“Görüş” dergisine
1930
(6.6.1869 – 4.8.1930)
Daha geçen makalemde Cosima’nın ölümünü teessürle [üzüntüyle] kaydederken, son havadisler, Wagner ailesinin mühim bir rüknü [üyesi] olan oğulları Siegfried’in de vefatı haberini veriyor.
Valdesini [Annesini] pek çabuk takip eden Siegfried, hayatının sonuna kadar Wagner sanatının sadık bir naşiri [yayıncısı] ve Bayreuth Operasının yorulmaz bir başı olarak çalıştı. Sanat âlemi henüz geçen sene Siegfried’in altmışıncı yıldönümünü tesit ediyordu [kutluyordu]. 1930 senesi Bayreuth’un -sırf onun himmetiyle- yeni ve büsbütün başka bir âlemin makesi [yankısı] olduğunu ihsas etmekte idi. Tam bu hummalı faaliyet esnasında Bayreuth semasını kara bir bulut kapladı ve Tanrıların Gururu operasının (Götterdämmerung) son provasını da muvaffakiyetle yapan Siegfried, artık ölüm yatağına düşmüştü. Maamafih ıstırapla pençeleşen bu demir irade, hastanede bile -en ince noktasına kadar uğraştığı- bu büyük operanın mütekip [daha sonraki] provalarını takiple meşguldü. Nihayet öldü, fakat iradesi Bayreuth’da yaşıyor. Bayreuth onun arzularını itmam [tamamlamak] için şimdi daha canla başla çalışıyor, Siegfried’i bundan daha asil tesit mi olur?
Tannhäuser operası evvela Siegfried’in iştirakiyle parlak bir talihe kavuşmuştu. Sanatkâr, 1891 senesindeki şarki [kuzey] Asya seyahatini müteakip Bayreuth’da en mühim vazifeyi deruhte etti. Bu iltihak [katılım], senelerden beri Bayreuth’u tek başına idare eden valdesi Cosima’ya daha başka bir ümit vermişti. Hattâ Siegfried’in sevinç ve sürurunu [neşesini] şu sözlerinden de anlamak kabildir: “Tannhäuser provaları tam yolunda idi. Ben ilk defa olarak ufak bir sahne dirijörlüğü [yönetmenliği] vazifesiyle mükelleftim [üstüme almıştım]. Valdem Tannhäuser’in temsili haberini ilan ettiği zaman her tarafta dedikodular başladı. Fakat o, bu eserin babamın kalbinde büyüttüğü bir eser olduğunu biliyordu. İkimiz de bu muhabbet ve tercihe bağlı idik. Esasen her tarafta bu eserin Bayreuth’da bir kere temsil edildiği, babamın gençlik eseri olduğu veyahut Paris için bir akt [perde] daha ilave edilmiş bir opera olduğu sözleri işitiliyordu. O halde Tannhäuser senesi kat’i bir netice senesi idi. Nihayet bahsi annem kazandı. Frau Cosima, tamamiyle yenileştirildiği için tanınmayacak kadar değişen Tannhäuser’i umulmaz bir muvaffakiyetle temsil ettirmişti. Bu ilk tecrübeyi müteakip parlak bir tebessümle hemşirem [kız kardeşim] Daniela’ya “İşte bunu Tannhäuser’e ben borçlu idim” diyordu”.
1894 senesinde Lohengrin operası da Tannhäuser kadar yükseldi. Provaların birinde dirijör gecikmişti. Frau Wagner birdenbire oğluna orkestrayı dirije etmesini, partisyona ve sahneye hemen hakim olmasını emretti. Hemşireleri heyecanla yanılmışlardı. Fakat Frau Cosima yanılır mı idi? Oğlunun provasını nihayete kadar dikkatle dinledi. Bütün orkestra azası Siegfried’deki sabır ve itimada şaşmışlardı. Prova biter bitmez etrafı dehşetli bir alkış ve yaşa feryadı kapladı. İşte o günden itibaren Siegfried annesinin bir müşaviri ve bir muavini oldu.
1896 senesinde Ring operası yirmi senelik bir sükûttan sonra tekrar temsil edilirken, Siegfried ilk defa olarak Hans Richter’in yanında dirijörlük vazifesiyle mükellefti. Hattâ kendisi bu ilk şefliğin verdiği heyecanla aynen şöyle söylemiştir: “Esrarengiz karanlıklar içinde partisyona bakarken -aşağıda muazzam orkestra, önümde koyu Rheingold derinlikleri- cesaretim biraz sarsılmıştı. Çok şükür partisyonu hemen ezbere bilmekle beraber bulanık gözlerimi notalardan uzaklaştıramıyordum. Bazen o kadar seviniyordum ki, sanki beni koruyan bir elin üzerimde dolaştığını hisseder gibi oluyordum”.
