“Radyo” Dergisi
Sayı: 62
Şubat 1947
Cevad Memduh Altar
“Güzel sanatlar” adı altında incelenebilen bütün konuların, her şeyden önce insan ruhu ile ilgili olduğunu unutmamak lazım gelir. Sanat nevileri arasında, iç ve dış durumları bakımından elle tutulur ve gözle görülür tarafı olmayan müzik eserleri, bünyelerinin incelenmeleri halinde, az çok güçlükler doğururlar. Çünkü gözün yardımından faydalanmadan, sırf kulak yoluyla varlığını duyuran müzik sanatının estetik muhtevası üzerinde söz söylemek kolay bir iş değildir. Dünyaya ayak bastığı anda, ancak kulağıyla işittiği, gözüyle gördüğü şeyleri gerçek tanıyan insanoğlu, sırf bu iki olayın meydana gelmesini sağlayan “göz” ve “kulak” uzuvlarını kullanarak güzel sanatları sevmiş, çok kere farkında bile olmadan, moral durumunu sanatla düzenlemiştir. Tevekkeli geçen yüzyılın büyük şairi Schiller şöyle dememiş: “Çalışmada bir anı sana üstat olabilir, bilgini üstün dehalara borçlusun, fakat yalnız sanat, ey insan, işte o senin öz malındır!”.
Kalplerimizi, sırf insanoğlunun buluşu olan sanat yoluyla ifadeye icabı gibi açık bulundurabilmek, güzele giden yolu arama işinde sarf edilecek gayrete bağlıdır. Bu böyle olunca, sanatın terbiye edici tesiri üzerinde bazı araştırmalar yapmak doğru olur. O halde, kendisine yaklaşılabildiği nispette ruhumuzu tesiri altına alabilen öz sanat, daha çok bir sembol olduğu içindir ki topluluk moralitesinin düzenlenmesi işinde müspet rolü olan pedagojinin yerine konamamış, fakat pedagojiye yardımcı bir unsur olma vasfını daima muhafaza etmiştir.
Hiç konser salonunda veya radyonuzun başında ciddi bir eseri dinlerken, muhite [çevreye] hükmeden havayı gizlice gözden geçirdiniz mi? Kıtasını sevk eden gözü pek bir komutandan farkı olmayan şefin bir işaretiyle, yahut bir virtüozun kesin kararıyla, bir anda icra safhasına geçen herhangi bir eserin yüzlerde yaptığı değişiklik, acaba dikkat nazarınızı çekti mi? Bir sanat eserini gözle veya kulakla incelemeye karar vermek demek, bu önemli işin zahmetine katlanmayı göze almak demektir. Bu takdirde, insan iradesi dışında ciddileşen yüzler, günlük hayatın hiçbir safhasında karşılaşmadığımız mânâyı açıklar. O anda, zamana, mekâna, hattâ her şeye bütün şiddetiyle hükmeden melodi, armoni, ritim gibi varlıklar, eseri çalanları da, dinleyenleri de, öylesine bir düzenin akışına bağlar ki, bu akış içinde her şey yalnız sanatın iradesine ram olur [boyun eğer]. Acaba bu gibi anlarda fertler, muhitle, dış dünya ile ilgilerini keserler mi? İnsan neden içten gelen bir dalışla, bu büyük sembolün kesin nizamına boyun eğmek zorunda kalır? İşte içinden çıkılması güç iki önemli problem! Herhalde Batının tanınmış resim üstatlarından bazıları, konser salonlarının mabedi andıran manzarasına hayran olmuş olacaklar ki, ciddi bir müziğin insan topluluğu üzerindeki tesirlerini fırça ile de tespit etmek ihtiyacını duymuşlar, böylelikle “Konser” adını taşıyan tablolar meydana getirmişler.
Şurasını da unutmamak lazım gelir ki, ciddi bir müzik programının mabet sessizliği içinde dinlenmesi keyfiyetini, terbiye icapları dışında bir gerçeğe bağlamak zaruridir. Burada her şeyden önce moral bir çekim, yani moral bir “appel” bahis mevzuudur [söz konusudur]. Öyle bir çekim ki aynı ideal uğrunda yan yana yer almış insanları bedii [estetik] bir nizama çekip götüren, onları topluluğa, duyguda kollektiviteye yaklaştıran, insan sevgisine ulaştıran moral bir çekim.
