Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİMAKALELER

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

“Ülkü”
1 Kasım 1946
Yeni seri: 123

CUMHURİYET DEVRİNDE MÜZİK

Cevad Memduh Altar

            “Bu büyük sanata bir inkılap hamlesi içinde
başlamış bulunuyoruz.
Bu sanat, sanatların en yükseğidir.
Bu sanatı ileri götürecek sizlersiniz.”

(İnönü’nün Devlet Konservatuvarı
gençliğine hitabı,
12.VI.1942)

            Güzel sanatların hepsi halk ruhundan beslenir. Bu itibarla, yüzyıllar boyunca yapılan hamleler, sanatta millî çığırların doğmasını sağlamıştır. 15. yüzyıldaki İtalyan Rönesans’ına kadar yer yer özellikler gösteren, çok kere ümmet sanatı, cemaat sanatı halinde sevilmiş, benimsenmiş olan sanatlar, ilk olarak 19. yüzyıl milliyet cereyanlarıyladır ki, mahallî renklerin, seslerin, duyguların açıklanmasına vesile olmuştur. Bu yüzyılla beraber, Viyana Klasikleri üslûbundan gelen ortaklaşa teknik içinde, sırf ifadede milliyetçi kalan müzik sanatı, kısa bir zaman zarfında, milletlerarası piyasaya eser veren millî okulların meydana gelmesini sağlamış oldu. Bu arada folklor hudutları dışına çıkan millî karakterdeki yaratmaların, zamanla milletlerarası bir kıymete namzet olmasına, dünyanın her yerinde sayılarak, sevilerek dinlenmesine bir tek sebep vardı, o da yalnız “ortaklaşa teknik” idi.

            Yüzyıllar boyunca elde edilen tecrübeler de göstermiştir ki, topluluk içinde tekleşmiş, normal seviye üstünde kalmış insanoğluna has yaratmalardan başka bir şey olamayan sanat eserleri, mensup olduğu milletin, memleketin, tabiatın dili ile konuşmak zorunda bulunmasına rağmen, bütün beşer ifadelerine vasıta olan ortaklaşa teknikten bir an olsun uzak kalamamıştır. Esasen böyle bir teknikten uzak kalmış insan topluluklarının sanat yaratmaları, medeniyet tarihinin her safhasında “primitif” diye anıldıktan maada, folklor hudutlarından bir adım bile dışarı çıkamamıştır; “milletlerarası-millî” olma şerefinden mahrum kalmıştır. Onun içindir ki, insanı ifadenin en asil bir şekli olan sanat, ilerlemiş topluluklarda aynı gramerden, aynı sentakstan beslenmekte, fakat millî ruhun açıklanmasını sağlayan özellikleri sırf espriye teksif etmektedir [yoğunlaştırmaktadır]. Diğer taraftan, insan topluluklarının duyuş ve anlayış mefhumları arasında, alabildiğine mahallî özellikler bulunmasına rağmen, ayrı ayrı topluluklara mensup olan insanları kendi aralarında anlaştıran ileri dillerin, nerede olursa olsun, harf, kelime, isim, sıfat, cümle, terkip, kompozisyon v.s. nevinden ifade unsurlarından ortaklaşa faydalandığı inkâr edilemez. Yükselmiş insan topluluklarında, yabancı güzellikleri de anlayıp sevmek için, milletlerarası ortaklaşa tekniğin yardımıyla, yabancı dilleri ve yabancı edebiyatları öğrenip, bunları diğer bir dile nakletmek nasıl mümkün ve makbul bir emek ise, bu sistemin bütün güzel sanatlara tatbiki yolunda sarf edilecek gayretler de o nispette makbul emeklerden sayılırlar. Ondan dolayı, Goethe’yi, Shakespeare’i, Tagore’u anlamak için sarf edeceğimiz gayretlerin sağlayacağı faydalarla, Bach’ların, Beethoven’lerin, Chopin’lerin, Liszt’lerin konuştuğu dilleri anlamak, bu dillerin güzelliğine ulaşmak yolunda sarf edilecek gayretler arasında hiçbir fark yoktur.

            Çeşitli topluluklara mensup olan milletlerarası sanat büyüklerinin büyük yaratmalarına tatbik ettikleri ortaklaşa teknikten faydalanmak suretiyle, millî sanatımızın dünya ölçüsündeki sanatlara bir an önce yaklaşmasını ve aynı safta yer almasını sağlamak, her şeyden önce millî bir ödevdir.

            Sanatsever cumhuriyet gençliğinin sönmez bir inanla bağlı olduğuna şüphe edilmeyen bütün bu ideallere bir an önce ulaşabilmemiz içindir ki, Cumhuriyetin 10. yıldönümünde (1933), Türk milletine iradettiği tarihî nutukta, sanatın büyük hamisi Atatürk şöyle demişti: “Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettireyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî vasfı da güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini ve millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür”. Görülüyor ki, Tanzimat’tan bu yana, sanat alanında yapılması istenen hamlelerin en samimisi, Devlet Reisi tarafından bizzat teyit edilmek suretiyle, ilk olarak Cumhuriyet devrinde yapılmıştır. Nitekim Atatürk, bu tarihten iki yıl sonra, Büyük Millet Meclisi’ni açış nutkunda şöyle söylemişti: “Türk’e ev bark olan her yer, sağlığın, güzelliğin, modern kültürün örneği olacaktır. Ulusal musikimizi, modern teknik içinde yükseltme çalışmalarına bu yıl daha çok emek verilecektir…”.

