Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİMAKALELER

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

Radyo Dergisi
Sayı: 45
1 Eylül 1945

 

NASIL HEYECANLANIYORLAR?

Cevad Memduh Altar

            Sanat her zaman sanattır; her zaman için aynı zevkle gözden geçirilebilir; fakat bu işte duyulan heyecan devir devir değişebilir. Yüzyıllar arasında geçen iki yüzyıl kadar sanat heyecanına yer veren devrin gelmemiş olduğuna inanmak hata sayılmaz. Rönesans, 15. yüzyılda insan heyecanını istismar etmeye başlamış, romantik devir, tam yüz yıl önceki yaratma zevkini sırf aşırı bir heyecanla tatmin edebilmiştir. Onun içindir ki, Chopin’ler, George Sand’lar, Liszt’ler, Musset’ler, insan heyecanına o zamana kadar görülmemiş şekilde hız vermişler, hele devrin E.T.A.Hoffmann çapındaki fikir adamları, sanat için hiçbir devirde söylenmemiş şeyleri söylemişlerdir.

            Bakınız, geçen yüzyılın tanınmış sanat tenkitçisi Hoffmann, devrinin en büyük müzik üstadıyla olan ilk karşılaşmasını bizlere ne derin bir heyecanla naklediyor. Şimdi hadiseyi, Hoffmann’ın 1809’da yazılmış olan hatıratından kısaca dinleyelim: “… Berlin’de sonbahar, bazen çok güzel geçen birkaç günle nihayete erer. Bulutların arasından sevimli yüzünü gösteren güneş, sokaklarda esen ılık havanın rutubetini çabucak buhar haline getirir. Sonra, yollarda Pazar kıyafetleriyle binbir renk içinde, çoluğuyla çocuğuyla akıp giden orta hallilerden, zengin kimselerden, rahiplerden, Yahudi kızlarından, genç hukuk mezunlarından, profesörlerden, terzi kızlardan, dansözlerden, subaylardan, velhasıl her meslek erbabından teşekkül eden bir sürü insanın akıp gittiği görülür. Çok geçmeden Klaus’un ve Weber’in gazinoları insanla dolar. Bir tarafta Havuç Kahvesi’nin çıkardığı duman etrafı sararken, zarif giyimli insanlar sigaralarını yakar, herkes birbiriyle konuşur, harp hakkında, sulh hakkında çekişmeler olur. Madam Bethmann’ın pabucu gri renkte miydi, yoksa yeşil miydi diye münakaşalar yapılır. Nihayet bütün bu gürültü Fanchon’un bestelediği bir aryanın sesleri arasına karışır; bu esnada akordu bozulmuş bir harpa ile, kötü akort edilmiş bir çift keman, vereme tutulmuşa benzeyen bir flüt, ıspazmoz geçirmişçesine inleyen bir fagot, hem çalanı, hem dinleyeni izaç etmekten geri kalmaz. Weber’in gazinosunu Heerstrasse’den ayıran parmaklığın tam önünde bir sürü küçük yuvarlak masa ile bahçe iskemlesi durmaktadır. İşte yalnız burada, nefes almak, geleni gideni seyretmek, o kötü orkestranın kakofonik gürültüsünden uzak kalmak mümkündür. Şimdi ben de kendimi, her an kolayca değişebilen hülyalarımın seyrine bırakmış bir halde aynı yerde oturuyorum; bu hülyalar, beni tanıdığım simalarla karşılaştırıyor, onlarla ilim hakkında, sanat hakkında, velhasıl insan için en çok değeri olan şeyler üzerinde konuşuyorum. Zamanla, önümden