçmesi, bu beklenmedik vaziyet karşısında sanatkârın Roma’da ansızın ruhban mesleğine intisap etmesi, fakat kalbi sanatının bitmez tükenmez ateşiyle yanıp tutuşan bu büyük adamın, aradığı huzuru bu meslekte bile bulamaması yüzünden kendini tekrar sanat âlemine atması gibi romanesk hadiseleri, Liszt’in son ibdalarında [eserlerinde] aynen okumak mümkündür.
Gerek yaratmalarıyla, gerek yarattıklarını icra etmekteki kudretiyle, devrinin sanat muhitini yıllarca kendine bağlamış olan Franz Liszt, bütün eserlerinde “tasvirci” olmaktan daha ziyade “ifadeci” olarak kalmıştır. Liszt haleti ruhiyesinin muhassalası [ruhsal durumunun bileşkesi] demek olan bu neviden yaratmalar, aynı zamanda devrin diğer sanat büyüklerini de yetiştirmiştir. Hattâ bu eserler, Wagner gibi bir üstada bile devamlı bir ışık kaynağı olmuştur. Nitekim 1882 yıllarına doğru, hayatının ileri çağına ulaşmış bulunan Wagner, en son eseri olan Parsifal operasının doğuşunu tamamiyle Franz Liszt’e borçlu olduğunu söylemektedir. Wagner, dostlarından birine yazdığı mektupta, “… sanatının en büyük hamisi” olarak Liszt’i gösterir, “hiç kimsenin değil, yalnız Liszt’in tesiriyle sanatında yükselmiş olduğunu” açıkça itiraf eder, Wagner gibi bir dâhinin bu itirafı, Franz Liszt’in, eserlerinde “tasvirci” olmaktan çok daha ziyade “ifadeci” olduğuna şüphe bırakmaz.