Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİMAKALELER

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

Ulus
14 Aralık 1945
Cuma

MİLLÎ SAHNEYE DOĞRU

Cevad Memduh Altar

            30 Ekim tarihli Akşam gazetesinde, Vedat Nedim Tör’ün yazdığı “Sanatkâr Aşkı” adlı piyesin mevsimin ilk telif eseri olarak İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahneye konulacağı haber veriliyor. 23 Kasım tarihli Ulus gazetesinde ise “Mevsim başında” adlı yazısında Lütfi Ay, o her zamanki samimi ve kıvrak ifadesiyle son haftaların sahne hareketlerinden bahsederken, Vedat Nedim Tör’ün “Sanatkâr Aşkı” adlı piyesini tenkit ediyor ve bizim gibi seyredememiş olanlara eseri bir hayli yaklaştırıyor. Muharrir bu yazısında biraz da Ankara Devlet Konservatuvarı temsillerini inceliyor. Nihayet son yıllarda operet adıyla karşımıza çıkan tuluat nevinden oyunlardan yana yakıla şikâyet ediyor. Yazısının sonlarına doğru da şöyle diyor: “… Memleketimizde tiyatro sanatını bütün şubeleriyle geliştirmek, halk tiyatrosunun çekirdeğini teşkil edebilecek bu gibi heyetlerin sanat zevkini düzeltmek istiyorsak, önce onları maddi manevi geniş bir himayeye kavuşturalım, sonra sıkı bir baskı altında halka faydalı kılalım…”.

            Arkadaşımız Lütfi Ay’ın bu yazısını okuyup doğru bulmamaya imkân yok. 27 Ekim tarihli Akşam gazetesinde kıymetli tiyatro muharririmiz Selim Nüzhet Gerçek’in “Tiyatroya dair” başlıklı yazısını okuyup da Lütfi Ay arkadaşımızın yukarıda geçen haklı endişelerinin kısa bir zamanda önlenebileceğine inanmamak elden gelmiyor! Çünkü İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun yeniden organize edilerek esaslı bir Talimatnameye kavuşacağını, piyes müsabakaları açılacağını, İzmir’de bir Şehir Tiyatrosu kurulmak üzere olduğunu, yine bu yazıdan öğreniyoruz. Sonra 13 Kasım tarihli Akşam gazetesinde, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun bundan böyle rejisörün başkanlığı altında, vakit vakit toplanacak olan mütehassısların oy çoğunluğu ile idare edileceğini öğreniyoruz. Demek memleketimizde, şimdilik Ankara, İstanbul ve İzmir gibi şehirlerde sahne sanatı millî bir dava olarak ele alınmış bulunuyor.

            Öteden beri kupür dosyasında özene bezene sakladığım çok eski bir makale vardır ki, 30 sene evveline ait olan ve “Tiyatro teşebbüsü – Mösyö Antuan ile mülâkat” başlığını taşımakta bulunan bu yazı, bugün için şüphesiz kıymetli bir vesika mahiyetindedir. Vaktiyle hangi gazetede yayımlanmış ve kimin tarafından yazılmış olduğunu, çıkarılan kupürün kötü kesilmiş olmasından dolayı bir türlü tespit edemediğim bu enteresan makalenin şimdi bazı satırlarını birlikte gözden geçirelim: “Memleketimizde bir konservatuvar tesis etmek üzere Mösyö Antuan’ın İstanbul’a geldiği malûmdur… Bu müessesenin temin edeceği gaye, sureti muntazamada [düzenli olarak] piyesler mevkii temaşaya vaz edecek muktedir mümessiller [sahneye koyabilecek temsilciler] yetiştirmek, bir millî tiyatro izhar etmektir [kurmaktır]. Burada en mühim nokta, millî Osmanlı sahnesi için Türkçeyi bir Türk gibi telaffuz ve tekellüm eden [konuşan] kadın sanatkârlar bulmaktır. Buna muvaffak olabilmek için Anadolu’nun sırf Türkçe mütekellim [konuşan] bazı mahallerinden gayrımüslim [Müslüman olmayan] kız çocukları getirtilerek mektepte tahsili sanat etmelerine [sanat öğrenimi görmelerine] çalışılacak ve bu tahsile istidadı [yeteneği] olanları mahallinde tefrik [ayırmak] için erbabı ihtisastan [uzmanlardan] memurlar gönderilecektir…”.

            1914 yılında verilmiş olan bu karar, sanat hayatımızın yakın geçmişteki durumunu bize tam olarak anlatmaya kâfi değil mi? Nitekim Türk sahnesine kadın sanatçı bulmak hususunda Mösyö Antuan’ın da iştirakiyle verilmiş olan bu karar, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu neviden teşebbüslerine gülünç bir örnek olarak olduğu yerde kalsın; biz asıl şu ciheti göz önüne alalım: Bugün artık Peer Gynt’ü, Coriolanus’u, Yaprak Dökümü ile Sanatkâr Aşkı’nı oynayan bir İstanbul Şehir Tiyatromuz, Jül Sezar’ı, Yanlışlıklar Komedyası’nı, Fidelio’yu, Figaro’nun Düğünü’nü, La Bohem’i, Bizim Şehir’i ve daha birçok tanınmış eserleri başarıyla sahneye koyan bir Ankara Devlet Konservatuvarımız var. Hem buralarda seyredilen eserleri –impratorluğun o gülünç kararına tam bir tezat olarak– kendi kızlarımız, kendi oğullarımız sahneye koyuyor!

            Bütün bunlar, sağlam ve metodlu bir sanat terbiyesinin, zamanla çektiğimiz üzüntüleri gidereceğine, Türk sahnesinin beklenen seviyeye yakın bir gelecekte eksiksiz ulaşacağına bizi her zaman olduğundan daha ziyade inandırmaya kâfi gelmiyor mu?