geçen insan kalabalığı, gitgide daha karışık, daha renkli bir kütle halinde akmaya başlıyor; fakat ne beni, ne de hayalimde bir araya toplamaya muvaffak olduğum insanları, herhangi bir şeyin rahatsız etmesi mümkün değil. Yalnız, alabildiğine aşağılık bir valsin tahammül edilemeyen triosu dalıp gittiğim hülya âleminden beni bir aralık çekip çıkarıyor, şimdi artık keman ile flütün tizlerde dolaşan keskin sesini, fagotun basso tutan gacırtılı sesini işitiyorum; birbirlerine sımsıkı sarılmış olan bu sesler, kulağı tırmalayan oktav aralıkları içinde bir aşağı, bir yukarı inip çıkıyor; nihayet öyle bir an geliyor ki, hiç de elimde olmadan, canı yanmış bir insan gibi şöyle haykırıyorum: “Ne kuru gürültü! Hele bu iğrenç oktavlar!”. Tam o esnada yanı başımda şöyle bir mırıldanma işitiyorum: “Şu feci talihe bak! Gene bir oktav meraklısıyla karşılaştık!”. Ancak başımı kaldırıp baktığım zaman anlıyorum ki, işgal ettiğim masaya haberim olmadan oturmuş olan bir zat, gözlerini bana dikmiş ve gözlerimi onunkilerden ayırmama da artık imkân yok: hayatımda karşılaştığım hiçbir baş, hiçbir endam, benim üzerimde bu adamınki kadar çabuk, bu adamınki kadar derin bir tesir yapamamıştır. Ucu hafifçe aşağıya kıvrılan burnu, vahşi olduğu kadar gençlik ateşinin aleviyle de (ki bu zatı ellilik tahmin etmiştim) parlamakta olan gözlerlini çeviren sık ve yarı ağarmış kaşların üstünde, geniş ve açık bir alınla nihayetleniyor. Hafif bir surette şekillenmiş olan çene, ağzın kapalıyken arz ettiği biçime ender bir tezat teşkil ediyor ve aşağı sarkmış yanakların yaptığı dikkate değer bir adale oyunundan meydana gelen alaylı bir gülümseme ise, alın nahiyesinde hissedilen derin ve melankolik ciddiliğe dayanan bir gülümsemeye benziyor. Yalnız ağarmış birkaç saç demeti, başın yanlarında birdenbire biten iki kocaman kulağını arkasına sarkmış, iri ne narin bedeni, geniş, modern bir ceket örtüyor. Bu zat kendisine baktığımı görünce, gözlerini aşağıya çevirdi… Bir aralık müzik bitmişti, onunla mutlaka konuşmak ihtiyacını hissettim. “Çok şükür müzik bitti; tahammül edilir şey değildi” dedim; ihtiyar bana çabucak baktı… Sonra ben söze tekrar devam ettim: “Hiç çalmasalar daha iyi ederlerdi; siz de bu fikirde değil misiniz?” dedim. “Benim hiçbir fikrim yok, siz müzisyensiniz, bu mesleği tanıyorsunuz…” dedi. “Yanılıyorsunuz, bu söylediklerinizin hiçbir varit değil” dedim… Birdenbire “Sahi mi?!” demesi, dikkat nazarımı çekti. Ayağa kalktı, yavaş yavaş, düşüne düşüne, müzisyenlere doğru yürümeye başladı. Bu esnada gözlerini bazen ta yükseklere dikiyor, sanki hatıralarını uyandırmaya çalışan bir insan edasıyla, arada sırada eliyle alnına vuruyordu. Derken müzisyenlerle konuştu, kendisine çok hürmet ediliyordu. Geri dönmüş ve yerine henüz oturmuştu ki, orkestra “İphigenia in Aulis” operasının uvertürünü çalmaya başladı”.

