1947
Cevad Memduh Altar
Sanatkâr, çok kere kendini yaşadığı devre beğendirememiştir. Bazı sanat adamları da, aradıkları sevgiyi, yaşadıkları devir içinde tamamen elde edebilmenin zevkine varmışlardır. Bu tip sanatkâra misal olarak en başta Beethoven’i gösterebiliriz. Richard Wagner ise, zamanında bazen sevildiği için neşelenmiş, bazen de muhitin sanatına gösterdiği ilgisizlik yüzünden içten sarsılmıştır. Hattá geçen yüzyılın ortalarında Rienzi, Uçan Hollandalı, Lohengrin, Rheingold gibi henüz yarı klasik sayılabilecek eserlerle Orta Avrupa sahne sanatında inkılap yapmayı göze almış olan Wagner, ileri yaşlarda daha önemli inkılaplara doğru yaptığı hamleler yüzünden mütemadiyen tenkit edilmiştir [sürekli eleştirilmiştir]. Hiç kimse, hattâ bu arada devrin estetik anlayışı üzerinde tesirleri eksik olmayan tanınmış fikir adamlarından bazıları bile, yanı başlarında olup biten Wagner inkılabının önemini takdir edecek durumda değildi. Esasen o sıralarda bütün Batı dünyası, sosyal ve politik bir mücadelenin ıstırabıyla kıvranıp duruyordu. Hürriyet ve emperyalizm fikirlerinin çarpışmasından doğan yeis ve ümitsizlik içinde bir şeyler yapmaya çalışan sanat adamları, geçmişten alabildiğine uzaklaşıyorlar, hale [yaşadıkları zamana] yaranamıyorlar, geleceğe yönelmiş fikirlerine de kimseyi inandıramıyorlardı. Fakat bütün bu karmakarışıklık içinde, büyük bestekâr Richard Wagner, sanatında dilediği yeniliği yapmış, hattâ devrinin ileri gelen sanat adamları arasında Brahms gibi bir muarızı [muhalifi] olduğu halde, mücadeleden çekinmemişti.
Bütün yaratmalarında inkılapçı olmaktan ziyade ihtilalci diye tanınan Wagner’in yolunu hiç kimse takip edemediği içindir ki, sanatkârın müzik yaratmalarına getirdiği yenilikler, hakikatte yalnız kendi şahsına inhisar etmiş [sınırlı kalmış] ve bundan dolayı ona inkılapçı değil ihtilalci demişlerdi. Nitekim eserlerinde şiir ile müziği bir bütün halinde yaratan Wagner’i hiç kimse taklide cesaret edemedi. Bu suretle Wagner, sanatın sinir harbinde yorulmadan savaşmış, müzikseverlerin mühim bir kısmını kendi safına çekip almaya muvaffak olmuştu.
Wagner devrinin fikir spekülasyonları içinde ön planı işgal eden iki filozof vardı ki, bunlardan biri, dünyayı karanlık gören filozof Schopenhauer, öteki de insanın ancak insanüstü bir varlığı elde edebilmesinde kurtuluşu gören filozof Nietzsche idi. Hayatları boyunca müzik sanatına çok bağlı kalmış olan bu iki filozof, Wagner sanatını ya az anladılar yahut da anlama fırsatını elde edemediler.
1852 yılı, Wagner’in “Yüzük” (Ring – Niebelungen’in Yüzüğü) adlı masalının metnini manzum olarak yazıp bitirdiği yıldı. “Rheingold”, “Walküre”, “Siegfried” ve “İlahların Sonu” adlarını taşıyan dört ayrı kısmın birleşmesiyle meydana gelen yüzük masalını Wagner aynı zamanda “Tetralogie” [Dörtleme] diye de adlandırmıştı. Diğer taraftan Wagner, bu büyük sahne eserini meydana getirinceye kadar yarattığı eserlerde, az çok insan tipini idealize etmiş, fakat “Niebelungen’in Yüzüğü” masalında büsbütün “insanüstü” mevzuuna el uzatmış ve onun için antikrist filozof Nietzsche tarafından çok takdir edilmişti. Nitekim Hıristiyanî bir felsefe üzerine kurulmuş olan “Parsifal” operası, Nietzsche’nin günün birinde Wagner’i tamamen inkâr etmesini mucip oldu [neden oldu].