O zamandan beri Siegfried tekmil [bütün] provalarda bulundu. 1904 senesinde Tannhäuser operasının sahne tertibatı valdesi tarafından tamamiyle kendisine verildi. Hattâ 1908 senesinde Bayreuth’dan müsterihane [gönül rahatlığıyla] çekilen Frau Wagner, idareyi büyük bir emniyetle oğluna terk etti. Siegfried bu vazifeyi deruhte ettikten bir müddet sonra eser yaratmaya da başlamıştı. Birkaç tecrübeyi müteakip 1899’da Münich’te Bärenhäuter operasını kompoze etti. Esasen bu ilk eser, sanatkârın müzikal ve poetik benliğinin şahididir. Siegfried şair olarak efsane ve rivayetleri, müzisyen olarak da Weber, Lortzing ve Humperdinck’in yolunu tercih etti. Sanatkâr birkaç konser eserini müteakip on yedi büyük opera vücuda getirdi.
1876’da tesis olunan Bayreuth’un, ancak Wagner’in vücuduyla kaim [var] olduğunu zanneden sanat âlemi, Wagner’in vefatına (1883) Bayreuth’un da vefatı nazarıyla bakmıştı. Bir müddet sonra el ele veren ana oğul, bu düşüncenin tamamiyle aksini ispat etti.
Bütün dünya Siegfried’in ölümü ile yakından alâkadar oldu. Cenaze ve matem merasimine beynelmilel simalar da iştirak etti. Alman muharrirlerinden Robert Bosshart, Siegfried’in cenaze merasimindeki ihtisasatını [izlenimlerini] şu satırlarla ifade ediyor: “Ağustosun sekizinci günü, Siegfried Wagner’e vedaa münhasırdı [hasredilmişti]. O gün Bayreuth halkı sevgili hemşerilerine veda ediyorlardı. Zambak demetlerine müstağrak [gark olmuş] tabutu bir kere daha görmek için şehir kilisesi önüne toplanan halkın arkası kesilmiyordu. Kilisedeki matem âyinine iştirak için uzaktan yakından koşarak gelen Bayreuth dostları, Bayreuth misafirleri de artık ona veda ediyorlardı. Nihayet Jean Paul, Franz Liszt ve Chamberlain’in de kabirleri olan bir mezarlıkta veda! Richard Wagner’in oğlunun duvarla çevrilen kabrini büyük bir meşe gölgesiyle örtüyordu. Nihayet grupla beraber sanatkârlar, Bayreuth sanatkârları da veda ettiler.
“Büyük bahçe ıssızdı, Richard Wagner’in kabrinde tepelerden kopan serin sabah rüzgârı esiyordu. Kulelerden biri saat altıyı vurdu. -Uzaktan birdenbire Pauson sesleri aksetti. Siegfried Wagner’in cenazesi şehir kilisesine götürülüyordu.- Kısa bir zamanda Bayreuth gene ayaklanmıştı. Siyah matem bayrakları arasında ciddi bir insan kitlesi kiliseye doğru akıyordu. Herkes Siegfried Wagner’i bir kere daha görmek istiyordu.
“Bir saat sonra o Tanrı’nın Evi gene acıklı bir vedaa şahit olmuştu. O anda Profesör Rüdel idaresindeki Bayreuth korosu Sebastian Bach’ın “Ah ne boş, Ah ne geçici hayat” koralini haykırıyordu. Bayreuth sanatkârları tabutu cenaze arabasına taşıdılar. Bir tarafta büyük dirijör Toscanini gözlerini tabuta dikmişti. –Unutulmayacak bir nazar! Toscanini’nin, bazen cenaze arkasında toplanan insan kitlesine müteveccih gözleri, büyük bir münzevinin dünyaya bakışına benziyordu. Onu böyle görenler, bu adamın ölüme inanmadığını biliyorlardı. Toscanini bu derin istihalenin sırrına vakıftı. Kafile makbere doğru hareket ederken büyük bahçe gene sakinleşti. Ben bir kanepe üzerinde dalmıştım. -Bu esnada Richard Wagner’in yegâne hayatta kalan dostu Wolzogen birdenbire önümden geçti.- Yanındaki arkadaşına, doktor menettiği için kabristana kadar gidemeyeceğini söyleyen bu adamın nazarları büsbütün başka bir yerde idi, artık onun da küremizde yaşamadığını hissediyordum.”
Robert Bosshart’ın bu samimi ifadesi, Alman sanat âleminin teessürüne hakikaten tercüman olmuştur. Siegfried Wagner de öldü, fakat Bayreuth bu asil ailenin layemut [öşümsüz] bir eseri olarak yaşayacaktır.
Ankara – 1/10/1930 Muallim Cevat Memduh