            Hâtıratının biraz evvel dinlediğimiz kısmında, uvertürün devamı boyunca, tanımadığı zatın takındığı tavırları, yaptığı jestleri, velhasıl “İphigenia in Aulis” operasının uvertürünü uzaktan eliyle, ayağıyla yaptığı garip hareketlerle idare etmeye çalışmasını kendine mahsus bir üslûp içinde tasvir eden Hoffmann, biraz sonra sözlerine şöyle devam etmektedir: “… Uvertür bitmişti, karşımdaki zat gözlerini yummuş, kollarını yanına salıvermiş olarak yerine oturdu. Bu haliyle sanki büyük bir gayret sarf ettiği için yorulmuş birine benziyordu: Önündeki şarap şişesi boştu. Kadehini bir aralık kendime ısmarladığım Bourgond şarabıyla doldurdum. Derince nefes aldı; sanki gördüğü rüyanın tesirinden kurtulmaya çalışan bir insana benziyordu. Kadehimi kaldırdım, uysallıkla mukabele etti. Ağzına kadar dolu olan kadehi bir yudumda boşalttı ve yüksek sesle, “Uvertürün çalınış tarzı doğrusu beni memnun etti! Orkestra tam bir birlik gösterdi!” dedi. Ben hemen söze atıldım ve adamcağızın ağzından son kelime henüz çıkmıştı ki: “Fakat bu çalış, canlı renklerle yaratılmış bir üstat eserinin, cılız çizgilerle ifadesinden başka bir şey değil” dedim. Daha sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti: “Her halde yanılmıyorum değil mi? Siz Berlinli değilsiniz!” “Hayır değilim. Buraya arada sırada gelirim.” “Burgond şarabı da güzel; fakat hava serinledi.” “Öyleyse içeri girelim de şişeyi odada boşaltalım.” “Doğrusu yerinde bir teklif. Sizi tanımıyorum. Maamafih siz de beni tanımıyorsunuz. Birbirimizin ismini öğrenmek için bir sebep de yok. Hattâ şu sırada isim öğrenmekten daha sıkıcı ne olabilir? Hele bedava Burgond şarabını da bulduktan sonra, karşılıklı oturup, keyif çatıp rahat etmeyip ne yapacağız?””.

            Hoffmann, hâtıratının bu kısmında da tanımadığı muhatabının esrar dolu sözlerini tam bir heyecanla anlatırken, ne karşısındakinin kim olduğunu tanımak, ne kendi şahsını muhatabına tanıtmak için en ufak bir arzu izhar etmiyor [göstermiyor], meçhul adamın öz sanat eserlerinin nasıl yaratıldığını, bu eserlerin nasıl meydana getirilmekte olduğunu izah yollu söylediği sözleri sabırla, sükûnetle dinlemiş olduğunu anlatıyor ve sözü gene muhatabına veriyor. Bakınız, meçhul adam neler söylüyor:  “…Evet, insan dimağını zorlayan binlerce duyuş, binlerce seziş nasıl oluyor da sanatla ifade edilebiliyor! Geniş bir cadde tasavvur ediniz: bu cadde üzerinde herkes, bir istikamete doğru yürüyor, koşuyor; bunlardan bazıları “Tanrının nimetine mazhar olduk! Artık hedefe ulaştık!” diye neşeyle haykırıyor. Nihayet fildişi bir kapıdan bir hülya âlemine giriliyor. Fakat ne gariptir ki, bu kapı kendini az kimselere gösterebiliyor. Hattâ bu kapının altından geçebilmek daha az kimselere müyesser [nasip] oluyor! …Ben kendim hülya âlemine daldığım vakit, binbir korku ve ıstırabın verdiği azapla kıvrandım! Vakit gece idi, o sonsuz rüya içinde üzerime saldıran, beni kâh denizlerin dibine çeken, kâh göklere çıkaran o korkunç hayaletlerin yaptıklarından büsbütün ürkmüştüm. Bir aralık gecenin karanlığı içinde birtakım ışık dalgaları göründü. Bu dalgalar, beni tatlı bir anlayışla saran ses dalgalarından başka bir şey değildi. Bu ıstıraplı rüyadan uyandığım vakit, kendimi iri ve parlak bir gözle karşı karşıya buldum. Bu göz bir orgu seyrediyordu. Hattâ göz orga bakar bakmaz, aklımdan bir an bile geçiremediğim harikulâde akorlar içinde parlayan, birbirini kucaklayan sesler işitilmeye başladı. Melodiler yükseliyordu, alçalıyordu, ve ben bu dalgaların üstünde yüzüyordum. Hattâ bu dalgaların içine gömülmeyi istiyordum; tam bu esnada o göz bana da bakıyor, o köpürmüş dalgalar üstünde beni gene o gözün bakışı dimdik tutuyordu… Nihayet etraf karardı… Aynı göz gülümseyerek bana şunları söyledi: “Kalbinin nasıl bir hasretle yanıp tutuştuğunu biliyorum delikanlı, ben sana gene görüneceğim ve kendi melodilerimi sana mal edeceğim”. Bu meçhul zat ağzından son kelimeyi henüz çıkarmıştı ki, birdenbire ayağa kalktı, dinç olduğu kadar da telaşlı adımlarla odadan dışarı çıktı. Onu, tekrar odaya döner diye nafile yere bekledim; nihayet şehre dönmeye karar verdim. Brandenburg kapısına henüz yaklaşmıştım ki, uzun boylu birinin karanlıkta yürüdüğünü hissettim; ve bu zatın o her zamanki acayip adam olduğunu teşhiste güçlük çekmedim”.