Richard Wagner’in “Yüzük” operasında asıl dikkati çeken şey, bütün eserlerinde ilahlarla insanoğlunu yahut da esatiri [efsanevi] tipleri kahraman olarak ele alan sanatkârın, bu yaratmasında cansız bir şeyi, yani bir yüzüğü eserine kahraman yapmasıdır. Bu büyük masalın diğer kahramanları arasında en önemli yeri işgal eden mini mini bir yüzük, Cüceler Kralı Niebelungen’e aittir. Bu yüzük, eserin devamı boyunca sırf bir ihtiras sembolü olarak kahramanlar arasına katılmaktadır. Wotan, insanoğlunun ihtiraslarına özenen bir ilahtır. Yarı ilah Siegfried, bir kurtarıcıdır. Siedfried’in sevgilisi Brünnhilde, hakiki sevgiyi ve feragati remzetmektedir [simgelemektedir].
“Yüzük” operasının mahiyetini çok iyi anlamış olan filozof Nietzsche, bu özlü eseri bizlere şu cümlelerle anlatmaya çalışmaktadır: “Yüzük masalında trajedinin kahramanı bir ilahtır (Wotan). Bu ilah, kâinatın kudretine susamıştır. Halbuki bu kudreti elde edebilmek, ancak Cüceler Kralı Niebelungen’in yüzüğünü ele geçirmekle mümkündür. Wotan, bu kudreti elde etme yolunda neye başvurmuşsa birtakım taahhütlere bağlanmış, bunun neticesi olarak hürriyetini kaybetmiş, aradığı kudretin lanetine bizzat uğramıştır. Wotan, kendisini bütün kudretlere ulaştıracak olan, düşmanlarının elinde bulunması hayatı için büyük bir tehlike teşkil eden altın yüzüğü elde edebilecek bir vasıtaya artık malik olamayacağını hissettiği anda, hürriyetini de kaybetmiş olduğunu anlamakta gecikmez. Bu durum karşısında Wotan, sonunun yaklaştığını görmekle sarsılmış, hattâ hadiselere yalnız seyirci kalmakla bu felaketi önleyemeyeceğini anlayan Wotan, müthiş bir ümitsizliğe de düşmüştür.
“Artık Wotan bütün ümidini, günün birinde hür, yılmaz bir insanoğlunun çıkacağına, bu insanın onun rehberliğine ve himayesine muhtaç olmadan, ilahların kurduğu nizamları bozan kuvvetlerle boğuşacağına, evvelce kendisinin yapamadığı şeyleri bu insanoğlunun yapıp tamamlayacağına bağlanmıştır. Diğer taraftan böyle bir insanı bir türlü göremeyen Wotan, ruhunda yeniden baş gösteren her ümidin arkasından, esiri olduğu lanete büsbütün boyun eğmek zorunda kalmış, elinde en güzel şeyler mahvolmuş, bu felaket onun şefkat hislerini bile sarsmıştır.
“Nihayet Wotan kendini bu fena duruma sokan, elinden hürriyetini almış olan ihtirastan nefret etmiş, fakat bu neticeye ulaşıncaya kadar da iradesini tüketmiştir. Artık Wotan kendisini öteden beri tehdit eden sonu bizzat istemektedir. Ne çare ki Wotan’ın ilk arzusu tam bu sırada yerine gelir; hür, hiçbir şeyden korkusu olmayan insanoğlu, yani Siegfried o anda görünür. Siegfried mutat insan tipinin üstünde bir insandır. Esasen onu dünyaya getiren ana ve baba da, yeryüzünde tabiat ve ahlak nizamlarına karşı duran bir kuvvetin mevcudiyeti karşısında acı duymuş, bu yüzden mahvolup gitmiştir; yalnız Siegfried hayatta kalmıştır.