            Bakınız Atatürk, bu hitabesini yaptıktan bir yıl sonra, Büyük Millet Meclisi’nin 5. Devre açılış nutkunda neler söylüyor: “Güzel sanatlara da alâkanızı yeniden canlandırmak isterim. Ankara’da bir Konservatuvar ve bir Temsil Akademisi kurulmakta olmasını zikretmek benin için bir hazdır. Güzel sanatların her şubesi için, kamutayın göstereceği alâka ve emek, milletin insanî ve medenî hayatı ve çalışkanlık veriminin artması için çok tesirlidir”. Görülüyor ki, Ata’nın birbirini kovalayan yıllar boyunca üzerinde ısrarla durduğu şeyler nihayet tahakkuk etti ve bugünün sanat adamına akademik alanda yetişmeyi sağlayabilecek okul, yani Ankara Devlet Konservatuvarı 1935 yılında kuruldu. Memlekete muhtaç olduğu sanatçıyı yetiştirecek, yüzyıllar boyunca durduğu yerden bir adım bile ileri gidememiş olan müzik sanatımızı hedefine bir an önce ulaştırabilecek, Türk’ün yüksek müzik duyuş ve anlayışına, günün icap ettirdiği milletlerarası ortaklaşa teknikten faydalanarak hayat verecek, kısaca: modern Türk müziğinin doğuşuna temel olacak millî malzemenin, ne yolda işlenmesi, geliştirilmesi lazım geleceğini sağlayacak sistemleri ve metodları bulabilecek biricik yüksek sanat müessesemiz olan Devlet Konservatuvarı, yerli ve yabancı mütehassısların geceli gündüzlü çalışmaları, sanat âşığı öğrencilerin bitmez tükenmez öğrenme istekleri sayesinde, üzerine aldığı ödevde muvaffak oldu. Artık bizim de modern tekniğe hakim bestecilerimiz var; bunların büyük emeklerle yazdıkları, milletlerarası piyasada sevilmiş, konser repertuvarlarına alınmış senfonileri, sonatları, oda müzikleri, konçertoları, oratoryoları, dört sesli koroları var. Türk milletinin bin bir emekle yetiştirdiği bu kabiliyetli sanat adamlarımızın, Devlet Konservatuvarında bizzat yetiştirdikleri genç kabiliyetler var. Bu gençlerin de kimi virtüoz, kimi besteci, kimi muganni [şancı], kimi aktör.

            Bunlar da hocalarıyla beraber, milletlerarası sanat zincirinin birer halkasına sarılmışlar, memleket sanatına gelen ve gelmekte olan yenilikleri çoğaltma yolunda dönüp duruyorlar. Hattâ bu gençlerin arasında yetişen elemanlardan bazıları, yabancı ülkelerdeki milletlerarası sanat konkurlarına girip, yüzlerce aday arasında derece kazanıp alkışlanıyorlar. Artık bizim sahnelerimizde de milletlerarası tiyatro edebiyatından dilimize çevrilmiş büyük çapta, müzikli, müziksiz sahne eserleri başarı ile oynanıyor. Bu arada Butterfly’lar, Tosca’lar, Fidelio’lar, Figaro’lar, bizim sahnemizde de zevkle seyrediliyor; daha neler neler…

            Bütün bunları neye borçluyuz? Hiç şüphesiz, okula, sisteme borçluyuz. Bütün bu sistemli çalışmalar sayesindedir ki, Türk sanatının büyük önderi, Cumhurbaşkanımız Sayın İnönü, altı yıl içinde dünya şaheserlerinden seçilmiş operaları, dünyanın her yerinde olduğu gibi sahneye koyan genç artistlerimizden takdir ve iltifatlarını esirgememişler ve 1942 yılında Ankara Halkevi’nde verilen opera temsillerini şereflendirdikten sonra, sanatçılarımıza şöyle demişlerdir: “Bu büyük sanata bir inkılap hamlesi içinde başlamış bulunuyoruz. Bu sanat, sanatların en yükseğidir. Bu sanatı ileri götürecek sizlersiniz”.

            İşte büyüklerimizin bu yoldaki irşatlarıyladır ki, sanatlarına dört elle sarılmış olan Cumhuriyet gençleri, Türk sanatına sağlam ve inan dolu bir gelecek hazırlıyorlar. Bu arada bilhassa Ankara, İstanbul ve İzmir gibi şehirlerimizde, Cumhuriyet devriyle beraber sanat alanında atılan adımlar, elde edilen başarılar hepimizi sevindiriyor. “Sanatların en millî olanı, en milletlerarası olanıdır” parolasını burada bir kere daha tekrarlarken, okul, sistem, akademik yetişme dışında hiçbir şeye inanmadığımızı, ancak Cumhuriyet devrinin en büyük eserlerinden biri olan Konservatuvara ve ileride açılacak konservatuvarlara inanımız olduğunu açıklamak isteriz.