            Geçen asrın müzik estetiğine eşsiz örnekler vermiş olan Hoffmann’ın, 1809 tarihli hatıratında kastettiği zatın kim olduğunu okuyucusuna hâlâ ifşa edemediğine bakılırsa, hayatında ilk olarak karşılaştığı bir sanat büyüğünü, heyecanını iyice istismar etmeden bizlere tanıtmak istemediği derhal anlaşılır. İşte onun için Hoffmann’ın hâtıratını dinlerken hep sabırlı olmak lazım gelir. Nitekim Hoffmann, elinden kaçırdığı meçhul adamı, karanlıkta yine yakaladıktan sonra onu sanat hakkında, ayaküstü epeyce sorguya çekiyor, hattâ muhatabının hayranlıkla bahsettiği Mozart sanatı ve bilhassa o zaman moda olan Don Juan operası üzerinde esaslı bir münakaşaya bile girişiliyor. Sonra söz, devre hükmeden Gluck sanatına intikal ediyor. Fakat tam bu sırada Hoffmann muhatabını birdenbire yine elden kaçırıyor. Büyük sanat tenkitçisi, hâtıratında bu noktaya da şu satırlala devam ediyor: “… Onu birkaç gün evvel arka arkaya Tiergarten’de aradım. Aradan aylar geçti, soğuk, yağmurlu bir akşamdı. Şehrin uzakça semtlerinden birinde idim, evime gecikmiştim. Friedrichstrasse’deki ikametgâhıma doğru süratle yürüyordum. Biraz sonra tiyatronun önünden geçecektim, ta uzaktan kulağıma akseden müzik, trompet ve davul sesleri, bana Gluck’un “Armida” operasının oynanmakta olduğu zehabını verdi. Tiyatroya girmeye karar vermek üzereydim ki, orkestradan gelen sesleri kulağa ulaştıran pencerelerin önünde kendi kendine konuşan birinin sözleri dikkat nazarımı çekti. Şu cümleleri işitiyordum: “İşte şimdi kral geliyor – marşı çalıyorlar – Ah vurun! Vurun davullar gümbürdesin! Evet, evet, maestuoso – işte şimdi komplimana başladı – şimdi Armida bütün minnettarlığıyla teşekkür ediyor – şimdi recitatif başlıyor – Ah hangi habis ruh beni buraya bağladı?”. “İşte bağ çözüldü. Gelin artık gidelim” diye seslendim.