“Nihayet Siegfried’deki bu fevkalade oluşum ve gelişmenin önemini anlayan Wotan’ın ruhundaki nefret hisleri hemen kaybolur ve Wotan bu özlediği kahramanın kaderini, derin bir babalık şefkat ve endişesi içinde bizzat seyretmeye koyulur. Wotan, Siegfried’in örs başında kılıncını nasıl dövdüğünü, ejderhayı nasıl öldürdüğünü, yüzüğü nasıl ele geçirdiğini, en korkunç hilelerden nasıl kurtulduğunu, Brünnhilde’yi nasıl uyandırdığını, fakat yüzükteki lanetin günün birinde Siegfried’e de sirayet ettiğini ve bu lanetin Siegfried’e nasıl yaklaştığını, kalbi sadakatle dolu olan Siegfried’in bu lanetin tesiriyle nasıl sadakatten uzaklaştığını, kendisine derin bir sevgi ile bağlı olan âşığını kıran Siegfried’in bir günah tülüne nasıl büründüğünü ve bir güneş gibi doğan Siegfried’in gene bir güneş gibi battığını ve bütün bir göğü kıpkızıl ederek dünyayı lanetten nasıl kurtardığını hayretle seyreder.”
Görülüyor ki filozof Nietzsche, Richard Wagner’in Yüzük masalını yerinde bir anlayışla incelemiş ve Wagner sanatının kendi insanüstü felsefesine olan yakınlığını çok isabetli bir görüşle tahlil etmiştir.
Hayatının sonlarına doğru, bazı fikir ve sanat adamlarında olduğu gibi, metafizik tahayyülden Hıristiyanî tasavvufa iltica eden Wagner, antikrist bir filozof olan Nietzsche’yi bu hareketiyle müteessir etmiş olacak ki, filozof, Wagner sanatını bir anda inkâr etmiştir. Hattâ Yüzük masalındaki esrarı vaktiyle heyecanla çözmeye çalışmış olan Nietzsche ile Parsifal operasını hazmedemeyen Nietzsche arasında geniş bir uçurum da açılmıştır. Onun içindir ki, Parsifal’in yazıldığı yıllara doğru Nietzsche, Carmen operasının bestekârı Bizet’yi Wagner’e rakip tanımış ve Bizet sanatını Akdeniz müziği diye vasıflandırmıştır.
Bu suretle gençliğinde ancak Wagner’in Tristan operasını piyanoda baştan aşağı çalmakla Wagner sanatı karşısında duyduğu heyecanı tatmin edebilmiş olan bu ateşli filozof, ileri yaşlarda Wagner sanatı hakkında verdiği hükümde ister istemez tezada düşmüştür. Vaktiyle Siegfried gibi insanüstü bir kahramanı şiddetle alkışlamış olan pesimist ve antikrist filozof, hayatının son senelerinde bütün servetiyle hükümdarlara bile rakip görünen Wagner’e belki de bilerek cephe almış oluyordu. Çünkü Nietzsche’nin vaktiyle taparcasına sevdiği Wagner, bir zamanlar Paris’teki mücadele yıllarından gururla bahseden, siyasi bir hadiseden dolayı İsviçre’ye kaçarak Zürih’te imkânsızlık içinde mücadelesine devam eden Wagner idi.
Richard Wagner, yalnız Nietzsche’ye değil, devrin bedbin filozofu Schopenhauer’e de yaranamamıştı. Bu filozof da, bir vakitler sanat dünyasının Beethoven’e tercih ettiği İtalyan bestekârı Rossini’ye bağlanmıştı. Halbuki Wagner, optimist filozof Feuerbach felsefesine nüfuz ettikten sonra, Schopenhauer’e yaklaşmış, onun bedbin görüşlerini, “aşk ve refagat yoluyla kurtuluş” felsefesi içinde müspet bir neticeye ulaştırabileceğine inanmıştı. Hattâ “Niebelungen’in Yüzüğü” masalını, bu yolda bir görüşün sanatta tezahürü olarak vasıflandırmak da mümkündü. Aynı zamanda bir müzik amatörü olan Schopenhauer, her nedense Wagner sanatının mahiyetini anlayacak durumda değildi. Çünkü filozof, klasik sanat olarak Mozart yaratmalarına hayran oluyordu; müzik alanında mühim bir yenilik olarak kabul ettiği Rossini sanatı ise, ona alabildiğine heyecan veriyordu. Diğer taraftan hayatı çok karanlık gören bu pesimist filozof için, ruhen özlenen halâsa [kurtuluşa] kavuşmak, ancak müziği sevmek ve anlamakla mümkündü.