Müzikte ifade, her şeyden önce moral çekimin meydana gelmesini sağlayan baş unsurdur. Tasvirî sanatta olduğu gibi bir konuyu veya bir olayı açıklamayan mutlak müzikte, yani senfonik müzik nevilerinde, sırf sembole dayanan ifade, dinleyeni herhangi bir konunun programına bağlamadan, seziş dolu bir hülya âlemine götürür. Mesela Beethoven’in Adagio bir cümlesini, veya Bach’ın bir Füg’ünü tam bir dalış halinde dinledikten sonra, “Acaba bu eserler bana ne ilham etti?” sorusuna cevap vermeye kalkışmakla, yani bu yüksek yaratmaların iç dünyamıza bıraktığı şeyleri araştırmaya niyet etmekle, insan ruhunun iki ana mizacı demek olan “neşe” ve “keder”in, çeşitli ritim, renk, armoni, ifade veya intiba dinamizmi içinde aldığı şekilleri, imkân nispetinde çözmeye karar vermiş oluruz.
Bu noktaya kadar yaptığımız incelemeler, diğer bir moral problemin meydana gelmesine engel olamaz. Nitekim şöyle bir soru da varit [geçerli] olabilir: “İnsan ruhunu yüksek duygulara ulaştıran, yani moral fonksiyonu da olan müziğin, bir metne veya bir konuya temel olan sahne sanatı karşısındaki durumu nedir?”. Yahut da “Moral bünyesiyle sırf yüksek duyguları açıklayan müzik sanatının, sahne üzerinde, insan mizacının kin, haset, ihtiras gibi karanlık taraflarını da açıklamasına imkân var mıdır?”. Şurası muhakkaktır ki, estetik kıymetinden en ufak bir şey feda etmeyen müzik, günlük hayatın tüyler ürpertici olaylarının korkunçluğunu bile güzelleştirerek anlatmaya, en bayağı ihtiras sahnelerini kendine mahsus yükseltme edası içinde asilleştirmeye muktedirdir. İşte bu hal müzik eserlerinin moral ve estetik havası içinde hiç de acayip görülmez.
Ruhun sanatla terbiyesi konusuna herkesten çok önem vermiş bulunan büyük fikir adamı Schiller’in, güzellik kanunlarına temel olan eserlerini yazarken, bize bugün belki de garip görünen nazariyeleri [kuramları] ortaya atmış olmasına şaşmamak lazım gelir. Nitekim Schiller, günün birinde şöyle demişti: “Paroksizm ânının yaklaştığını duyan, şuuru muhtel [bozuk] bir kimsenin bile, etrafına zarar vermemek endişesiyle, kendini tedavi edenlerin eline bilerek terk etmesi nasıl yerinde bir tedbir ise, her an çeşitli moral gösterilere âlet olan biz normal insanların da, topluluğa zarar vermemek için önceden moral tedbirler almamız zaruridir. Bunu da ancak, sanatın insan ruhuna vasıtasız tesir eden yüksek kuruluşunda aramamız lazım gelir”.
Diğer taraftan, müzik sanatının moral varlığını imkân nispetinde açıklayabilmek amacıyla yaptığımız araştırmalarda ulaşılan her nokta, az çok sembolik kaldıkça, sanatın moral ve estetik tesirleri üzerinde, kesin ve açık bir sonuca varılmayacağı da muhakkaktır. Yalnız, düşüncelerimizi vakit vakit harekete geçiren, ruhumuzu çözülmesi güç problemlerle sık sık baş başa bırakan bu neviden spekülasyonları biraz olsun cevapsız bırakmamak için, Doğu ve Batı dünyasının iki büyüğüne dönmek, onların incelemelerimizi bir dereceye kadar kolaylaştıran sözlerinden faydalanmak şüphesiz yerinde bir iş olur. Bakımız Doğunun büyük şairi Sadi ne diyor: “Ey birader, musikiyi dinleyenin kim olduğunu bilmeliyim ki, sana musikinin ne olduğunu söyleyebileyim”. Sadi’nin her şeyden önce ruhu güzel sanatlara hazırlamanın zaruri olduğunu açıklayan sözlerini Batının büyük müzik dahisi Beethoven’in şu hikmet dolu cümlesi ne güzel tamamlıyor: “Her sanatta olduğu gibi, musikinin de özü ahlâktır ve bütün öz yaratmalar bir ahlâk olduğunun ifadesidir. İnsanın kendini, onun kolayca açıklanamayan konularına göre terbiye ve idare etmesi, onun anlatmak istediği şeyleri ancak bu suretle açıklayabilmesi, sanatın kendine mahsus prensibidir”.