
“Ülkemiz” dergisine verildi.
Temmuz 1968
“Ülkemiz” dergisi
Sayı 26
Temmuz 1968
Cevad Memduh Altar
Sanat eserinin meydana gelmesini sağlayan temel etkenlerin en aşında “duygu” ile “istek”in geldiği bilginlerce kabul edilir. Bu iki yaratıcı faktörden insanda hangisinin daha önce belirmesi gerekeceği konusu da düşünürleri uzun süre ilgilendirmiştir. Duygulanma sonucu eser verme halinin ilham yoluyla meydana gelebileceği göz önüne alınırsa, yaratma isteğinin en son beliren bir iç eylem olduğu kanısı daha ağır basmaktadır. Bununla beraber istek olmayınca ilham, dolayısıyla duygulanma hallerinin de olmaması gerekeceği tezini savunanlar da az değildir. Kesin olarak bilinen bir yön varsa o da, sanat eseri yaratabilmenin, insanın tek taraflı olarak düşünme ve isteme güçlerini harekete geçirmesiyle mümkün olamayacağıdır. Bu böyle olunca, sanat eserini yaratmada yalnız ve yalnız duyabilme gücünün ana faktör olacağı kanısı daha şanslı görünür.
Sanatın yaratılışını sağlamada büyük rolü olan “istek” ile, günlük hayatın akışı içinde türlü sebeplerle karşılaşılan “istek” arasındaki farkın da belirtilmesi gerekir. Sanattaki güzelin ve güzelliğin dayandığı sebep, şart ve kaynakları araştıran estetlerin değindiği “istek”, insanı ve bu arada tabiatıyla sanatçıyı, ideal ve güzel olan bir şeyi yaratmaya ansızın iten istektir. Özelikle sanatçıda birdenbire baş gösteren bu çeşit istekte, bir eser yaratmayı mümkün kılacak hale geçişin esprisi vardır. İşte bu türlü isteği, sanat eleştirici ve yazarları “saf istek” terimiyle olağan istekten ayırt ediyorlar. Müspet ilimlerle ilgili üstün değerdeki araştırma ve buluşlara da sonuç olan Saf İstek, sanatın gerektirdiği Saf İsteğe karşılık, uzunca bir düşünce, kanı, tasarı ve netice ön-dönemini gerektirmektedir. Bu önemli gerçek, sanatların, yaratılışlarından önce aynı türden bir gelişim ön-döneminden yoksun olmaları gerekeceği anlamına gelmektedir. Müspet ilimlerin zorunlu kıldığı hazırlık ön-dönemi, işin bilimsel yönünü meydana getirmektedir ki, bu yön, sanat yaratışlarında, uygulama, teknik, sistem ve metod açılarından, mutlaka duygu, sezi ve ilhamdan sonra gerekmektedir.
Günlük hayatın gerektirdiği olağan isteğin açıklanmasına gelince:
17. yüzyılın ünlü filozofu Spinoza (1632-1677), bu isteği şöyle bir yoruma bağlamıştır: “İnsanın, daha az olgunluktan daha çok olgunluğa kavuşabilme çabası”. Bu yorum, olağan istekle sanat yaratışlarına temel olan Saf İstek arasındaki farkı açıkça ortaya koymaktadır.
Sanat eserini yaratmada, geçmiş deneylerin meydana getirdiği bilimsel faktörler, sanatların müspet ilim yönleridir. Sanatta ilham ve seziş güçlerinden sonra gelen uygulama döneminde, ancak müspet ilmin milletlerarası değerdeki ortak tekniğinden yararlanarak eserler realize edilebilirler.
İlham ya da seziş prosedürü, yalnız sanat yaratışlarında rastlanan ve işin yukarıda belirtilen bilimsel yönü ile ön planda ilgisi olmayan bir duygulanış ânına dayanmaktadır. Bu konu üzerinde önemle durmuş olan filozof Lessing (1729-1781), ilhamı sanatta her şeyin başı olarak tanırken, filozof Kant (1724-1804), sanatta yalnız aklı, yani düşünebilme gücünü hareket noktası olarak tanımıştır, ve aklın insanda duyma ve isteme hallerine de öncülük etmesi gerektiğini savunmuştur. Kant’a göre, insanın bir şeyi aklıyla var edebilmesi hali, her şeyden önce aklın kendi hüviyetine tam olarak sahip olabilmesi inancının belirmesiyle başlar; ve insan ancak böylesine bir inancın ortaya çıkmasıyla, isteme, duyma ya da duygulanma güçlerini elde eder ve sanatta ancak bu yoldan aktif bir rol oynayabilir. O halde Kant’a göre, insanda, aklın tam anlamıyla hür olduğu inancı belirmedikçe, sezi ve ilham da olmaz; ve bunlar olmadıkça da sanat eseri yaratılamaz.