Richard Wagner, 1854 yılında 41 yaşını idrak ettikten sonra, yaratma ihtirasını tatmin için her çareye başvurmuş, devamlı olarak gelişmesini sağlayacak temasları ihmal etmemişti. Sanatkârın yolu günün birinde Frankfurt’a düştü. Wagner, daha yolda iken, öteden beri bu şehirde oturan ihtiyar filozof Schopenhauer’i ziyaret etmeyi aklına koymuştu. Fakat her nedense Wagner’e ansızın musallat olan acayip bir çekingenlik, genç sanatkârı filozofun kapısından geri çevirmeye kâfi geldi. Böylece Wagner, çok sevdiği Schopenhauer’le hayatı boyunca karşılaşmadı. Acaba Wagner gibi mücadeleci bir sanat adamının Frankfurt’ta Schopenhauer’in kapısından dönmesine sebep olan şey ne idi?
Richard Wagner, 1854 yılında meydana getirdiği “Niebelungen” şiirinin bir nüshasını, üzerinde “Hürmet ve şükranla” ibaresi yazılı olarak, filozof Schopenhauer’e göndermişti. Filozof bu şiiri okudu. Hattâ sayfa kenarlarına kendi düşüncelerini yazmayı da unutmadı. Fakat Schopenhauer, büyük sanat adamının kendisine gösterdiği bu yakınlığı uzun zaman cevapsız bırakmış ve tam bir sene sonra arkadaşı Dr. Wille vasıtasıyla Wagner’e şöyle bir haber göndermekten de çekinmemişti: “Dostunuz Wagner’e Niebelungen şiirini gönderdiğinden dolayı benim namıma teşekkür ediniz, bana kalırsa o müzikten vazgeçsin, onun daha çok şiir yazmaya istidadı var. Ben Schopenhauer, Rossini’ye ve Mozart’a sadık kalmaya ahdettim!”. Belki de Wagner’i Frankfurt’ta filozofun kapısından çeviren şey, Schopenhauer’ın bir dostu vasıtasıyla Wagner’e söylediği bu sözlerdi. Halbuki bu sözler, sanatkârın filozofa olan sevgisini büsbütün çoğaltmıştı. Aradan epey zaman geçtikten sonra Schopenhauer de öldü. Wagner bütün kalbiyle bağlı olduğu Beethoven için günün birinde neşrettiği uzun bir yazıda, Schopenhauer’i heyecanla ele aldı; filozofun müzik hakkındaki görüşlerine olan bağlılığını bu yazıda olduğu gibi açıkladı.
Görülüyor ki, geçen yüzyılın iki filozofu Schopenhauer ve Nietzsche, Wagner sanatını layıkıyla anlamadıktan maada, bu sanatın geleceği hakkında az çok fikir yormayı da akıllarından geçirmemişlerdir. Muhakkak ki bu anlaşmazlık da insanlığın tefekkür tarihinde sık sık karşılaşılan anlaşmazlıklardan başka bir şey değildi. Schopenhauer ve Nietzsche, hayatı uzun boylu inceledikten sonra, kendilerince müspet bir neticeye varamadıkları için bedbin görünmek mecburiyetinde kalmış olan filozoflardı. Halbuki Wagner, Parsifal’e kadar verdiği eserlerde, devamlı surette metafiziğe kaçmış, ruhen kurtuluşu ancak öz sevgide bulabilmiş, bütün kahramanlarında ilahtan, insanüstünden aşağı inmemiş, hele son eseri olan Parsifal’de ansızın Hıristiyanî bir tasavvufa intikal edivermiştir. O halde Nietzsche ile Wagner arasındaki anlaşmazlık sebebinin, daha evvel de söylediğimiz gibi, felsefi kanaatler arasında baş gösteren ayrılıkta aranması lazım geleceği tabiidir. Fakat Schopenhauer’in Wagner sanatına gösterdiği ilgisizliğin sebebini, felsefi kanaatlerden ziyade, Schopenhauer’in müzikte belki de fazla amatör kalmasında veya sanat alanında değişmez kanaatler elde eden ihtiyar filozof tarafından Wagner yaratmalarının çok modern bir sanat telakki edilmiş olmasında aramak doğru olur.
Zamanımızdaki Wagner telakkisine gelince: Bugün artık Wagner sanatı aleyhinde bir kanaatin pek o kadar mevcut olmadığına bakılırsa, geçen asrın sonlarına doğru sanat dünyasını devamlı surette meşgul etmiş olan Wagner probleminin zamanla bu büyük adamın lehine çözülmüş olduğu kendiliğinden anlaşılır.