            “Meçhul adamı bu sefer Tiergarten’da yakalamıştım… Evvela şaşırdı, sonra hiç ses çıkarmadan yanımda yürümeye başladı. Artık Friedrichstrasse’ye gelmiştik. Birdenbire durdu, “Sizi tanıyorum” dedi. Bu söze karşılık ben de, “Tesadüfün, beni sizinle yine karşılaştırmasına memnun oldum. Gelin artık birbirimizin kim olduğunu öğrenelim. Oturduğum yer buradan pek uzak değil. Bilmem nasıl olurdu, birlikte…” cümlesini henüz tam olarak ağzımdan çıkarmamıştım ki, aramızda şöyle bir konuşma oldu: “Ben hiç kimseye gidemem.” “Hayır, benim düşündüğümün aksini düşünüyorsunuz. Ben sizinle biraz yürürüm.” “Öyleyse benimle yürüyecek daha birkaç yüz adımınız var… Hem siz tiyatroya girmek istiyordunuz.” “Armida’yı görmek istiyordum amma şimdi…” “Öyle mi? Ben size Armida’yı şimdi dinletirim. Gelin benimle beraber.” Friedrichstrasse’yi hiç konuşmadan birlikte yürüdük. Muhatabım yan sokaklardan birine çabucak saptı. Öyle süratli yürüyordu ki, kendisini güçlükle takip edebiliyordum. Basit bir evin önünde, sessiz sedasız duruncaya kadar sokağı süratle indi. Kapı açılıncaya kadar evin tokmağını vurdu. Karanlıkta elimizle etrafı yoklayarak merdiveni, hattâ birinci kattaki odayı bulabilmiştik. Rehberim bu odanın kapısını dikkatle açtı. Sonra bir kapının daha açıldığını ve onun, elinde şamdanla içeriye girdiğini gördüm. Olağanüstü döşenmiş olan bu oda, beni az hayrete düşürmemişti. Eski modaya uygun ve oldukça süslü iskemleler, altından mahfaza içine yerleştirilmiş duvar saati, geniş ve ağır endam aynası, karşılaştığım manzaraya yılların devrettiği bir ihtişamın ağırbaşlılığını katıyordu. Odanın ortasında küçük bir piyano vardı; piyanonun üstünde büyük porselen bir hokka, bunun yanında birkaç yaprak nota kâğıdı duruyordu. Eser bestelemeye mahsus olan bu tertibatı iyice gözden geçirince, uzun zamandır bir şey yazılmamış olduğuna kanaat getirdim. Çünkü kâğıtlar iyice sararmış ve hokkanın üstü kalın bir örümcek ağıyla örtülmüştü. Muhatabım orada bulunan kitaplardan birine el attı – Bu kitap Armida operası idi. İhtişamlı adımlarla piyanoya yaklaştı, kitabı açtı, o anda duyduğum hayreti acaba kim tasvir edebilir? Kitabın içinde bir sürü nota çizgisi vardı fakat bu çizgilerin arasında bir tek nota bile görünmüyordu. Sonra şöyle söyledi: “Şimdi uvertürü çalacağım! Siz sırası geldikçe sayfaları çevirin!” “Peki” dedim. Artık Armida’nın uvertürü o derece güzel, o derece üstatça çalınıyordu ki, aşk, intikam, ümitsizlik, yeis gibi mefhumlar o derece kuvvetli bir şekilde ifade ediliyordu ki, bu neviden mefhumları bütün kudretini kullanarak seslere çevirebilmenin sırrına o çoktan varmıştı… Ben sayfaları ancak onun gözlerini takip edebilmek suretiyle açabiliyordum. Artık her tarafım titremeye başlamıştı, kendimden geçmiştim. Eser çalınıp bittikten sonra, onun kolları arasına atıldım, ve kısılmış sesle: “Bu yaptığımız şey de ne? Siz kimsiniz?” diye haykırdım.

            “Muhatabım ayağa kalktı. Ciddi ve insanın ta ruhuna inen bir bakışla beni süzdü. Aynı sualleri tekrarlamak istediğim anda, elinde tuttuğu şamdanla kapıdan çıktı, beni karanlıkta bıraktı. Bu vaziyet tam bir çeyrek saat sürdü. Onu bir daha görmemek endişesiyle üzüldüm. Piyanonun vaziyetine göre karanlıkta kapıyı açabilme çarelerini ararken, muhatabım, işlemeli gala kıyafetiyle, arkasında zengin bir ceket, yanında meç, elinde şamdan, tekrar göründü. Bu sefer donmuş kalmıştım. İhtişam içinde yanıma yaklaştı, tatlı bir temasla elimi tuttu. Acayip bir şekilde gülümsedi. Kendisinin Şövalye de Gluck olduğunu söyledi”.

            Sanat tarihinin en büyük esteti olan E.T.A. Hoffmann, Gluck gibi bir opera üstadıyla ilk karşılaştığı anları uzun uzun hikâye ederken, Romantik devre has heyecanı, muhatabının hüviyetini bizlere kolayca ifşa etmeye mani oluyor. İşte 19. yüzyıl, sırf bu neviden duyuşladır ki, sanat tarihine insanlığın hayatı boyunca kıymetinden hiçbir şey feda etmeyecek çapta eserler verdi.