Filozof Kant’ın yukarıda yorumlanan aklın hürriyeti prensibi, bugün bile gerçek sanatı yaratmada temel faktör olmanın önemini taşımaktadır. Çünkü aklın hürriyetine dayalı seziş, duygu ve istekten yoksun olarak meydana gelen sanatları gereği gibi vasıflandıran, İkinci Dünya Savaşından kalma bir terim, bugün bile aktüel değerinden hiçbir şey kaybetmemiştir; ve bu terim “güdümlü sanat” terimidir. Burada, sanat yaratıcısını başkalarının gütmesiyle, sanatçının çapraşık ve dolambaçlı telkinlerin baskısı altında kendi kendini gütmesi aynı şeydir.
Hür ve değerli yaratışlara her zaman imkân veren idealizmanın üstün bir örneğini, şair Schiller’in bir yorumunda izlemek mümkündür. Schiller şöyle demiştir: “… Aklın, kendi yetki ve gücüne sahip olarak ileri hürriyete kavuşmasından doğan ruh haletini, gerçek bir sanat eserinin insanın varlığından kopup ayrıldığı bir an olarak kabul etmemiz gerekir!”. Demek ki Schiller’e göre kişi, bir de doğuştan sanatçı yaratılmış oldu mu, söz konusu sanat eseri insanın varlığında belirdikten sonra kopup kaybolmayacak, aksine sanatçının varlığında açıkça belirerek hayatı idrak edecek, millî kültüre mal olacak, millî kültürün milletlerarası planda layık olduğu yeri eşit seviye ve hakla elde edebilmesi imkânını da sağlamış olacaktır. Bu da gösteriyor ki, aklın hürriyeti, her insanda sanat eseri yaratabilme gücüne bile ortam oluyor.
Zaman ne kadar değişse, görüş ve kanı faktörlerini çeşitli yönlerden ne kadar etkileyip değiştirse de, ilme ve sanata temel olan bilgi ve sezi hallerinin, iki temel kaynaktan beslenip güçlenmesi gerçeğini aksi yönden etkileyemez. Bu iki değişmez faktörden biri akıl, diğeri de duygudur. Kurulmuş düzenleri kökünden yıkmış oldukları inancı ile, yeni ve daha üstün eserleri ortaya koymuş olduklarını sananlar bile, gene aynı prosedürü, bilgisiz ve yetkisiz olarak takip etmiş olduklarının farkında bile değildirler. Bu takdirde akıl ve duygu güçleri, temelden ve özlü geleneklerden yoksun olarak yaratma fonksiyonunu zorlamış oluyor ve bundan da ancak cılız, zayıf, çelimsiz ve fayda verme esprisinden yoksun bir verim elde ediliyor. Eğer gerçek yaratma bu yoldan elde edilseydi, sanatın da bir tarihi olur muydu? Nitekim tarih, insanlığın hayat dramındaki zirvelerin objektif yorum ve yargılarıdır. Bu böyle olunca da gene aynı gerçeğe bağlı olan ilmin ve sanatın tarihleri de, millî ve milletlerarası değerdeki buluş ve yaratış hamlelerinin zirve, yorum ve neticeleri olma niteliğindedir. O halde insanlık tarihinin medeniyet yönünden yardımcı kolu olan sanatın tarihinde yer alabilen sanat eserleri ve sanatçıları gerçek duyguya ve bilgiye dayanan dört başı mamur kişiler ve yaratışlardır ve sanatın tarihine mal olamamış kişiler ve eserler ise, gereksiz zorlamaların fireleri olma durumundadırlar.
Sanat tarihi ile estetik yorum ve yargıları bulan insanoğlunun örnek yaratışlarının yanı başında, fire nevinden özentilerin de belirmesi kadar tabii bir şey olamaz. Ancak zamanla elde edilen objektif ölçüdeki düşünce, kanı ve yargı iledir ki, sanat eserlerinin değerlilerini değersizlerinden ayırt edebilme imkânı sağlanabilmiştir. Sanat Tarihleri ve sırf gerçek değerlere yer veren müzeler ile koleksiyonlar ancak bu sayede seviyeli eserleri bir araya getirebilmişlerdir. Bununla beraber, zamanın akışı içinde, değersizin değerliye yaptığı baskılarla karşılaşmamaya da imkân yoktur. Kaldı ki insanoğlunun objektif ölçü ve yargı kıstaslarından yoksun kalmamış olduğu ve bundan böyle de kalmayacağı, ferahlık veren bir gerçek olmanın önemini taşımaktadır Yüzyıllar boyunca ancak böylelikle doğru eğriden, güzel çirkinden ayırt edilmiş, objektif yorum ve yargının gelişip olgunlaşması imkânı gene bu yoldan sağlanabilmiştir.